“Cinayet ve acı tohumları eken sevinç ve sevgi biçemez.” PLATON
2018 yılının bitmesine neredeyse bir ay kaldı, etrafımıza baktığımızda her yerde ve her alanda acıya kaynaklık eden olayların artmakta olduğunu görebiliyoruz. Politik anlamda yükselen sağ akımlar, dinler, mezhepler, ülkeler ve barış getirmesi gereken uluslararası örgütler arası çatışmalar had safhaya ulaşmış durumda. İnsan sormadan edemiyor; barış adına oluşturulmuş bütün bu kurumlar ve onlara liderlik edenler henüz kendi içlerinde barışa ulaşmamışken, dünyaya barış getirmelerini beklemek ne kadar doğru olur? Kendi iç barışını sağlama becerisini gösteremeyen ve kendini yönetemeyen bir bireyin ya da kurumun etrafına barış ve huzur getirmesi mümkün müdür? Getirdiği düşünülse bile ne yazık ki bu barış kalıcı değildir. Sanırım beklenen çözüm, organizasyon şemasında piramidin tepesinden aşağıya doğru değil de, tabandan piramidin en tepesine doğru gerçekleşir ise kalıcı barışın sağlandığını söylemek mümkün olacaktır. Çünkü barışa giden en kestirme yol kurumlardan çok bu kurumları oluşturan bireylerin içlerinden geçmektedir. Peki, bireylerin kendi içlerindeki savaşın esas sebebi olan acıların kaynağı nedir?
“Acıların kaynağı nedir?” sorusu din ve felsefe başta olmak üzere psikoloji alanında da sorulan en temel sorulardan biri olmuştur. İnsanoğlunun acılarının kaynağının peşinde, yolumuzu bulmak adına rotamızı yine Asya’ya çeviriyoruz. Hint felsefesinin en kıymetli yazılı kaynaklarından biri olan Upanişadlar’da şunlar yazmaktadır: “Başlangıçta sadece Atman (Ruh) vardı. Etrafına baktı, lakin kendisinden başka bir şey göremedi. ‘Ben varım’ dedi. Korku duydu, sonrada istek.” Evrenin yaratılış anından, yani yaratıcının kendi psikolojisinden söz edildiği bu mitolojik alıntıda, kendini “Ben” olarak diğerlerinden ayrı gören, yani egosu ile özdeşleştiren bireyin iki temel dürtüsünün ön plana çıktığı görülmektedir: Korkudan kaynaklanan saldırganlık, diğeri de istektir.
Bu noktadan hareketle çağdaş psikoloji okullarının da acıların kaynaklarını nasıl tanımladıklarını anlamak rotamızı netleştirmemizde bize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, ‘Normal ve Patolojik Psikolojide Bilinçaltı’ adlı ilk çalışmlarından birinde iki psikolojik tip tanımlamıştır: “İçe dönük kimse, korkularından şikâyetçidir ve dışa dönük kimse ise istekleriyle hareket eder” demiştir. Sigmund Freud da ‘Zevk İlkesinin Ötesi’ adlı çalışmasında ‘ölüm ve yaşam’ isteğini tanımlarken: Bir yanda şiddet isteği ve ondan duyulan korku ve öte yanda sevme ve sevilme isteğinin varlığından söz etmiştir. İkisi de ruhun derinliklerindeki karanlık enerji kaynağı olan, id’den, yani ben-merkezli ‘zevk ilkesinin’ yönetimiden doğar: Ben istiyorum ve Ben korkuyorum. Yukarıda örneğini verdiğimiz Hint mitosunda da Atman’ın ‘Ben’ dedikten sonra ‘korku ve istek’ duyduğundan bahsetmiştik. Bu durumda kişinin kendini ‘Ben’ yani egosu ile ödeşleştirmesi sonucu, kendini bütünden ayrı bir birey olarak görmesinin yarattığı korkunun ve sonrasında zevk ilkesine dayalı isteklerinin acının eas kaynakları olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır sanırım.
Peki, bencilliğin gölgesinde saf olmayan isteklerimize dayalı eylemlerimiz ve korkunun tetiklediği saldırganlığımız bize kalıcı barışı getirebilir mi? Cevabımız ‘Hayır’ olacaktır. Bunun en güzel örneklerini ‘Şeytanın Avukatı’ adlı filmin karakterlerinin hikâyesinde görebiliriz. Başrollerinde Alpachino ve Keanu Reeves’in oynadığı 30 Ocak 1998 yılında vizyona giren ‘Şeytanın Avukatı’ filmi bize egosunun ve isteklerinin peşinde kendi yok oluşunu hazırlayan bir kahramanın hikâyesini anlatır. Kevin Lomax, davaları ne kadar zorlu olursa olsun, bir şekilde jüriyi etkisi altına almayı ve müvekkilini suçlu ya da suçsuz temize çıkarmayı başaran bir savunma avukatıdır. Mutlu bir evliliği ve güzel bir eşi vardır. Filmin başında, Kevin genç bir kızı taciz eden saldırgan müvekkilinin, suçlu olduğunu bile bile davayı kazanır. Ne de olsa önemli olan kendi başarısı ve istekleridir. Dava sonrasında New York’taki büyük bir hukuk firmasından müthiş bir teklif alır. Teklifi yapan kişi ise dünyanın en büyük hukuk bürolarından birinin lideri “Kibir, benim en gözde günahımdır” diyen, şeytanın ta kendisi Bay John Milton’dur. Bay Milton’un teklifini kabul edip egosunun ve isteklerinin yarattığı illüzyon ile New York’a taşınan Kevin’ın hikayesi hiç de beklediği gibi gelişmeyecektir. Eşinin ve kendisini istekleri peşinde yaptıkları bu yolculuk hayatlarını cehenneme çevirecek, katlanılması zor acıların pençesinde yaşamları son bulacaktır.
Buda’nın dediği gibi “İnsan hayatı aslında acılardan ibarettir, bu acıların sebebi bencil ve doymak bilmez isteklerdir, insanın bencilliği ve istekleri sona erdirilebilir; sonuçta bütün bu doymak bilmez arzu ve iştah ortadan kaldırıldığında, ulaşılan durum nirvana olarak adlandırılır.” Peki bu bencillikten ve isteklerden özgürleşmenin ve kalıcı barışa ulaşmanın yolu nedir?