İran ve İsrail, dünyanın en eski iki medeniyeti olmaktan öte, çoğunluğu Arap olan Ortadoğu coğrafyasında Arap olmayan iki ülke. Din kitaplarına ve menkıbelere konu olan ortak tarihlerinin ayak izlerini, hâlâ İran topraklarında görmek mümkün. Eğer bu kadim geçmiş, husumete değil, dostluğa tercüme edilebilseydi, herhalde İran ve İsrail, bugün kökleri derinlerde bir işbirliğinin saltanatını sürebilirlerdi.
2500 yıllık bitmemiş bir hesap mı?
İran’ın, İsrail’in ulusal kimliliğini reddetmesi ve onu ‘yok etmeye’ yemin etmesinde, tarihin izdüşümünü sorgulamak nahifliğine kapılmak istemiyorum. Tarih elbette tekerrür etmiyor. Ama kapanmamış hesaplar veya adı konmamış çıkar çatışmaları, iki ülkenin bugününü ve geleceğini ipotek altına alıyor. Ancak kendi halkına harcayacağı mali imkânları, Lübnan, Gazze, Suriye ve Yemen’de, vekâlet savaşlarına tahsis etmesi, radikal milis güçlerini ‘İsrail’i yok etmek’ için desteklemesi, orta ve uzun menzilli füzeler kadar yıkıcı söylem üretmesi, İran ve İsrail arasında, her uzlaşma kapısını kapatıyor. Oysa bugün, bu iki ülke, Ortadoğu’da rekabet gücü yüksek teknolojik donanıma ve bunu sürdürebilecek iyi yetişmiş insan gücüne sahip olma ayrıcalığında gıpta edilecek durumda. Bu güçlü altyapı ve ortak payda, İsrail ve İran’a ne büyük imkânlar sağlayabilirdi!
Yıkıcı rekabetin işbirliğine dönüşme şansı var mı?
Sadece İran ve İsrail’da değil, aslında tüm Ortadoğu coğrafyasında, insanlığı birbirinden ayıran, hatta birbirine düşüren faktörler, onları bir arada tutacak bağlardan daha güçlü. Bunun tarihi ve toplumsal bellek ile ilgili nedenleri, onarılmaz gibi gözüken karşılıklı güvensizlik örgüleri bir kenara bırakılacak olursa, toprak, su ve doğal kaynak paylaşım sorunları, bölgeyi istikrarsızlaştıran ve barışa hiç şans bırakmayan sorunlar. Ama sürdürülebilir bir ekonomik refahı güvence altına alma, yoksulluğu ve toplumsal adaletsizliği denetleyebilme, güçlü bir bilgi, bilim ve teknoloji altyapısını oluşturarak, uluslararası piyasalarda tutundurma yeteneği kazanabilme özelliği bulunan bölge ülkelerinin, ‘bölgesel güç’ olma iddiasına kapılmaksızın işbirliği yapabilmesi iyi olurdu.
Hatemi’den Ruhani’ye İsrail-İran ilişkileri: Son 18 yılın bilançosu
İran meclisinde, reform yanlılarının etkili olduğu 2000 yılı seçimlerinden hemen sonra, Suudi Arabistan ile güvenlik anlaşması imzalayan İran, aynı yıl, 1970’li yıllarda, Tahran’ın kanalizasyon sistemini inşa eden bir İsrail şirketine, sistemi yenilemesi için başvuruda bulunmuştu. Hatta Hatemi’nin yeniden seçildiği 2001’den, koltuğu Ahmedinecad’a devrettiği 2005 yılı ve sonrası da dâhil olmak üzere, 2011’e kadar geçen on yıllık dönemde, onlarca İsrail firmasının İran ile ticari ilişkiler geliştirdiğine dair bilgiler, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşebileceğini düşündürmüştü. Özellikle 2011 yılında, Ahmedinecad’ın, İsrail’in ‘yok edilmesi’ için yaptığı ısrarlı ve ateşli konuşmalara rağmen, İran’lı işadamlarının, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (Dubai) ve Türkiye üzerinden İsrail ile ilişkileri sürdürdüğüne dair bilgiler gayet açık ve inandırıcı. 2013 yılından bu yana ise, İsrail’in İran’a organik gübre, tarım ilaçları, damlalıklı sulama boruları, süt ürünleri ve tohum ihraç ettiğini, buna karşılık kuruyemiş, halı ve mermer ithal ettiğini gösteren bilgilere ulaşmak mümkün.
İran halkının bir tercihi ve İsrail halkının bir hayali var mı?
Açıkçası, İran’da en radikal görüşlü yönetimler zamanında bile ılımlılaşmaya ve İsrail ile işbirliğine meyleden yaklaşım, 2000’li yılların başından itibaren filizlenmeye başlamıştı. 2013 yılında Ruhani’nin seçilmesi ise, özellikle İran halkının artık, dışa açılma, reformlar ve dış ilişkilerde yapıcı işbirliğini, yıkıcı safsatalara tercih etmesi olarak yorumlanmıştı. Değişim isteyen ılımlı güçler kadar, geçtiğimiz yıl Meşhed’den Tahran’a kadar uzanan muhalif gösteriler, İran’ın imkânlarını, sınır ötesi savaş ve çatışma finansmanı için değil, İran halkı için kullanması taleplerini dünyaya duyurdu. Hatta “Filistin’e, Gazze’ye, Lübnan’a hayır. Sadece gerektiğinde İran için ölmeye razıyız” avazeleri, bir ara İran’da bir rejim değişikliği ve ideolojik değişim olabileceği umudunu bile verdi.
Ama bu sesler çabuk sustu. Üstelik Amerika’nın nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilmesi, bir umut ışığını iyice söndürdü. İran halkı değişim ve normalleşme talep ederken, Amerika Ortadoğu’da radikal bir İran mı istiyordu? Bölgede bir cadı kazanını hep kaynar vaziyette tutmak, acaba en çok kimin işine geliyordu?
Ya İsrail halkı ne istiyor acaba? İki ülke arasında bir ikili güvenlik anlaşmasının önümüzdeki on yıl içerisinde imzalandığını görmek ve böyle bir anlaşmayı hayata geçirmeye sermaye koymak onların da isteği olabilir mi?
İran, İsrail ile şimdi hâlâ uzlaşmaz gibi görünen farklılıkları, ortak paydalara dönüştürmeye rıza gösterir mi? İsrail, bu çabaya Suudi Arabistan ile başlayan nazik ilişkileri bozmadan eşlik edebilir mi?
Böyle bir farklı rüzgâr, Ortadoğu’da istikrar yelkenlerini şişirmeye yardımcı olabilir mi? İşte bu sorular nükleer fizik sorularından daha zor. Ama üzerinde kafa yorması bile güzel. Mümkün olmayanı düşlemek herkesin hakkı... İran ve İsrail halklarının da...