Flaman Seçkisi-2 Autonomous Scenography ‘fourfold’
Autonomous Scenography 1981’de Antwerp’de doğan görsel sanatçı, senograf ve küratör Meryem Bayram’ın üç boyutlu masal kitaplarına olan tutkusundan doğmuş. Çalışmalarında yinelenen bir tema olarak insanla mekânın, soyutlamayla betimlemenin ortak zeminini araştıran Bayram, mukavva kâğıdından yapılmış şekiller aracılığıyla, görünürde boş ve düz bir yüzeyin katlanarak nasıl zengin bir öğe dağarcığına dönüştürülebileceğini araştırmış. Böylece, senografinin bir hikâye ya da koreografiye dayanmadığı, aksine hikâye ya da koreografinin, senografiden yola çıkarak oluşturulduğu bir proje ortaya çıkmış.
2015’in nisan ayında Meryem Bayram’ın tasarlayıp yönettiği bir performansla İstanbul’a geldiklerinde, elindeki temel şekillerden neler yapılabileceğini araştırdıktan sonra katlanmış kartonlarla doğal manzaraları çağrıştıran olağanüstü mukavva heykeller oluşturmuşlardı.
Bu kez kavramsal çerçevesini Meryem Bayram’ın üstlendiği, dramaturjisini Igor Dobricic’in, ışık tasarımını Pol Matthé’nin yaptığı, merkezine insanın fiziksel mekânı inşa etme ve onunla ilişki kurma biçimlerini alan ‘fourfold’ ile karşımızdalar.
‘fourfold’un çekirdeğini, objeleri oluşturan ve performansı gerçekleştiren Guy Rombouts ve Meryem Bayram arasındaki ‘ilk buluşmanın’ sürekli olarak yenilenmesi oluşturuyor: Birinin fiziksel mekânı inşa ederken, diğerinin bedeniyle bunu yanıtlaması, söze dayalı olmayan bu diyalogu merak uyandıran bir seyre dönüştürüyor. ‘fourfold’da iki beden, giderek katmanlanan ve değişen bu anlatıyı, yenilenen bir üretim gücü olarak sunuyorlar.
‘fourfold’ çok ilginç, ancak üç yıl önce izlemiş olduğumdan biraz daha renksiz, biraz daha ‘ham’ bir çalışma gibi geldi bana. Ayrıca, Guy Rombouts’un bir sonraki aşamayı tasarlamak için uzun uzun düşünürmüş gibi, çalışmasına doğaçlama (imiş gibi) havası vermesinde de rahatsız edici bir yapaylık buldum. Yine de, özellikle ilk kez bu tür bir çalışmayı izleyenler için epey etkileyici olduğu kanısındayım.
Flaman Seçkisi 3 “Beyaz Üzerine Beyaz”
1983’te İstanbul’da doğan Bahar Temiz, Saint-Joseph Lisesinden mezun olduktan sonra Sorbonne’da felsefe okumuş.
12 yaşından beri klasik ve modern dans dersleri almış olan Temiz, Paris’te eğitimine devam ederken dans çalışmalarını da sürdürmüş, koreograf Berrak Yedek ve kostüm tasarımcısı Victor Féres’le oluşturduğu ‘La peau, mémoire d’un lieu’ ile dansın mekânlar, nesneler ve kumaşlarla etkileşimleriyle ilgilenmeye başlamış.
Hollanda’nın Artez Dans Akademisinden mezun olan, Paris Üniversitesinde ‘William Forsythe’sın Doğaçlama Tecknolojileri’ konusunda master yapan Bahar Temiz, hâlen Paris’te yaşıyor, serbest koreograf ve dansçı olarak eserlerini Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, İsveç, Türkiye ve Lübnan’da sahneliyor.
Bahar Temiz, koreograf Marc Vanrunxt’la 2014’te İstanbul’da Platform 0090 tarafından düzenlenen bir atölye çalışmasında tanışmış.
‘Beyaz Üzerine Beyaz’, ikilinin görsel sanatçı Anne-Mie Van Kerckhoven’in sahne tasarımı ve moda tasarımcısı Jean-Paul Lespagnard’ın muhteşem kostümünün katkısıyla oluşturduğu bir dans performansı.
Bir ısınma ve hazırlanma performansı olarak gelişen ve Uniq Hall’un fazla büyük sahnesinde uzunca koşuşturmalara sebep olan ilk bölümün ardından, Temiz’in kostümü giydikten sonra giriştiği slow-motion dans başlıyor. Elbise ile bütünleşerek farklı, neredeyse insanüstü bir varlığa dönüşen dansçının, sahnenin bir tek noktasına sabitlenerek, sadece bedensel devinimleriyle geliştirdiği bu dans, Van Kerckhoven’in olağanüstü projeksiyonları ve Stefan Alleweireldt’in ışık tasarımıyla benzersiz ve büyüleyici bir deneyime dönüşüyor.
Bir anti-climax olarak gelişen, ama en azından bir önceki kadar heyecan verici olan son bölümün anlatılması zor. Ancak, sadece iki kolun neredeyse gözle görülemeyecek yavaşlıkla kaldırılmasının nefes kesici bir gösteriye dönüştüğünü belirtmekle yetinebilirim.
Özellikle böyle etkileyici çalışmaları izlediğimde, Festivale, böyle geniş kapsamlı bir dans bölümü katmış olan Leman Yılmaz ve ekibine bir kez daha hak veriyor ve teşekkür ediyorum.
Flaman Seçkisi 4 “Gece Sempozyumu”
“Oyun, öykünün sonunda ortaya çıkan, ailesini demir pençesinde tutan kayıp bir babanın çevresinde gelişiyor. Oyunu okuyan herhangi biri, o anda babanın dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünür. Ben duruma farklı bakıyorum. Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.”
Mesut Arslan
İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel (KVS-Brussel) & Platform 0090 ortak yapımı, kavramsal çerçevesini ve sahnelemesini Belçikalı Türk yönetmen Mesut Arslan’ın üstlendiği ‘Nachtelijk Symposium / Gece Sempozyumu’, ilk kez 19 Nisan’da Flaman Kraliyet Tiyatrosu KVS-Brüksel’de prömiyer yapmış. ‘Flaman Seçkisi’nin bir bölümü olarak, Belçika’daki orijinal dekorunda, Şaban Ol’un çevirisi ve Ata Ünal’ın dramaturjisiyle Türk sanatçılar tarafından yorumlanıyor.
Erik De Volder’in 1994 yılında yazmış olduğu ‘Gece Sempozyumu’, bir anne, üç oğlu ve ortalıkta olmayan fakat sürekli hakkında konuşulan bir babanın çevresinde gelişir. Seyirci aile içindeki iletişimsizliğin giderek yükseldiğine, bazen şiddete dönüşebileceğine tanık olur.
Mesut Arslan, “İnsanoğlu döngüsel bir varlıkken çizgisel bir varlığa doğru evrim geçirmiştir. Refahın, hep daha ileriye, daha uzağa gitme isteğinin etkisi de var bunda. Oysa ihtiyaçlarımız, içgüdülerimiz ve duygularımız döngüseldir. Yemek, uyku, cinsellik gibi ihtiyaçlarımız tekrar tekrar geri döner. Refah bunları doyuramıyor. İnsan içinde çizgisellik kadar döngüsellik de var; fakat biz, Batı’da yaşayanlar, dengeyi kaybettik. Belçika, çizgisel düşünmenin en uç noktasında. Her şey planlanır. Egemen olan akıldır. Refah, hayatımızı daha rahat bir şekilde yaşayabilmemizi sağlarken, rüya görme yeteneğini ve gereksinimini de elimizden aldı. İhtiyaçlarımızı göremez olduk. Hayvan olduğumuzu unuttuk. Çizgisellik demek durağanlık demek, yani düşünme, akıl, planlama, sıraya koyma, sınıflandırma, bilinçli tercihler yapma demektir. Döngüsellik ise kalptir, içgüdü, duygular, bilinçaltı ve harekettir” diyerek oyunun aslında kişileri değil, sistemleri sorgulattığını söylüyor.
Birey/sistem, birey/birey arasındaki iletişimin sınırlarını ortaya çıkarıp çizgisel yaşam ile döngüsel yaşam arasındaki farkı irdelerken, seyirci için metnin çizgiselliğine koşut olarak duygu ve sezginin daireselliği ekseninde, izleme ve dinlemenin ötesinde evrensel bir anlam arayan Arslan bunu ancak farklı bir boyutta yapacağının bilinciyle benzersiz bir teatral deneyime girişiyor.
Önce mekân: Metni ve oyuncuları, sahne tasarımını Meryem Bayram’la birlikte gerçekleştiren plastik sanatçı Lawrence Malstaf’ın tasarladığı kusursuz bir arenaya yerleştiren Mesut Arslan, seyircilerini bu açık arenanın etrafına çepeçevre oturtuyor. Kâh dışarıda, kâh içeride, hem birbirleriyle hem de izleyicilerle devamlı iletişim ve etkileşim hâlinde olan oyuncular, enstalasyonun içine girdiklerinde kimi zaman yine Malstaf’ın tasarımı olan topaçlardan kaçınarak, kimi zaman topaçlarla birlikte koşturarak, kimi zaman da o topaçlar gibi birbirinin etrafında dönerek oynuyorlar.
Jan Maertens’in ışık tasarımı, Eric Thielemans’ın müzikleri ve müzik tavsiyesi, Stijn Demeulenaere’in ses tasarımı ve Johanna Trudzinski’nin 1950’lerin Afrika filmlerindeki avcıları anımsatan kostümleri, aslında epey aşina olduğumuz bu aile içi ilişkiler yumağına ilginç bir yabancılaştırma efekti katıyor.
Gerçekçi ile gerçeküstücü arasında gidip gelen ekip oyunculuğu çok parlak. Derya Alabora anneyi, Serhat Kılıç, dönüşümlü olarak Mert Fırat veya Ersin Umut Güler, yine dönüşümlü olarak Yaşar Bayram Gül veya Gökhan Girginol üç oğlu stilize ama inandırıcı birer performansla yorumluyorlar. Tüm diğer karakterleri Güven Kıraç ve Pervin Bağdat üstleniyor. Uzun zamandır özlediğimiz Güven Kıraç, üç ayrı kişiliği nerdeyse hem zaman olarak, birinden ötekine rahatlıkla, göz kırpana kadar geçerek büyük başarıyla canlandırıyor. Kuşağının en iyi oyuncularından Pervin Bağdat’ın sadece saçlarını kullanarak iki ayrı kadın karakterini ayrıştırmasıysa müthiş etkileyici.
Mesut Arslan, bir aile trajedisini günlük bir ritüele dönüştürürken, sahne tasarımı ve seyirciyle kurduğu interaktif ilişkiyle soluk soluğa izlenen, finale doğru, stroboskopik ışıklar, tahta zemin üzerinde durmaksızın gürültüyle dönen topaçlar ve giderek soyutlaşan müzik eşliğinde bir LSD tripi duygusu uyandıran sahnelemesiyle kendi deneyselliğini de aşan çok önemli bir iş yapıyor. Klasik anlatım normlarından sıyrılarak tiyatroyu yeniden keşfetmeye yönelen ‘Gece Sempozyumu’, sıra dışı ifade tarzıyla geleceğin tiyatrosunu tarif eden bir performansa dönüşüyor.
Festivalin bu en ayrıksı ve en ilginç işlerinden birini kaçırmışsanız hayıflanmayın; Zorlu PSM’nin Sky Lounge’unda kurulan arenada sezon sonuna kadar sahnelenmeye devam edecek. Sadece çok farklı bir deneyim yaşamak için değil, tiyatronun nerelere gittiğini görmek için mutlaka izleyin.
Çok yoğun programım yüzünden bir oyunu çok beğensem bile, ikince kez izleme olanağı ve zamanı bulamayan ben bile, dönüşümlü oynanan oyunun diğer aktörlerini izlemek bahanesiyle bir kez daha seyretmeye niyetliyim.
Hepinize iyi seyirler dilerim.