Tiyatrocu Nedim Saban, dünya edebiyatının en sevilen genç kahramanlarından otistik Christopher Boone’un hikayesini Türk tiyatro severler ile buluşturuyor.
“Bence oyunu izlemeye gelen herkes ‘Doğruyu söylemek ne güzelmiş’ diyecek” yorumunu yapan Nedim Saban ile tiyatro, kültür ve sanat konuştuk.
Edebiyat uyarlamalarına önem veren bir tiyatrocusunuz. ‘Süper İyi Günler’ adlı romandan uyarlanan bu oyunu sahneye koyma kararını nasıl aldınız? Proje ne şeşilde ortaya çıktı?
Aslında edebiyat ile tiyatro iki çok farklı alan. Mesela bir tiyatro oyunu edebiyata girmez, çünkü yaşayan bir olgudur. Hamlet’i edebi olarak inceleyebilirsiniz ama teatral olarak incelemek başka bir tat verir. Edebiyata düşkünlüğüm ilk olarak ‘Leyla’nın Evi’ (Zülfü Livaneli’nin romanı) ve sonrasında yine çok sevdiğim ‘Onca Yoksulluk Varken’in (Fransız yazar Romain Gray’in kült romanı) Tiyatrokare’nin repertuarına girmesiyle oldu ve şans beni buraya getirdi. Uyarlamalar tiyatroya da özgür bir alan yaratıyor. Öncelikle edebi bir metinden yola çıkarak başlıyorsunuz; aslında metin işin yalnızca bir parçası. Bunun dışında müzik var, dans var, ışık, oyuncu, reji ve birçok yan etken var. Bu yan etkenlerin birleşiminde uyarlama, dengeyi tutan birimlerden sadece bir tanesi.
‘Süper İyi Günler’e gelince… Kitap, Mark Haddon’ın çok sevilen ve milyonlarca kişinin okuduğu kült bir romanı. National Theater tarafından tiyatroya uyarlanmış; dolayısıyla şimdi biz de Simon Stephens’ın uyarlamasını oynuyoruz. Sekiz yıldır Londra’da oynanmaya devam ediyor. Uzun zaman önce üç ayrı arkadaşım farklı zamanlarda bu oyunun ruhuma çok yakışacağını söylemişti. Yine Londra’ya gittiğimde, orada yaşayan bir Türk arkadaşım, “Bir oyun vardı, dün bitti, keşke seyredebilseydin” dedi. “Dün bittiyse bunlar bugün turneye çıkmıştır” diye düşündüm ve onları Londra’nın 3,5 saat dışında bir yerde bulmayı başardım. Oyunu o kadar büyük bir heyecanla izledim ki, kendime “Bunu yapacağım” dedim. Tam iki sene olacak…
Oyunu sahneye koymadan önce otizm ve otizmli bireyler üzerine bilgilendiniz mi?
Elimde oyunun metni vardı. İngilizce, Türkçe biliyorum, aslında on gün içinde tercüme edebilirdim. Fakat otistik çocukların konuşmama sorunu var; yani bu çocuğu nasıl konuşturacağımı bulamadım. Evet, kâğıt üstünde sözcükler vermişti yazar, ama bu sözcükleri nasıl söyleyecek bu çocuk? Bu yüzden çok uzun bir ön araştırma dönemimiz oldu. Aşağı yukarı bir yıl boyunca otizmli bireylerle çalıştık, yanlarında bulunduk, oyunlar oynadık, Tohum Otizm Vakfı ile ziyaretler yaptık. Çeviri ile ilgili de şöyle bir süreç yaşadık. Bu oyunun çevirisine esin kaynağı olan kişi Asperger sendromlu Mesut Uygun’dur. Dünyada en iyi araba çizimi yapan kişilerden biri. Kendisini bir TV programında bulduktan sonra görüşmeye gittik. Otistik bireylerin güvenli bir ortama ihtiyacı var. Bu bazen çok sessiz bir ortam olabilir; Mesut’un ise tam tersine, etrafında çok fazla uyaran olması gerekiyor. Biz de bir alışveriş merkezinin en civcivli gününde yemek katında buluştuk ki, kalabalık olsun, Mesut korkmasın. Biz konuşmaya başladık, fakat Mesut konuşmuyordu. Ona birdenbire, “Mesut sence bugün ne renk?” diye sordum. Ve ilk defa bu soruya babası aracılığıyla cevap verdi; “Bence şimdilik turuncu” dedi, ki zaten oyunda da birebir var bu laf. “Tamamdır” dedim ve Zeytinburnu’ndan koşa koşa eve gelip çeviriyi bitirdim. Şunu söylemek istiyorum: Metin var, kitap var, uyarlama var, ama bunu yeniden dile getirmek için altı aylık bir araştırma süreci gerekti. Mesut’un cevabındaki ‘şimdilik’ sözcüğü çok önemliydi çünkü oyunda çocuğumuzun beş kırmızı arabayı arka arkaya gördüğü günler ‘süper iyi günler’ diye geçiyor; dolayısıyla “Şimdilik turuncu” cevabı yolumu açtı.
‘Süper İyi Günler’, oyunculuk, koreografi ve teknolojiyi harmanlayan bir oyun. 80 metrekarelik dev LED ekrandan oluşan dekor ile Christopher Boone’un dünyasını, algılarını izleyiciye üç boyutlu animasyonlar eşliğinde aktarıyorsunuz. Bu konuda bilgi verir misiniz?
Oyun, otizmli bir bireyin algı sisteminin ve algılarının içinde geçiyor, çünkü otizmli bireylerin yaklaşımları genelde bilgi üzerine değil, daha çok yolculuk üzerine… Mesela bir çileği tattıysa, tadı güzel geldiyse, “Dünya çilektir” diyebiliyor. Bu özellikleri nedeniyle hem koreografi, hem de barkovizyon efektleri ve görsel tasarım ile bu algı dünyasını desteklemek gerekiyordu. Türkiye’de ilk defa denenen ve başarılan bir yapım oldu. İşin ilginç yanı, bu röportajı oyundan önce yapsaydık “Başarılabilecek mi?” diye soracaktım.
Oyunu İngiltere’de izledikten sonra çok heyecanlandım; öncelikle sahnede kullanılan görsel efektlerin teknik olarak yapılıp yapılamayacağını çok uzun bir süre inceledik veTürkiye’de bu işi gerçekten doğru yapabilecek bir isim bulduk: Tufan Dağtekin’in on ay süren görsel tasarımı sayesinde ve Türkiye’nin en iyi dekor-ışık tasarımcılarından biri olan Kerem Çetinel’in de devreye girmesiyle bu süreci başarıyla tamamladık.
υ Tiyatro izleyicisi bu oyuna neden gelmeli? Bu oyun ile seyircide nasıl bir etki bırakmak istiyorsunuz?
Oyuna gelenler, “Neden benim de Christopher Boone gibi bir arkadaşım yok?” düşüncesiyle çıkacaklar. Bütün gençlerin bu oyunu aileleri ile izlemesi gerektiğini inanıyorum. Romanda otizm sözü hiç geçmiyor ve hiçbir duygu sömürüsü yok. Oyunun en ilginç yanı, karakterin dil ile ilişkisi. Kafka’nın söylediği gibi, dil sözcüklerden oluşuyor ama insan bu sözcükler arasında düşünme yeteneğini kaybediyor. Çünkü kavram kargaşaları ve metaforlar dilimizi kirletebiliyor. Dil, Christopher’ın da kafasını karıştırıyor çünkü metaforlar kullanıyoruz ve bu metaforlar aslında yalan… Mesela “Gülmekten kırıldım” ya da “Buz gibi bir insandı” dediğinizde Christopher aslında ne demek istediğinizi anlayamıyor, çünkü sözcükleri gerçek anlamları ile algılıyor, direkt düşünüyor. Dille kavgası onu matematiğe yöneltiyor. Asal sayıları seçiyor çünkü asal sayılar yalan söylemiyor. Asal sayılara sığınabiliyor.
Bence oyunu izlemeye gelen herkes, “Doğruyu söylemek ne güzelmiş” diyecek ve acayip eğlenecek. Ayrıca, karakterimizin matematik ve uzay bilimleri ile ilgili çok ilginç teorileri var, aslında muhteşem bir şekilde kendi ezberini de bozuyor. Her şeyin zıttının da olabileceğini 2,5 saatte kanıtlamaya çalışan bir çocuğun hikâyesi bu. Oyunda izleyiciye, yeni bir görme yeteneği kazandırabileceğimizi düşünüyorum.
Salonda, Tohum Otizm Vakfı için ‘Tohum Zone’ adında bir sıra ayrıldı. Eğer biletinizi bu kategoriden alıyorsanız doğrudan otizmli bireylerin eğitimine katkıda bulunmuş oluyorsunuz. Bunun dışında bir de Tohum Otizm Vakfı yararına bir gala yapılacak.
Sizi tiyatro tutkunuzla tanıyoruz. Mesleğiniz hakkında neler söylemek istersiniz?
Tiyatro gerçekten müthiş konsantrasyon gerektiren ve hata affetmeyen bir iş. Tabii Türkiye’de para kazanabilmek, hayatımıza devam edebilmek için yan meslekleri de yapıyoruz, sinema ve TV gibi… Şöyle bir düşünce var sanki: Tiyatroyu bir meslek olarak gördüğün zaman, ki bence öyle, onun üstünden ticaret yapıyormuşuz algısı yaratılıyor. Oysa insanların tiyatrodan para kazanarak evlerini geçindirdikleri gerçeği var.
Bu mesleği anlayabilmek için öncelikle mesleğin etik değerlerini ve kurallarını koymak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü mesleğin disiplininden ve gerekliliklerinden bir kaçış yolu olarak, mesela “Ben sanatçıyım, istediğim saatte kalkarım” dersen ve o gün o provaya 15 dakika geç kalırsan veya provada cep telefonuyla oynarsan, o işi üretemezsin.
Biz bu işi niye yapıyoruz? Seyirci için yapıyoruz ama İstanbul tiyatrosu o kadar içine kapandı ki, neredeyse gettolaştı. Sadece Beyaz Türklere hitap eden güvenli alanlarda üretir olduk. Tabii potansiyel tehlikelerden dolayı buna saygı duyuyorum ama Kayseri’de, Konya’da da oynayabilmeli ve oralarda da güzel şeyler söyleyebilmeliyim diye düşünüyorum.
Ayrıca tuhaf bir şekilde tiyatroculuğumu Yahudi kimliğimle bağdaştırıp ticaret yaptığımı da düşünüyorlar. Evet, tiyatrodan geçinilir ve tiyatro seyirci için yapılır. Seyircinin oyunumu beğenmesi çok değerli ama kendimi ona beğendirmek için değil, o oyunun gerekliliğinden yapıyorum ve oyun seyircisini buluyor. Çok ilginçtir ki, ‘Leyla’nın Evi’ dokuz yıldır devam ediyor. Nereye gitse Anadolu’da, bir kadın geliyor “Ben de Leyla’yım” diyor bana. Bu çok önemli. Şimdi de birçok insanın gelip “Ben Christopher Boone’um” diyeceğini düşünüyorum.
Geçtiğimiz hafta oyunu izledim. Kendimi, tiyatro samimiyetinin hâkim olduğu bir bilgisayar oyununda hissettim. Teknoloji mesafe değil, tam tersi yakınlık kazandırarak izleyiciyi Christopher Boone’un dünyasına sokuyor. Çok eğlendim, çok güldüm ve bildiğimi zannettiklerimi yeniden düşündüren bir dil ile çıktım oyundan.