Sanat ve Politika Üzerine Tarihi Fresk

Von Donnersmarck’ın 30 yıllık bir zaman dilimine yayılan ‘ASLA GÖZLERİNİ KAÇIRMA’sı iki dalda Oscar’a aday

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Şubat 2019 Çarşamba

On iki yıllık sinema kariyerine sadece üç film sığdıran Von Donnersmarck pek üretken bir yönetmen sayılmaz. Ancak Nazizm’in yükselişini, II. Dünya Savaşı ortamını, Sovyet işgalini, Berlin Duvarının inşasını, bir ressamın hayatı üzerinden anlatan film birinci sınıf. Gerçek hayattan alınmış olaylardan esinlenen senaryo, dönem dönem yürüyen bir epik hikâye formatında, genç bir ressamın sanat yolculuğunu ve yaşadığı fırtınalı aşkı anlatıyor. Zengin karakterleriyle, mükemmel sinematografisiyle, nefis görüntüleriyle, uyumlu oyuncu kadrosuyla film izlenmeyi hak ediyor.

 

Florian Henckel Von Donnersmarck, son yılların belki de en başarılı Alman filmi olan ‘Başkalarının Hayatı/ Das Leben Der Anderen’ (2006) başyapıtıyla sinemaya ilk adımını atmıştı.

Film, 1980’lerin karanlık ve baskıcı bir rejimin hüküm sürdüğü Doğu Almanya’da, bir istihbaratçı yüzbaşının bakan tarafından bir sanatçıyı takip etme görevinden sonra karşılaştığı entrikaları anlatıyordu. Yüzbaşı bu tiyatro yazarının rejime karşı gelmediğine ikna olunca, kendisine gizlice yardımda bulunuyordu.

Donnersmarck’ın başarısız bulunan ikinci filmi ‘Turist’ (2010) Jerome Salle’ın 2005 tarihli ‘Anthony Zimmer’ filminin ‘remake’i idi. (Başrollerde Angelina Jolie ile Johnny Depp vardı). Üçüncü film ‘Asla Gözlerini Kaçırma/Weck Ohne Autor’ bu yıl Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar için yarışacak. Görüntü Yönetmeni Caleb Deschanel de Oscar için yarışacak. Kısaca özetlemek gerekirse film, Nazi döneminde ve savaş sonrası komünist rejim altındaki Doğu Almanya’da bir ressamın yaşadıklarını anlatıyor.

30 yıllık bir zaman dilimine yayılan, sanat ve politika üzerine ilginç şeyler söyleyen film, Nazizm’in yükselişini, 2. Dünya Savaşı ortamını, Sovyet hâkimiyetini, Berlin Duvarının inşasını ve Batı’ya iltica yıllarını anlatıyor.

Teyzesiyle Dresden’de Nazi yönetimince düzenlenmiş, Picasso ve Chagall’in eserlerinin sergilendiği, avangard ressamların aşağılandığı bir sergiyi gezen 6-7 yaşlarındaki Kurt’u tanıtmakla başlıyor film. Özgür ruhlu teyze, psikolojik problem teşhisi konulunca, ari ırk kurma paranoyasına kapılan sistem tarafından gaz odasına yollanıyor.

Çocuk yaşta hayatının en büyük travmasını yaşayan küçük Kurt, geçmişi ardında bırakıp ilgi duyduğu resim sanatına odaklanmak istese de, Nazi rejimi ve komünizmin gölgesinde geçen yaşamının getirdiği sıkıntılardan kurtulamaz. Von Donnersmarck gerçek hayattan alınmış olaylardan esinlenerek yazdığı senaryoda, dönem dönem yürüyen epik bir hikâye formatında, Kurt Barnert’in sanat yolculuğu ve yaşadığı fırtınalı aşkı, büyük bir beceriyle anlatıyor.

Senaryosundaki ustalıkla çizilmiş zengin karakterleriyle, mükemmel sinematografisiyle, akıcı sinema diliyle, Amerikan veteran kameraman Caleb Deschanel’in nefis görüntüleriyle, birinci sınıf oyuncu kadrosuyla, ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ yılın en iyi filmlerinden biri oluyor.

Epik film formatında Almanya’nın 30 yılı

Oxford’da felsefe tahsili yaptıktan sonra Münih Film Akademisine giren, kısa metrajlı filmleriyle öne çıkan Von Donnersmarck ilk uzun metrajlı filmi ‘Başkalarının Hayatı’ ile ödüle boğulmuştu.

2006’da Avrupa’da yılın en iyisi seçildikten sonra, Yabancı Dilde En İyi Film dalında ‘Başkalarının Hayatı’ Altın Küre, Bafta, Cesar ve Oscar Ödüllerinin sahibi olmuştu. 1973 Köln doğumlu senarist-yönetmen-yapımcı Von Donnersmarck, 12 yıllık sinema kariyerine sadece üç film sığdırdığı için, pek de üretken bir sanatçı sayılmaz.

Müthiş bir tarihi fresk çizen son filmi, Almanya’da Nazizm’in iktidara gelişini, işlediği insanlık suçlarını, müttefik uçaklarının bombalarıyla yerle bir edilen Dresden üzerinden Almanya’nın yenilişini, Sovyet işgali altındaki Doğu Almanya’da sanatçılara yapılan baskıyı, boyunduruk altında yaşamak istemeyen Almanların Batı’ya iltica etmelerini, bir ressamın yükseliş mücadelesini ve sanatın gücünü ustalıkla gözler önüne seriyor. Von Donnersmarck senaryosunu yazarken, kurgusal kahramanı Kurt Barnert’ı Dresden doğumlu ünlü ressam Gerhard Richter’den esinlenmiş. Hocası Van Berten için de yine avangard ve öncü sanatçı Joseph Benuis’den esinlenmiş. Gerhard Richter’in 2012’de ‘Abstraktes Bild’ adlı soyut tablosu 34 milyon dolara satıcılınca, yaşarken eseri en pahalıya satılan ressam unvanını eline geçirmiş.

Genellikle siyah- beyaz fotoğrafların bulanıklaştırılması yöntemiyle üne kavuşan ve bugün 87 yaşında olan, resim sanatının yaşayan efsanesi Richter ise filmden hoşlanmamış.

Nazi yönetimince resim sanatının ‘Dejenere Sanat’ olarak aşağılanmasına tanıklık etmiş, karanlığa gömülmüş Doğu Almanya’nın duvar resimleri çizmeye mahkûm ettiği Kurt, Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisindeki hocası, savaş gazisi, performans sanatçısı, kuramcı Joseph Beys’tan çok etkilenir.

Sovyet rejiminin baskıcı boyunduruğundan kurtulup Batı’ya iltica edince, kaybettiği esin kaynağına kavuşan Kurt, yeteneğini geliştirip eski fotoğraflardan esinlenerek oluşturduğu özgün tarzıyla şöhreti yakalar.

 

Alman sanatçılar günahlarıyla yüzleşiyor

Film, Kurt ve üniversitede tanıştığı Ellie üzerinden müthiş bir aşk öyküsü anlatıyor. Çok sevdiği, ufkunu açan, kısırlaştırıldıktan sonra öldürülen teyzesiyle aynı adı taşıyan Ellie, Göring ile Göbbels’in eşlerinin de jinekoloğu olan profesör Seeband’ın kızıdır.

Bu acımasız adamın, Kurt’un teyzesinin ölüm fermanını imzalayan Nazi subayının oluşu, tesadüfen âşık olduğu Ellie’nin babası olarak yollarının kesişmesi öyküyü zenginleştiriyor. Kızıyla evlenmesini engellemek için (istenmeyen damat) Kurt’a sayısız kötülük yapan, normal bir doğuma hazırlanan kızını kürtaja zorlayan bu zalim jinekolog, Almanların yenilgisinden sonra hapse atılır. 1945’te esiri olduğu Rus binbaşının kızının zor doğumunu üstlenip anne ve bebeği kurtarınca binbaşının himayesinde dokunulmazlık kazanır.

Nazi geçmişini ustalıkla gizleyerek Doğu Berlin’de lüks yaşantısını sürdüren Profesör Seeband’ın maskesini düşüren (Zoraki Damat) Kurt olur. Kayınpederinin Nazi liderleriyle çekilmiş bir fotoğrafına gazete arşivlerinden ulaşan Kurt bu enstantaneyi bir tabloda ölümsüzleştirir.

İkinci Dünya Savaşından sonra, Almanya ve (geç de olsa) Polonya gibi ülkeler geçmişleriyle yüzleşip günah çıkardılar. Von Donnersmarck bu işi ustalıkla yapıp, yüzleşmeyi resim sanatı üzerinden yapıyor. Genç ressam Kurt, gerçek yüzünü açığa çıkardığı cani ruhlu kayınpederinden intikam almaya kalkışmıyor, kendisini ayıbıyla karşı karşıya bırakıyor.

Film, esin kaynağını arayan genç bir ressamın kendi ruhunu ve yaratıcılığını arama öyküsünü, tarihsel dram şablonları içinde ustalıkla anlatıyor. Bunu çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı sonsuz travmayı atlatıp, güçlükleri ve engelleri aşıp sanatına odaklanarak yapıyor. Film sanatın gücünün insanları karanlıktan çıkarabileceğini gözler önüne seriyor.

Bu rolde Berlin doğumlu, genç yaşına (36) rağmen 60’a yakın filmde oynamış Tom Schilling çok başarılı. Sevgilisi Ellie’yi canlandıran Paula Beer (23) sanatçı bir anne-babanın kızı olarak çocuk yaşta tiyatro oyunlarında yer aldıktan sonra, ilk çıkışını ‘Diplomasi’ (2014) ile (Volker Schlöndorff yönetiminde) yaptı.

Paula Beer, François Ozon’un I. Dünya Savaşı başyapıtı ‘Frantz’da (2016) savaştan dönemeyen gizemli asker Frantz’ın gözü yaşlı nişanlısı Anna rolünde de çok başarılıydı.

Yine bu yıl izlediğimiz Christian Petzold’un savaş sonrası travmasını anlatan kaliteli filmi ‘Transit’te (2018) Paula Beer, Amerika’ya iltica etmek için transit vizesi peşindeki gizemli Marie’yi canlandırıyordu. Filmin en ünlü oyuncusu, 100 filmlik kariyeriyle Almanya’nın en ünlü karakter aktörleri arasında yer alan Sebastian Koch’u Profesör Carl Seeband rolünde izliyoruz.

56 yaşındaki aktör, sapık bir ideolojinin uygulayıcısı jinekolog, savaş sonrası kirli geçmişini gizlemeyi beceren savaş suçlusu Seeband’da her zaman olduğu gibi çok başarılı. Aynı aktörü, Von Donnersmarck’a şöhreti getiren ‘Başkalarının Hayatı’ filminde, gözaltında tutulan tiyatro yazarı Georg Dreyman rolünde izlemiştik.