Theodor Herzl, 1891- 1895 yılları arasında Viyana’da yayınlanan ‘Neue Freie Presse’ gazetesinin Paris muhabiri olarak Dreyfus Dâvası’nı takip etti. Fransız ordusunda yüzbaşı olarak görev yapan Fransız Yahudisi Alfred Dreyfus, Paris’teki Alman askerî ataşesine Fransız ordusunun sırlarını satmakla suçlanmıştı. Savaş Konseyi, herhangi bir somut delil ve kanıt olmamasına karşın, avukatlarına dahi gösterilmeden verilen gizli bir dosya ve bir el yazısı karşılaştırmasına dayanarak, Dreyfus’ü sürgüne göndermiş ve rütbesinin geri alınmasına karar vermişti.
Antisemit yaklaşımından ötürü bu dava Herzl’i çok etkilemişti. Bu olaydan sonra Yahudi sorunu üzerine düşünmeye başlayan Herzl, bu yönde çalışmalar yapmaya başladı. Sonuçta yalnızca Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasıyla Yahudilerin kurtuluşunun sağlanabileceğine kanaat getirdi. Herzl, bu konuda fikirlerini anlattığı ‘Der Judenstaat’ (Yahudi Devleti) isimli kitabını Almanca olarak 1896 yılında yayınladıve bu amaçla yoğun temaslar ve Siyonizm kongreleri gerçekleştirdi.
Dreyfus Davası nasıl gelişmişti?
5 Ocak 1895’te, Fransız Askerî Okulunda kalabalık bir yüksek rütbeli subay grubunun önünde genç Yüzbaşı Alfred Dreyfus, ordudan ihraç edildi. Bu arada güvenlik çitlerinin ardındaki kalabalık ise nefret sloganları haykırıyordu. Dreyfus’un rütbeleri söküldü, kılıcı kırıldı. Sabık subay, Fransa’nın uzaklarındaki Guyana’da bulunan Şeytan Adasında cezasını çekecekti. Suçu neydi? Dreyfus, Almanya’ya evraklar vermekle itham edilmişti. Elçiliğe verilen daha sonraları ‘bordro’ olarak nitelendirilen ve ortadan kaybolan bir mektup söz konusuydu ve bu konuda beş ekspertizin üçü, Dreyfus’un el yazısını saptamışlardı. Tek kanıt buydu! Daha sonra gizli bir dosya daha bulundu. Bunda yer alan bir mektupta rastlanan D harfi, Dubois adlı bir casusa aitti… Fakat bütün bunlar mühim değildi. Dreyfus yargılanmıştı ve Fransa’yı alçaltıcı bir şekilde 1870’te yenilgiye uğratan düşmanın lehine korkunç bir suç işlemişti. Esasında her şeyden evvel askerî üniforma giymiş bir Yahudi’nin varlığı, muhafazakâr ve tepkici bir anlayışa zaten ters düşüyordu.
1892’den beri Yahudilerin Fransız Ordusunda yer almasına karşı çıkan antisemit Edouard Drumont’un ‘Libre Parole’ adlı gazetesi, bu durum ile iftihar edebilirdi. Dreyfus herkesin gözünde suçluydu– askerler veya siviller, antisemit olanlar veya olmayanlar, monarşistler veya cumhuriyetçiler, muhafazakârlar veya ihtilâlciler, burjuvalar veya işçiler… Dreyfus’un eşi Lucie ve onun ağabeyi Mathieu, Dreyfus’u kurtarmak ve masumiyetini ilân etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ama hiçbir teşebbüs sonuç vermedi. 1896’da Bernard Lazar adında bir yayıncı, Dreyfus’un masumiyetini belirten bir broşür yayınladı; bu konudaki ilk teşebbüstü, ama konu unutuldu. Ancak Dreyfus’un ailesinin etrafında kümelenenler artmıştı; hatta 1897 yazında Senato’nun ikinci başkanı Auguste Scheurer- Kestner de bu kişilere katıldı. Bu arada istihbarat hizmetleri şefi Yarbay Georges Picquart, gerçek suçlunun Charles- Ferdinand Walsin Esterhazy adında bir subay olduğunu saptadı ancak bunu ilan etmekten çekiniyordu. Bu arada muhalif gruba katılım da artıyordu: edebiyatçılar, senatörler, eski bir bakan, bilim adamları… Yıl sonunda ünlü yazar Emile Zola da, tereddütlerinden sıyrılıp gruba katıldı. Aslında politikaya karışmayı hiç sevmeyen Zola, Fransa’ya ve Cumhuriyet’e büyük zarar verecek olan bu hatalı yargıya ait ısrarcı ve antisemit tutumu kırmaya kararlıydı. Nihayet 13 Ocak 1898 tarihli ve tirajı 300.000 olan ‘L’Aurore’ gazetesinde bombayı patlattı: “İtham ediyorum!” Maksat, Esterhazy casusu skandalından sonra, hükümeti bir reaksiyon göstermeye zorlamaktı.
Emile Zola’nın isyanı
Bu yazıdan kısa bir süre evvel, Dreyfus olayı ciddî boyutlara ulaşmıştı. Zola bir skandal yaratmak istiyordu ve basın da, bundan daha önemli bir mevzu tanımıyordu. Zola’nın başını çektiği protesto listelerinde binlerce imza bulunmaktaydı: profesörler, talebeler, sanatkârlar, edebiyatçılar, vb. Sokaklarda da gösteriler ve kavgalar başlamıştı. “Yaşasın Dreyfus, yaşasın Zola” haykırışlarına antisemitlerin “Yaşasın Ordu, Zola’yı tevkif edin, Yahudilere ölüm!” naraları karışıyordu. Özellikle taşrada Yahudi mahalleleri kontrolden çıkmış ve tehditkâr güruhların saldırısına uğramıştı. Cezayir’de yağmalar, yangınlar ve cinayetler İncil’in uğruna gerçekleşti. Boufarik, Mostaganem, Bab el Qued’de korkunç pogromlar oldu, mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, insanlar dövüldü ve katledildiler. Zola, devlete, hükümete, orduya ve kamuoyuna karşı tek başına harekete geçmişti ve herkesin bir pozisyon almasını umuyordu.
Gerçi Zola’yı destekleyen entelektüeller ve Sorbonne’daki profesörler onun pek bilimsel bir şekilde hareket etmediğinin bilincindeydi ama bu sayede ilk defa yalnız Dreyfus’u kurtarmak için değil, yalana, haksızlığa, karanlığa karşı koymak, demokrasinin ve cumhuriyetin ilkelerine sıkı sıkı yapışabilmek için de gerçek bir umut ışığı belirmişti. 23 Şubat’ta tüm ilgileri celbeden bir mahkemeden sonra, Zola bir yıl hapse ve 3.000 Frank para cezasına, L’Aurore’un sorumlu yazı işleri müdürü Perrenx de dört ay hapis ve 3.000 Frank para cezasına mahkûm edildiler. Zola’nın avukatı, mahkemenin yetkisizliğini savundu ama iddiası reddolundu. Zola ve Perrenx, yasanın vazettiği en yüksek cezaya çarptırıldı. Zola da İngiltere’ye kaçarak ‘M. Pascal’ sahte ismini kullanmaya başladı.
Artık olaylar çorap söküğü gibi çözülmeye başlamıştı. Zola’nın davasında Savaş Bakanı Cavaignac, İstihbarat Servisi Başkanı Picquart’tan sonra görev alan Yarbay Henry’nin montajladığı bir evrakı deşifre etti, Henry tutuklandı. Sonra hücresinde elinde bir ustura ile ve boğazı kesilmiş olarak ölü bulundu. Bakan bunun üzerine istifa etti. Bir revizyona gitmek artık şart olmuştu. 3 Haziran 1899’da, 1894’te açılan Dreyfus Davası düştü ve Dreyfus yeni bir Divan-ı Harp önüne çıkarıldı. Zola ise tekrar Fransa’ya dönebilirdi. Mademki artık Dreyfus Şeytan Adasında değildi, mademki Zola geri gelmiş ve Yarbay Picquart on bir aylık bir tutukluluktan sonra serbest kalmıştı, Fransız halkını duyumsadıkları vicdan azabından azat etmek mümkündü.
Dreyfus aklandı
Zola ve Picquart tekrar yargılanmayı bekleyip durdular. Davaları 1900 yılına dek sürekli olarak ertelendi fakat kesin bir karar da çıkmadığından, bu kişiler masumiyetlerini ilân da edemiyorlardı. Zola, davanın sonunu göremedi. 29 Eylül 1902’de evinde tıkalı bir şöminenin dumanından zehirlenmiş vaziyette ölü bulundu. Bu saçma bir kaza mıydı, yoksa cinayet miydi? Kimse bilemedi. Dreyfus’e gelince, Zola’nın ölümünden dört yıl sonra Temmuz 1906’da aklandı. Dreyfus davası bitmişti. Gerçeğin önünde hiçbir şey duramamıştı, adalet ve onunla beraber Cumhuriyet muzaffer kılınmıştı. Ancak haksızlık süre geliyordu. Dreyfus’a eski rütbesinde bir görev verilmedi ve kendisinden çok sonra subay olmuş kişilerin gerisinde olarak terfi listelerinde yer aldı. Şeytan Adasında yitirdiği beş yıl kendisine iade edilmedi. Dreyfus, kendisini istemeyen bir orduda artık kalamazdı.
Gençliğinde Herzl’in Yahudiliği güçlü değildi. Bar Mitzvasını yapmıştı ama zorunlu olarak öğrendiği İbraniceyi unutmuştu. Evinde dini bayramlar ‘folklorik’ açıdan önem taşırdı, Noel daha büyük bir sevinç kaynağıydı. Herzl, asimilasyonu benimsemişti ve geniş kitlelerin arasında erimek için Yahudi çocukların vaftiz edilmesini bile öneriyordu: Yahudilik yükünden kurtulunmalıydı. Ancak Herzl, asimilasyonun çıkmaz bir yoldan ibaret olduğunu, ne yaparlarsa yapsınlar yabancı kabul edileceklerini görmek zorunda kalacaktı. “Yalnız atalarımızın dinini koruyarak yaşadığımız ülkelerin uluslarına karışmaya çalıştık. Sadık hatta bazen fazla sadık olmamız boşuna… Ülkemizin sanatına ve bilimine ticaret ve değişim yöntemleriyle zenginliğine katkıda bulunmaya çalışmamız boşuna… Yüzyıllardır yaşadığımız ülkelerin yabancısı ilan ediliyoruz… Eğer bizi rahat bıraksalardı… Ama kimsenin bizi rahat bırakacağına inanmıyorum.” Nitekim de bu arada Viyana’nın Yahudi mahallesinde karışıklıklar çıktı ve Yahudilerin dükkânları yağmalandı.
Herzl kendisini Dreyfus ile özdeşleştiriyor
Dreyfus’un davasını izleyen Herzl, yavaş yavaş kendini onunla özdeşleştirmeye ve onda asimile olmuş yabancı kabul edilerek dışlanmış ve kökenlerinden ötürü zulme uğramış Yahudi sembolünü görmeye başlayacaktı. Yüzbaşı tutuklandığı sırada, Fransızların hemen hepsi gibi Herzl de, Dreyfus’un suçlu olduğuna inanmıştı, bu iğrenç casusluk olayının ifade ettikleri üzerinde uzun boylu düşünmemişti ve hâlâ antisemitizmi kökten yok etmeye yönelik bir çözüm aramaktaydı. Daha sonra tavrı değişmeye başlayan Herzl, dava esnasında Dreyfus’un bir portresini çizecek ve salondaki kalabalığın rütbelerin sökülmesi sırasındaki düşmanca tarzını vurgulayacaktı. Herzl, Dreyfus olayında kişisel bir dramdan öte, Yahudi halkını yok oluşa götüren asimilasyon ideolojilerinin çöküşünü temsil eden antisemitizmin yükselişini görmektedir. Yüzbaşının rütbeleri sökülürken mahkeme salonundaki kalabalık, “Yahudilere ölüm!” diye bağırmaktaydı. Nerede? Fransa’da, hem de İnsan Hakları Bildirisi’nden tam yüz yıl sonra. Fransızlar bu hakların Yahudilere uygulanmasını istemiyorlardı. Herzl’e göre asimilasyon gerçekleşemezdi. Çünkü antisemitler, Yahudilerin asimile olmasına izin vermeyecek ve onları asla rahat bırakmayacaklardı. Yahudi farklılığı silinememektedir. Çünkü bu şekilde dış düşmanlar, Yahudilerin bir bakıma böylece birlik halinde olmalarını da sağlamaktadır. Bir hareketi yok edemezseniz başka bir hareketi geliştirmek zorundasınız. Bu durumda Herzl, gelecekteki Yahudi yurdunu kurmak için proleterleşmiş aydınlardan başlayarak temaslara başladı. Ona göre Siyonizm, Yahudi sorununun çoktandır aranan çözümüydü.
Antisemitizm üzerinde sayısız araştırmalar yapılmıştır. Ancak hepsi de somut bir neden sunmaktan uzaktır. Neden ‘Yahudi’ bu kadar farklı bağlamlarda böylesine şeytanlaştırıldı? “Kötülüklerimizin kaynağı” olmakla, kısacası “şeytanî nedenselliği” cisimlemekle neden sürekli suçlandı? Bu sorunun birçok sebebi vardır ama doğrusu hiçbiri tatmin edici değildir.
1- Yahudilerin kendisine özgü yapısı (özellikle Yahudi karşıtlarının);
2- Yahudileri kabul eden toplumların Yahudi düşmanı özellikleri;
3- Yahudilerin tutumlarıyla düşmanca duyguların ve ayrımcılıkların hedefi olduğu ve olmaya devam ettiği, kendilerini kabul ettirmiş toplumlarda yaşayanların tutumları arasındaki etkileşim… Lâkin Yahudi fobisinin toplumsal- tarihsel koşullara göre aldığı sürekliliği nasıl açıklamalıdır?
Kuşkusuz Herzl de, bu soruya cevap veremediğinden kendi çözümünü üretmişti. Aslında antisemitizmin nedeni Tora’da birçok ayette yansıtılmıştır. Örneğin İsrailoğulları’nın olumsuz davranışlarına cevaben Tanrı bir ayette şöyle demektedir: “O gün ona karşı öfkem alevlenecek; onları terk edeceğim ve Yüzümü ondan gizleyeceğim. [Düşmanlarına kolay] Av olacak; çok sayıda kötülükler ve sıkıntılar onu bulacak.” Keza Siyonist kongrelerde bir Yahudi devleti olarak İsrail’in saptanması da dinsel kökenlidir. Kaldı ki, Yahudiler her ne zaman yaşadıkları toplumlara daha kolay uyum sağlamak için asimilasyona izin verdilerse, bu dönemlerde hep baskı ve aşağılanma ile karşılaştıklarını Yahudi tarihi saptamıştır.
Öte yandan Dreyfus Davası ile ilgili olarak Dreyfus’ün aklanması için birçok kişinin seferber olduğu ve çeşitli resmî yazışmaların oluşturduğu kayıtlarda yer almaktadır. Bu durum Yahudi tarihinin en sıkıntılı dönemlerinde cüzi sayıda da olsa Yahudi olmayan salih ve dürüst (righteous) kişilerin beşerî adalet uğruna fedakârlıktan kaçınmadıklarını sergilemektedir.