Deneyimli gazeteci, Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Sedat Ergin ile Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasının önemli bir ayağını oluşturan Suriye meselesini konuştuk. Ergin, ülkemizdeki Suriyeli mültecilere yönelik oluşturulması gereken stratejilerden, Fırat’ın doğusundaki bölgenin paylaşımına kadar birçok konudaki öngörülerini paylaştı.
Türkiye’de yaşayan Suriyeliler pek sevilmiyor. Gün geçmiyor ki Türkler ve Suriyeliler arasında bir gerilim yaşanmasın… Vatandaşın bakış açısını değiştirecek neler yapmalıdır Türkiye Cumhuriyeti Devleti? Sade vatandaş için Suriye meselesi Suriyeli göçmenlere kilitlenmiş durumda. Bu meselenin sıradan Türk insanının hayatına, göçmenlerle gelecekte beraber yaşamak anlamında etkisi neler olacak?
Suriye sorununa kalıcı bir çözüm bulunduğunu varsaydığımız iyimser bir senaryoda bile Türkiye’de yaşayan, resmi sayıları 3,6 milyonun üzerindeki Suriyeli mültecinin belli bir bölümünün ülkemizde kalacağını varsaymamız gerçekçi olur. Bu da bizi gelecekte bir Suriye azınlığının Türk toplumunun bir parçası olacağı sonucuna götürür. O zaman yapılması gereken, uygar bir ülkeye yakışır şekilde, Suriyeli mültecilerin Türk toplumuna entegre olmasını sağlayacak stratejilerin bugünden oluşturulup zaman geçirilmeksizin hayata geçirilmesidir. Artık kendisini Türkiyeli kabul eden, Türkçe konuşan Suriyeli çocuklar var ve bunların hafızalarında Suriye diye bir ülke yok, varsa da süratle silikleşiyor. Türkiye, toplumsal barışın ve huzurun ileride bu sorun nedeniyle gölgelenmemesi için Suriyeli mültecilerin entegrasyonu konusunu, daha doğrusu ortak bir geleceği bugünden planlamaya başlamalı.
İdlib en büyük sorun, nasıl çözülecek? Ruslara El Kaide uzantılı HTŞ’yi silahsızlandırma sözü verildi ama başarılamadı; meydan Ruslara bırakılabilir mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse bu aşamada İdlib sorununa bir çözüm göremiyorum. BM tarafından terörist ilan edilmiş olan, El Kaide uzantısı Heyet Tahrir Üş Şam’a bağlı militanlarının sayısının 20 bine yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu militanlar İdlib’de kaldıkları sürece Türkiye için, Suriye için, bütün bölge için tehlike yaratmaya devam edecek. İdeali, bu köktendinci teröristlerin evcilleştirilip toplum hayatına katılması olur, ancak bunun olabilirliği yok. Bu cihatçıları İdlib’te toplayıp dünyanın ücra bir köşesine sürme imkânınız da yok. Açmaz şurada: Öncelikle İdlib’de 3 milyon insanın yaşadığını unutmayalım. Bunların yarıdan fazlası Suriye’nin başka yerlerinden göç etmek zorunda kalmış. HTŞ’yi ortadan kaldırmak üzere topyekûn bir askeri harekât düzenlediğiniz takdirde 3 milyon insanın etkileneceği büyük bir göç dalgasının başlaması, büyük bir insani felaketin yaşanması kuvvetle muhtemel. Bu kimsenin, en başta Türkiye’nin görmek istediği bir şey değil. Çünkü bu göç dalgası önce Türkiye’yi vuracak. Dolayısıyla askeri seçenek de meseleyi çözmüyor, daha karmaşık hale getiriyor. Ancak insani felaket olmasın diye askeri harekâttan kaçınıp hareketsiz kaldığınız takdirde de önemli ölçüde sahada HTŞ’nin lehine olan mevcut statükoyu korumuş, yani HTŞ’nin İdlib’deki hâkimiyetini kabullenmiş oluyorsunuz. Belki topyekun bir askeri harekâttan kaçınan ancak lider kadroları üzerine baskı kuran, kademe kademe ilerleyen bir strateji ile sonuç alınabilir. Ama bu durumda bile hepsinin teslim bayrağını çektiğini varsaydığınızda, binlerce HTŞ’li cihatçıyı ne yapacaksınız, nereye koyacaksınız? Bunlar kolay yanıtları olan sorular değil.
ANKARA ve ŞAM
Türkiye neden Esad ile anlaşmıyor? Anlaşsa sorunlar çözülebilir mi? Ya da sorumu şöyle değiştireyim; ABD tarafından terkedildiğini düşünen mesela Birleşik Arap Emirlikleri Şam’da büyükelçilik açtı. Suriye, Arap Ligine geri dönüyor. Türkiye kendini yeniden konumlandırmak konusunda geç mi kalıyor ya da kısa bir süre sonra barış dolu mesajlar mı başlayacak ülkelerimiz arasında?
Türkiye iç savaşta bütün kartlarını açıkça Esad’a karşı oynadı, bu amaçla silahlı muhalefete büyük destek verdi. Esad’ın gideceği seçeneğine kendisini kuvvetle bağladı. Esad’ın iç savaştan galip çıkması kabul edelim ki, Türkiye açısından sıkıntılı bir durum yaratıyor. Esad’la barışmanın önünde de bir dizi siyasi, psikolojik faktör var. Kabul edelim ki burada yapılacak bir manevra kolay olmayacak. Ancak eninde sonunda Türkiye’nin kendisini Esad ile çalışma seçeneğine hazırlaması kaçınılmaz hale gelecek. Zaten bu yönde somut adımların atılmaya başlandığını düşünüyorum. Önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Gerektiği zamanlarda İran ve Rusya üzerinden mesajların gidip geldiğini” açıkladı. Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan alt kademede istihbarat birimleri arasında temasların yürütüldüğünü söyledi. Geçenlerde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türk ve Suriye askeri makamları arasında Rusya üzerinden ilişki tesis edildiğini diplomatik bir dille duyurdu. Bütün bunları yan yana getirdiğinizde zaten Şam ile Ankara arasında bir diyalogun başlamış olduğunu görüyorsunuz. Peki, Türkiye neden ilişkisini hep üçüncü şahıslar üzerinden yürütsün ki… Komşunuzla ilişkinizi aracıya havale ettiğinizde, aracı ülke de kendi çıkarlarına uygunluğu ölçüsünde size yardımcı olur. Dolayısıyla aracıları ortadan çıkartmak her zaman çıkarlarınız açısından daha doğru bir tercihtir.
Özetle, Türkiye’nin artık Esad rejimi ile görüşmemek gibi bir lüksü yok. Sahadaki gelişmelerin seyri sizi Esad rejimi ile oturup görüşmeye mecbur bırakıyor. Ayrıca Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda Ankara ile Şam’ın çıkarları, bugün sahada olan pek çok yabancı ülkenin Suriye gündemine, hesaplarına kıyasla çok daha fazla örtüşüyor. Ancak şu güçlüğü de kabul ediyorum: Esad rejimi yüz binlerce insanın ölümünden sorumlu, eli kanlı bir lider. Bu nedenle elini sıkmak istemiyorsunuz. Gelgelelim bugün dünya sahnesinde elini sıktığınız aktörlerden kaçının elinde kan izi yok? Ayrıca siz tanımasanız da uluslararası sistem, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Esad’ı Suriye’nin meşru egemen temsilcisi olarak kabul ediyor.
Tampon bölgeyi biz istedik ama dahil olmamızı istemeyen güçler var. Demokratik Suriye Güçlerinin siyasi kolu DSM bölgenin, Fransa, İngiltere, Avustralya ve DAEŞ ile birlikte savaşan koalisyon güçlerinin güvencesi altında olmasını istiyor. Bu konuda ne yapılmalı ya da yapılacak?
Adına ister tampon ister güvenli bölge deyin, bu bölge konusunda bütün aktörlerin farklı görüşleri, niyetleri, hesapları var. Herkes bu bölgeden farklı bir şey anlıyor, buraya farklı bir işlev yüklemek istiyor. Türkiye güvenli bölgeyi öncelikle PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin yarattığı terör tehdidini ortadan kaldırmak için istiyor. Buna karşılık Amerikan tarafı Türkiye’nin güvenlik kaygılarına hak vermekle birlikte, aynı zamanda Türkiye’nin YPG’ye bir harekât düzenlemesini önlemek, daha doğrusu YPG’yi Türkiye’den korumak için de istiyor. Yani Türkiye ile YPG’yi birbirinden uzak tutacak, aralarında tampon işlevi görecek bir konsept içinde tasarlıyor güvenli bölgeyi. Rusya’ya gelince, zaten sıcak bakmıyor, ancak Türkiye’nin Şam ile anlaştığı takdirde Suriye topraklarına girmesine itiraz etmiyor. İran Rusya gibi düşünüyor. Şam zaten buna karşı. Avrupa ülkeleri ABD’nin ne yapacağını görmeye çalışıyor. Bu kadar çok aktörün elini attığı bir yerden istikrarlı bir tablo çıkar mı, zannetmiyorum. Sonunda Fırat’ın doğusu jeopolitik anlamda yamalı bir bohçaya benzeyecek gibi görünüyor. Fırat’ın doğusu bağlamında Suriye meselesi uzun yıllar hem bölge hem de Türkiye için büyük bir baş ağrısı olacaktır.
“SURİYE’DE BİRDEN FAZLA SAVAŞ SÜRÜYOR”
İsrail’in Suriye politikası, Suriye’deki İran hedeflerini vurmak yönünde oldu. ABD’nin bölgeden çekilme kararını açıklamasından sonra İran hedeflerine yönelik saldırılarını kabullendi. Bunun nedeni ne olabilir?
İşin gerçeği şu: Suriye toprakları üzerinde sekiz yıldır rejimle silahlı muhalifler arasındaki iç savaşın yanı sıra adı konmamış bir İran-İsrail savaşı da sürüyor. İran ve İsrail, Suriye üzerinden birbirlerinin çıkarlarına karşı acımasız, sert bir savaş yürütüyorlar. İran’ın başından beri Suriye’de önemli bir askeri mevcudiyeti var. Ayrıca Lübnan’daki Hizbullah üzerinden de İsrail üzerinde önemli bir tehdit yaratıyor. Aslında bugün İsrail ile İran’ı hem Lübnan hem Suriye üzerinden sınırdaş olarak da görebilirsiniz. İsrail de kendisine tehdit olarak gördüğü için Suriye’deki İran’a ait her askeri işareti, unsuru hedef alıyor ve vuruyor. Suriye sorunu çözümsüz kaldığı sürece de İsrail ile İran arasındaki çatışma durumunun bölgedeki önemli bir gerginlik kaynağı olarak süreceğini kabul etmemiz gerekiyor.
Suriye’de demografik yapı çok değişti. Mevcut yapı hakkında bilginiz var mı?
Suriye’nin savaş başlamadan önceki nüfusunun 21 milyon dolayında olduğu tahmin ediliyor. Bu nüfusun azımsanmayacak bir bölümü bugün ülke dışında. Yalnızca 3 milyon 600 bin kişi Türkiye’de yaşıyor. Avrupa’ya gidenlerin sayısı 1 milyona yakın. Mültecilerin sayısının Lübnan’da 1 milyon, Ürdün’de 600 binin üstünde olduğu anlaşılıyor. Nüfusun yaklaşık üçte biri bugün yurtdışında. Ayrıca 6 milyon dolayında insanın da ülke içinde yer değiştirdiği anlaşılıyor. Örneğin bugün İdlib’de yaşayan 3 milyon insanın yarıdan fazlası başka bölgelerden gelmiş insanlar.
Demografik değişikliğin biri başka boyutu da Türkiye sınırına bitişik bölgelerde ortaya çıktı. Esad rejiminin 2012’de Fırat’ın doğusundan çekilmesi ile birlikte doğan boşluğu PKK’nın uzantısı YPG/PYD doldurdu. Bu coğrafyada başlıca üç kantondan oluşan bir özerk Kürt yönetimi kuruldu. Bu durum, bazı demografik değişiklikleri ve zorlamaları da beraberinde getirdi. Örneğin, eskiden beri Arap nüfusun yoğunlukta olduğu bazı yerleşimler Kürt yönetimine girerken, bazılarında buna paralel nüfus hareketleri de gözlendi. Menbiç bu bölgelerden biri. Nüfusun çoğunluğu Arap, ancak bugün YPG’nin kontrolünde. Keza Tel Abyad da eskiden beri Arapların ağırlıkta olduğu bir yerleşim ama bugün PYD’nin kontrolünde. YPG’nin kontrolü ele geçirdiği bazı yerleşimlerde Arapları hedef alan etnik temizlik yaptığı bugün Batı’nın saygın insan hakları örgütlerinin raporlarıyla da belgelenmiş durumda. Ayrıca, aralık ayı başında BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Güvenlik Konseyine sunduğu Suriye raporunda Özerk Kürt Yönetiminin Kürt grupların Haseke ve Kamışlı’da Arap çocukların kendi ana dillerinde eğitim almalarını engellediğini açıkladı. Suriye sorununa bulunacak kapsamlı bir çözüm zorlamaya dayalı bu demografik değişikliklerin de düzeltilmesini gerekli kılacak.
Kürtler Şam ile anlaşabilir mi?
YPG/PYD zaten uzun bir zamandır Esad rejimi ile müzakere halinde. YPG, aslında şu an hem ABD, hem Esad rejimi, hem Rusya, hem de İran ile pazarlık halinde. ABD’ye karşı Esad kartını, Esad’a karşı da Amerikan kartını kullanıyor. Bu şekilde kendileri açısından Suriye’nin geleceğinde çıkarlarını maksimize edebilecekleri en elverişli sonucu elde etmek arayışı içindeler. Amerikan politikasındaki tutarsızlıklar ve Türkiye’nin kurduğu baskı karşısında YPG’nin Şam ile anlaşmasını ihtimal dışı görmüyorum. Bütün mesele Kürtlerin kendileri için talep ettikleri özerkliğin sınırları ile Şam’ın onlara vermeye razı olacağı haklar arasında büyük farklar var. Burada güvenlik güçlerinin statüsü, YPG’nin silahlı unsurlarının ne olacağı, Suriye ordusunun içine dahil edilip edilemeyecekleri gibi çok kritik meseleler de var.
ABD’nin Suriye’den çıkması DEAŞ’ı hortlatabilir mi?
ABD Suriye’den çıksın, çıkmasın DEAŞ tehdidinin tümüyle ortadan kaldırılmasının kolay olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu örgüt askeri olarak sahada silahlı güç olarak etkisini, alan hâkimiyetini kaybetse bile, varlığını farklı örgütlenme biçimleri altında sürdürebilecek bir esnekliğe de sahip. Bu amaçla her tarafa yerleştirdikleri uyuyan hücreleri vasıtasıyla asimetrik bambaşka savaş yöntemlerine başvurabilirler. Bunun örneklerini sahada görüyoruz zaten. Ancak uluslararası koalisyonun DEAŞ’ı çok ağır bir yenilgiye uğrattığı, örgütün arazideki hâkimiyetine çok büyük ölçüde son verdiği de bir gerçek ve bundan herkesin memnun olması gerekir. Ancak bundan sonraki dönemde DEAŞ’ın asimetrik yeni savaş yöntemlerine karşı uyanık olmakta yarar var. Kimsenin kendisini rehavete kaptırmaması gerekiyor. Çok boyutlu, süreklilik gerektiren ve meselenin kaynağında ortadan kaldırılmasını ön planda tutan bir bakış, bir strateji gerekiyor. Her hâlükârda ABD Suriye’yi terk etsin etmesin, Fırat’ın doğusunda bir kuvvet boşluğunun ortaya çıkmaması gerekiyor. Ancak bu da bizi kuvvet boşluğu ihtimaline karşı tek güvencenin ABD askeri varlığı olduğu gibi bir kabule götürmesin.
Rusya Devlet Başkanı Putin, 2010’daki Türkiye - Suriye arasında ‘Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması’nı gündeme taşıdı. Rusya’nın gerçek niyeti ne? Şam’ın yolunu mu göstermeye çalışıyor?
Evet, Rusya’nın politikası bir an önce Şam ile Ankara arasında normalleşmeyi hayata geçirmek. Adana Mutabakatını gündeme getirmelerinin nedenlerinden biri de bu. Çünkü bu anlaşma iki ülkenin işbirliğini öngörüyor. İşbirliği tek taraflı olmaz. Türkiye ile Suriye arasında Adana ‘mutabakat metni’nin devamı olan, onu genişleten 2011 tarihli ikili teröre karşı işbirliği anlaşmasının yedinci maddesinde, “ortak operasyonlar yapılması olanakları konuşulacaktır” deniyor. Yani Türkiye ile Suriye’nin ortak çalışmaları gerekiyor. Rusya bunu sağlayabildiği takdirde, hem Esad rejimi Fırat’ın doğusunda da, böylelikle ülkenin tümü üzerinde Rusya’nın da arzu ettiği gibi egemenliğini yeniden tesis etmiş, hem de kuzey komşusu Türkiye ile diyaloga girmiş olacak.
Suriye krizinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Esad rejimi ile silahlı Suriye muhalefeti arasında 2011’de başlayan iç savaş bitti ve bu kanlı mücadeleyi İran ve Rusya’nın kuvvetli desteğini yanına alabilmesi sayesinde Esad kazandı. Ancak iç savaş bu şekilde sonuçlansa da iki noktada parantez kapanmış değil. Birincisi İdlib. Ülkenin batısında silahın muhalefetin kontrol altında tutabildiği tek yer burası. İdlib’in geleceği belirsizlik gösteriyor.
Bir de YPG ve onu himaye eden ABD’nin kontrolü altındaki Fırat’ın doğusunda ne olacağını bilmiyoruz. Orada da parantez açık ve nasıl kapanacağı süren büyük bir pazarlığın konusu. Fırat’ın doğusu dediğiniz zaman ülke topraklarının en az üçte birini anlamamız gerekiyor. Başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkesi ve bu arada Türkiye, Esad rejiminin Fırat’ın doğusuna geçmesine karşı, bunu engellemeye çalışıyor. Fırat’ın doğusunda nasıl bir tablonun belireceği bütün Ortadoğu bakımından çok önemli. Bir kere Suriye’nin yeni dönemde nasıl bir görüntü alacağını belirleyecek. Fırat’ın doğusu sadece Suriye meselesi de değil aslında. Ortadoğu üzerindeki büyük ölçekteki nüfuz mücadelesi bütün sertliği ile burada karşımıza çıkıyor. Bu çerçevede Fırat’ın doğusu ile ilgili çekişme ABD ve İsrail açısından İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu kesme arayışının bir parçası. Ayrıca burada ortaya çıkacak statü, bütün bölgede Kürt sorununun geleceğini de ilgilendiriyor.
Unutmayalım ki Suriye sorununa masada nasıl bir nihai çözüm bulunacağı sonraki dönemde bütün Ortadoğu’nun geleceği üzerinde belirleyici olacak. Çıkacak sonuç herkesin Ortadoğu’da ne kadar güç sahibi olduğunu, herkesin etki alanının sınırlarını tayin edecek. Bu durum öncelikle ABD, Rusya, Türkiye, İran, İsrail açısından geçerli. Tabii İran’ın bölgedeki etkisinin kırılmasını isteyen Suudi Arabistan ve şu an ittifak içinde hareket ettiği Arap ülkelerinin oluşturduğu blok da Suriye denklemine bu açıdan müdahil olmaya çalışıyor. Bu kadar büyük çıkarların çatıştığı, bu kadar büyük hesapların söz konusu olduğu bir süreçte kısa zamanda çözüm beklemek çok gerçekçi olmayabilir.
Uzun sürecek bir çözümsüzlük ihtimaline, daha doğrusu belirsizliğin kalıcı hale geleceği bir duruma da hazırlıklı olmak gerekiyor. Bu arada nihai bir çözüm bulunduğu takdirde Türkiye’nin bugün kontrolü altındaki Fırat Kalkanı bölgesi ve Afrin’deki mevcut statükonun ne olacağı da geleceğe dönük bir soru işareti olarak duruyor. Başa dönersek, Suriye’de parantezler hemen kapanacak gibi durmuyor.