Tanrı’nın kutsal bir görev verdiği, ülkesinden ayrılarak Tanrı’nın gösterdiği topraklara yerleşerek insanlığı Tanrı yoluna çevirmeyi görev edinen Avraam ve oğulları İshak ile İbrahim’in hikâyesi…
Sizler nereden bileceksiniz, çölde yaşamanın dayanılmaz zorluklarını, yakıcı güneşin altında günlerce seyahat etmenin güçlüklerini ve susuzluğu… O zamanlar çok yaşlı değildim; hayvanlarımı otlamak için gece gündüz yürürdüm. Sara, çadırda yemek hazırlarken, aklım her zaman onda kalırdı. Buralarda her türlü zehirli mahlûk, dikenli çalılar, eli bıçaklı yabaniler ve daha neler var. Ah bir bilseniz! Neyse şimdi anlatacaklarımı iyi dinleyin, unutmayın!
Benim adım, Avraam! Yüce Tanrı bana kutsal bir görev verdi. O dönemde insanlık yoldan çıkmış, ahlaksızlık ve başıbozukluk her yeri zehirli bir çalı gibi sarmıştı. Gereksiz yere insanlar birbirini öldürüyor, küçücük bir şey için kavgalar çıkıyordu. Bunlardan uzak kaldım, kimseyle bir sorunum olmadı. Ayrıca tek Tanrı inancını çoğu insan unutmuştu.
Benim içimde her zaman yaratıcı bir gücün sıcaklığı vardı. Ne zaman yalnız başıma kalsam ya da sürümü otlatırken yüksek bir yere çıksam, içimdeki bu sıcaklığı anlamaya çalışırdım. Bazen ellerimi açar, gökyüzüne bakar, sonra gözlerimi kapatır ve içimden geldiği gibi o sıcaklığı bütün ruhumda hissederdim. Uzaklardan bir çobanın kaval sesi gelirdi kulağıma. Arada sırada sert bir rüzgârın kaldırdığı tozlar, tatlı bir esintiyle saçlarımı dağıtırdı. Size nasıl anlatsam, bal gibi tatlı, süt gibi pürüzsüz, çöl kumu gibi yakıcı, denizler kadar engin, yıldızlar kadar parlak bir şeyin olduğuna inandığımı… Ancak nasıl bir şeydi, neredeydi, ben hiçbir şey bilmiyordum. Sara, bazen takılırdı bana: Gene tek başına nereye gidiyorsun?” derdi.
O mübarek gecede, çadırdan neden çıktım, nereye doğru yürüdüm anımsamıyorum. Sanki birisi beni yönlendiriyordu. Üzerinde yürüdüğüm kumlar sıcaklığını kaybetmişti. Gecenin karanlığında yıldızlar olanca görkemiyle ortaya çıkmışlardı. Garip bir atmosferin içimdeydim sanki. Hani biraz ürkmedim desem yalan olur. Meraklı gözlerle yıldızlara bakıyordum. İşte o anda her şey oluverdi. Benim kaderim açıklandı, bundan sonraki yaşantımın çizgisi belliydi artık. İçimdeki ses daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Duyduklarıma inanamıyordum. Kim olduğunu bilmediğim birisi, benimle konuşuyordu. Sesi sakin, yumuşak ama buyurgandı.
“Ülkenden, doğduğun yerden ve babanın evinden ayrıl, sana göstereceğim ülkeye git” dedi. Şaşkınlıkla yerimden hiç kıpırdamadan o büyülü sesi dinliyordum. Aynı ses bir kez daha duyuldu.
“Seni büyük bir millet haline getireceğim. Seni mübarek kılacağım ve ismini yücelteceğim. Bir Beraha olacaksın”
Hemen anladım o sesin sahibi, benimle konuşan, o sonsuz ve en büyük yaratıcı olan, tek Tanrı’ydı. Gözlerimden birkaç damla yaş döküldü yanaklarıma. Sessizce ağlıyordum. Tanrı bana ne büyük bir görev vermişti böyle. Ben kimdim ki, bunu başarabileceğim. Gökyüzündeki yıldızlar daha güzel parlıyor, kuş ve böcek sesleri duyuluyordu. Doğada bir canlanma olmuştu. Tüm canlıları, doğayı, çok uzakları bile görmeye başladım. Tanrı bana muazzam bir güç vermişti. Bu eşsiz gücü, sadece O’nun adına kullanmalıydım.
“Yeryüzünün tüm aileleri senin sayende mübarek kılınacaklar”
Birden içime bir neşe doluştu. Başarabilirdim. Evet, bunu yapabilirdim. İnsanlığı Tanrı yoluna çevirmeliydim. Bu kez gözyaşlarım yerini neşeli gülümsemeye bıraktı. Hiç olmadığım kadar mutluydum. Çadıra dönerken Sara’ya anlatmak için sabırsızlanıyordum.
Sonrasını biliyorsunuz. Sara’nın ölmesi, Hacer ve İsmail’in gitmesi, bitmek tükenmek bitmeyen yolculuklar… Doğduğum bölgeden ayrıldım, buradan çok uzaklara gittim. Tanrı’nın o kutsal sesini duyurabildiğim herkese söyledim, anlattım, inanmaları için yalvardım. O sadece benim değil, hepimizin Tanrı’sıydı.
Evet, uzun yıllar yaşadım. Tanrı, bana böyle bir yaşam verdi. O mübarek gecede yaşadıklarımı hiç unutmadım. Tanrı’dan aldığım emri yerine getirmek için elimden geleni yaptım. Ne kadar başarılı olduğumu, ancak Tanrı bilebilir.
Şimdi bunları neden anlattığımı soracaksınız. Bildiğimiz konulardır diyorsunuz mutlaka. Haklısınız tabi. Her ne olursa olsun, çocuklarımın son durumlarını öğrenmek isterim. Tanrı lütfetti ve bu şansı bana verdi. Öyle ya İsmail ve İshak’ın soyları ne durumdaydı acaba? İkisine de barış, mutluluk, Tanrı sevgisi, iyi niyet ve hoşgörü gibi değerleri sıklıkla anlatmıştım. İshak’ın soyu için bakın neler söyleyeceğim.
Benim onca emeğim tamamen değil ama bir bölümü heba olmuş desem. Biraz kırgınım diye sitem etsem. Sonunda kutsal topraklara gelmişsiniz. Orada kendinizi güven içinde hissedecek bir devlet kurmuşsunuz. Bunların hepsi güzel. İyi de biraz dünya nimetleri gözünüzü mü kararttı acaba? Ticaret yapmak, para kazanmak, gezmek, eğlenmek en doğal hakkınız. Öte yandan, kaçınız Tevrat’ı okuyor, iyi biliyor diye sorayım mı? Ne yanıt alacağımı maalesef biliyorum. Peki, Talmud, Alaha Yasaları için ne demeliyim? Ha, gelişmiş dünyada bazı şeyler mecburen öne çıktı derseniz, belki biraz anlayış gösterebilirim. Yine de sizlere verdiğim bilgiyi ve inancı binlerce yıldır korudunuz, ruhunuzda hissettiniz. O nedenle, geçmişe göre daha güçlü, zengin, neşeli ve korkusuz yaşıyorsunuz. Hepsini kabul ediyorum.
İki oğluma da hak yolunda yürümeleri için öğütler verdim. İsmail ve annesi Hacer bu öğütlerle başka diyarlara gittiler. İshak benimle kaldı, inancını devam ettirdi. Şimdi bakıyorum da İsmail’in soyu, “Benim dinim Hz. İbrahim’in dinidir” diye bilgece söylenen sözleri unutmuş gibi. Yaşadıkları coğrafyada petrol diye bir sıvı çıkmış. Onunla hayli zengin olmuşlar. İyi güzel de, yaşadıkları saltanat, bilimden ve akıldan uzaklaşmalarına ne demeli? İshak’ın soyu ise, inancını muhafaza etti, bazen kırılmaları olsa bile, Tanrı yolundan olabildiğince sapmadı. Üstelik bilim, felsefe, sanat ve çalışma azmini birleştirdiler, sonuçta onlar kazandılar. İsmail’in soyu ise, tüm bunlardan kendini arındırdı, farklı yollara saptı ve sonuçta bakıyorum da aslında bir kölelik içinde yaşıyorlar. İki kardeşin her şeyleri farklı; giyimleri, davranışları, kültür düzeyleri, insanlığa hizmet etmek için yaptıkları… İshak, bilgiyle ve inançla zenginleşti, yaşadığı coğrafyaya hâkim oldu, çevresine güzellikler kattı diyebilirim. İsmail ise, tarihsel kökenli inancını unuttu, değişime uyum sağlayamadığından bir korku yaşamaya başladı. Sonunda bu korku nedeniyle, korkusu kendi içinde bir baskıya dönüştü. İşte bu baskı da onu silaha sarılmaya iteledi. İkisine de öğütlerim hep aynıydı. Tanrı sevgisi yüreğinizde kaldıkça, çevrenizi güzelleştirin ve yeniliklere açık olun...
Ne diyeyim artık, ben elimden geleni yaptım. Buradan yardımım dokunamaz! İsterdim ki iki kardeş yollarına beraberce devam etsin.
Yine de dualarım sizinle olacaktır.