Basketbolda tartışmalar son zamanlarda gelmiş geçmiş en iyi/büyük oyuncunun (internet argosunda kısaca GOAT) kimin olduğu etrafında dönüyor.
Karl Marx, bir toplumun oluşumunu, değişimlerini, değer yargılarını, siyasi yapılarını, sosyal çatışmalarını vb. birçok öğesini çözümlerken, onu iki katmana ayırır. Temel veya altyapı adını verdiği birinci katmana ekonomik ilişkileri koyarken, üstyapı adını verdiği ikinci katmana ise toplumu oluşturan diğer bütün öğeleri koyar. Teorisine göre tabandaki ekonomik ilişkilerin yapısı, üst tabakadaki sosyal, siyasi, kültürel, dini ve felsefi düşünceleri belirler.
Dijitalleşmenin hayatımızın her alanına sirayet etmeyi bırakın, onun üzerinde mutlak hâkimiyet kurduğu bir dönemde olduğumuz artık yadsınamaz bir gerçek. Ancak Marx’ın sanayileşen toplumlar için kullandığı modelin, dijital toplumlara da ışık tuttuğu söylenebilir. Dediğim biraz sembolik de olsa temeli 0 ya da 1’lerden oluşan bu çağda, hayatımızın her alanında tartışmaların iki seçeneğe indirgendiği, “Ya A’cısındır ya B’ci” seviyesinde yaşandığı görülmekte.
Spor dünyası da doğasında bulunan rekabet sebebiyle bundan nasibini alıyor tabii ki. Gönül verdiğim basketbolda ise bu tartışmalar son zamanlarda gelmiş geçmiş en iyi/büyük oyuncunun (internet argosunda kısaca GOAT) kimin olduğu etrafında dönüyor. Bu dünyanın 0 ve 1’leri ise Michael Jordan ile LeBron James.
80’li yılların ortasından itibaren 90’ların sonuna kadar basketbolun küresel bir spora dönüşmesinde lokomotif görevi gören Jordan, çıktığı altı finalin altısını da En Değerli Oyuncu seçilerek kazanırken bir neslin (ben de ucundan dahil olduğumu söyleyebilirim) gönlünde ve aklında silinmez bir yer edindi. 1992 yılındaki Olimpiyat Oyunlarında Rüya Takımının bir parçası olarak çıktığı maçta rakip oyuncunun maç oynanırken onun fotoğrafını çekmeye çalışması bu etkinin unutulmaz sembollerinden biri haline gelmişti.
Psikopatça rekabetçiliğini daima salona (hatta bazen salon dışına da) taşıyan Jordan, Amerika’nın en önemli kültürel ihraçlarından ‘winner’ yani kazanan olma kavramının vücut bulmuş haliydi. Onur Listesi’ne (Hall of Fame) giriş konuşmasında onun içinde bulunan ve asla sönmeyen rekabet ateşine odun atan herkese teker teker ‘teşekkür’ edişini izlemeniz, bir önceki cümlede ne demek istediğimi anlamanız için yeterli olacaktır.
Tartışmanın diğer tarafında bulunan LeBron James ise 2003 yılındaki efsanevi draft’ta ilk sırada seçildiğinden beri lige vücudunda dövme olarak da taşıdığı ‘Kral’ unvanını kabul ettirmeyi başardı. Her ne kadar Michael Jordan gibi çıktığı her finali kazanamasa da (hatta kazanma oranı pek iç açıcı da değil), üst üste sekiz senedir takımlarını NBA finallerine taşıması onun bu tartışmada yer almasının başlıca sebeplerinden. Bununla beraber Jordan’ın süreklilik konusunda yaşadığı malum sorunlar göz önüne alınınca LeBron James’in 2003’ten beri devamlı zirvede kalması, onun bu tartışmada ön plana çıkması adına taraftarlarının en sık başvurduğu tezlerden biri haline geldi. Ayrıca son zamanlarda Amerika’da yaşanan toplumsal sorunlar hakkında, özellikle siyahi vatandaşların yaşadıkları üzerine yaptığı yorumlar ile basketbolcu kimliğinin de ötesine geçerek bir siyasi figür haline de geldi.
Bütün bunların yanında takım sadakati konusu da tartışmanın ortasına benzin döken konulardan biri. Kimilerine göre Michael Jordan (ikinci geri dönüşünü saymazsak) bütün kariyerini Chicago Bulls ile geçirmişken, Lebron James’in üç farklı takımda oynamış olması onun ‘büyüklüğünden’ çalıyor. Kimileri ise Lebron James’in yaptığının çok daha zor olduğunu iddia ederek Jordan’ın bu konuda eksik kaldığını söylüyor.
Benim için ise bu tartışmaların en güzel yanı basketbol üzerinden insanların değer yargılarını, nelere önem verdiklerini su yüzüne çıkarması, adeta bir ayna görevi görmesi. Genel olarak “Bitaraf olursan, bertaraf olursun” tarzı tartışmalardan uzak durmaya çalışsam da insanların hislerini, fikirlerini, düşüncelerini bu iki sembol üzerinden paylaşması önemli. İşte bu yüzden Sezen Aksu’nun bir ara dillere pelesenk olan şarkısında dediği gibi: Sizce en büyük kim?