Aaron Nommaz, dördüncü kitabı ‘Vicdanları Sorgulatan Hikaye - Struma’ ile bu kez yakın tarihte gerçekleşen Struma faciasını inceliyor.
Her zamanki yalın anlatımı ve Nommaz kurgusu ile okuyucuyu adeta, kendi tabiri ile ‘yüzen tabut Struma’nın içinde hissettiriyor. Türkiye’de bugün hâlâ Struma faciası dendiğinde akıllarında bir şey belirmeyen insanlar var ne yazık ki… Tüm dünya için bir insanlık ayıbı sayılan faciaya ait roman, yine gerçekler esas alınarak yazılmış. 769 suçsuz insanın ölümüyle sonuçlanan ve sadece tek bir kişinin kurtulduğu bu hazin olayı konu alan romanı vesilesiyle Aaron Nommaz ile söyleştik.
Dona Gracia ve Jozef Nasi tarihi karakterlerinden sonra ‘Vicdanları Sorgulatan Hikaye - Struma’ kitabınızı kaleme almaya nasıl karar verdiniz?
Ülkemi seven bir insan olarak aleyhte olan olayları dillendirmek bana ters gelir. Destek Yayınevi CEO’su ve görüşlerine saygı duyduğum Yelda Cumalıoğlu’ndan Struma’yı yazmam teklifi geldiğinde pek sıcak bakmamıştım. Herkes gibi ben de bu olayda ülkemin yöneticilerinin davranışlarının, gurur duymak bir yana, utanç verici olduğunu biliyordum, isteksizdim. Araştırdıkça eksiklerimizin, diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar az olduğunu görünce yazmaya karar verdim. Tabii ki günün fevkalade şartlarını göz önünde bulundurmadan bir kanaate varmak yanlış olur. Bu facianın unutulmamasını istedim. Hazin olayların tekrarlanmaması için yapılabilecek tek şey unutmamak, unutturmamak. Toplumsal ruh karanlıklarına karşı tek mücadele şekli İstanbul Valisinin sergilediği örnek davranış gibi Struma’nın 769 etten kemikten insanla torpidolanarak batırıldığı günü, anlamlı şekilde anmak, hatıralara kazımaktır.
Hazırlık süreniz ne kadardı, hangi kaynaklardan yararlandınız? Türkiye’de ilgili yeterince kaynak bulabildiniz mi?
Detaylı araştırmamda maalesef Türkiye’de arşivlerle ilgili bilgiye rastlamadım. Bilhassa İngiliz Büyükelçiliği ve bakanlıkları ile Dışişlerinin yazışmaları, olayın her safhasının aydınlanmasına yardımcı olacaktı. Bu konuda, Nazi ideolojilerinin etkisi altındaki bütün ülkeler, Struma olayının, birçok başka olay gibi, basında yazılmasını engellemiş ve gazetelerde çok zayıf ifadelerle geçiştirilmesini sağlamışlardı. İnsanlıklarını unutan basın mensupları, yöneticiler ve yazarlar olaya empati göstereceklerine, ırkçı ve çirkin ifadelerle adeta günün modasına uyup Nazi Almanya’sına şirin görünmeye çalışmış. Düşünebiliyor musunuz, bu gazetelerin bazıları kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlamaktaydı. Sadece Amerika ve Nazi canavarlarından canını kurtarıp Filistin topraklarına gidenlerin basınında karartma yoktu. Bu kaynaklardan ve Catherine Collins’in yazılarından bolca yararlandım.
Konuyu incelemem iki yılımı aldı, onlarca kitap okudum ve olaya hâkim olduğumu hissettiğimde yazmaya koyuldum. Her ne kadar gerçeklere katı bir şekilde bağlı kalmaya çalıştıysam da, bu bulguları hayal ettiğim David Stoliar’ın yaşamı üstünden anlattım; aile yaşamı, dramları, güzel günleri, aşkları, tutkuları ve hayal kırıklıklarıyla…
Yürekleri parçalayan olay çok ürpertici; yazarken derinden etkilendim, üzüldüm, uykularım kaçtı, insanlığımdan utandım. Eşim defalarca bu yıpratıcı konuyu bırakmamı önerdi ama geriye dönüş yoktu. Bu kitabı yazacaktım, sanki kaderdi bu…
Kitabınızdan biraz bahseder misiniz?
Faciadan sadece David Stoliar adındaki genç kurtuldu. Onun hayatını inceledim ve o dönemin Romanya’sıyla birleştirince inanabildiğim bir serüven çıktı. David, varlıklı bir ailenin oğlu, Bükreş’te renkli bir hayatı var. Âşık olduğu kız bir gazeteci. Gelen felaketleri erkenden sezip Amerika’ya kaçma planlarına David’i dâhil etmek istiyor ancak David sevgilisinin paranoya yaptığına inanıp güzel hayatını terk etmek istemiyor, Romanya’da kalıyor. Böylece ilk aşkı onu terk ediyor. Zaman geçtikçe Romanya, Almanlara parmak ısırtacak kadar Nazi yanlısı ideolojilere kendini kaptırıyor. Yahudileri hedef alan saldırganlıkları, hayal edilmesi zor eziyetleriyle yaşama şartlarını zorlaştırıp var olmalarını imkânsızlaştırıyor. David, arada genç bir kıza bağlanıyor. Ancak Romanya, Yahudiler için cehenneme dönüyor. Okulu da Nazi azgınları ele geçirmiş, eğitimine devam söz konusu değil. Kaçmak lazım. Nereye gidilecek? İlk sevgilisi gibi batıya yönelip Portekiz üzerinden Amerika’ya göç etmesi söz konusu değil; yollar Nazi kontrolünde. Gidilebilecek tek yer Karadeniz’den İstanbul’a, oradan da Filistin’e. Romanya’dan çıkış zor, işe yarar bütün gemilere devlet el koymuş, kaçabilse bile varlıklarını nakletmeleri imkânsız. Seyahat etmeye uygun olmayan gemilerle yola çıkanların karşılaştıkları felaketlerden haberdar olsa bile, ölümü ensesinde hissettiğinden canını herhangi bir vasıtaya atmaya razı oluyor. İşte bu şartlar altında, hamile sevgilisi ve ailesiyle beraber yüzen tabut Struma’ya, türlü zorluklar sonunda binme imkânı buluyorlar. Ancak gemiye binmeden gümrük kontrolü bahanesiyle Romen askerler kendilerini soyup soğana çeviriyor, değerli neleri varsa gasp edip sefil bir şekilde gitmelerine izin veriyorlar. İşte Struma yolculuğu bu şekilde başlıyor. Geminin motoru Köstence’den çıkar çıkmaz arızalanıyor, zar zor tamirciler getiriliyor. Onlar da fırsattan istifade yolcularda ne kaldıysa alıp tamiratı yapıyorlar. Zorlu bir yolculuk sonunda İstanbul’a varıyorlar, bu kez motor tamamen bozuluyor. Römorklar Struma’yı Sarayburnu açıklarına çekip demir atmalarına izin veriliyor. Gemide 780’in üzerinde insan için çalışan üç tuvalet var. Her taraf pislik içinde. Salgın tehlikesine karşı gemi karantinaya alınıyor ve yolcuların inmesine izin verilmiyor. 70 gün bu şartlarda yaşanıyor, tabii yaşamak denebilirse. Sonunda emniyet yetkilileri çapanın halatını keserek Karadeniz’de onlara mezar olacak Şile açıklarına, haykırışlar ve yakarmalar arasında çekiliyorlar; yardım talepleri cevapsız kalıyor. Stalin’in talimatı ile gemi torpidolanıp Karadeniz’in soğuk sularına terk ediliyor. Fizik kondisyonu iyi olan ve hayatta kalmaya azimli David, bu felaketten kurtulabiliyor; yuva kurma umutları, hamile müstakbel eşi ve yakınlarını sulara terk ederek. Balıkçılar kendisini kurtarıyor ancak ülkeye izinsiz girdiği için nezarete alınıyor ne yazık ki, sanki kendi iradesiyle olmuş gibi…
Bu faciada kim özür dilemeli? Hangi ülkeler sorumlu?
Çok yerinde bir soru. Bütün dünya sorumlu, insanlık sorumlu. Ülkeler saymakla bitmiyor ancak başrolde İngiltere, Romanya, Almanya, Amerika ve Türkiye. Diğer ülkeler de Alman uyduları. Sırasıyla, kendime göre suçluluk oranlarını da ekleyeceğim.
İngiltere berbat diplomasisi yüzünden felaketi engelleyebilme imkânı olmasına rağmen ayak sürtmüş ve mültecilerin görüşüne göre işkence etmemiş olmasına rağmen ana suçludur. Bu insanların kanı İngilizlerin eline bulaşmıştır. İşin kötü yanı, ne bir özür ne de bir pişmanlığa rastlamadım; yüzde yüz kabahatli.
Romanya, Almanlara parmak ısırtacak kadar antisemit duygularla ve hayal yeteneklerini akıl almaz boyutlarda işkenceler geliştirerek kullandı. Bu ülkenin yaptıklarını araştırırken kendime sordum: “İçimizde olan bu karanlıklar hep böyle mi kalacak?” Sözüm ona Avrupa’da Aydınlanma Çağı yaşanmış… Yüzde yüz kabahatli.
İnancım şu ki, kim bizi ruhumuzda gizli kalan bu karanlıklardan kurtarırsa en büyük ödülü o hak edecek.
Almanlar hakkında çok yazıldı. O dönemde hasta ideolojilerini yandaşlara bulaştırarak verdikleri zararları biliyoruz. Ancak, örnek davranışları kötülükleri ‘Naziler’ diye tanımlayıp sadece mahkemelerde değil, vicdanlarda da yargılayarak temiz kalpli Almanları soyutlayabildiler. Yüzde yüz kabahatli.
Amerika ise St. Louis gemisini geri çevirip yolcularını Nazi kamplarına teslim ederek ‘iyilik perisi’ olmaktan çıktı ancak Roosevelt’in çabaları ve görevlendirdikleri İra Hirshman gibilerinin gayreti ile yüz binlerce can kurtardılar. Hiçbir şey tam olarak beyaz veya siyah değildir. Bence yüzde on kabahatli.
Türkiye’ye gelirsek…
En karışık durum Türkiye. Kendimi sorgular gibi araştırdım ve anlamaya çalıştım zira leke her Türk vatandaşı gibi bana da bulaşır. Ben bir iş adamıyım. Bir yatırım yaparken, karar tarihi ve ortamı önemlidir. İnşaat projeniz var, faizler yüzde 6’larda; iş çok parlak ama işin ortasındayken faizler yüzde 20 olursa ve işler bozulursa suçlu siz misiniz, konjonktür mü? Bu durum Avrupa’da yaşandı ve akıllı, değerli yatırımcılar battı.
Biraz 1941 Türkiye’sine bakmak lazım bir sunuca varırken. Çok arkadaşım bana “milliyetçi gözlüklerini taktın” diye takılıp, bazıları da olayı sulandırmakla suçlayacak ancak inandığımı söyleyeceğim. Türkiye hiç istemese de Struma’yı kucağında buldu. Ülkede ekmek karneye bağlanmış, ekonomi yerlerde, İngiliz ve Almanlarla ince bir çizgide tarafsız kalma diplomasisi sürüyor. Türkiye, “Struma yolcularını mülteci olarak kabul etti” diye duyulsa Avrupa vahşetinden kaçan milyonlar gelecek, bunlarla nasıl baş edilecek, edilemeyecek ve yine de suçlanacağız. Türkiye, Montrö Anlaşmasından dolayı Filistin’e giden gemileri engellemedi, kasıt olaydı bir yolunu bulur engellerdi. Ayrıca Ülkümen gibi gururla anılan büyükelçilerimizin icraatlarından hep bahsedilir. Ülkümen’in yaptıkları bakanlık bilgisi dâhilinde olduğundan Türkiye’nin tavrında kasıt olmadığına dair kendisi şahitlik etmiştir. Türkiye Yahudilerini, Fransız, Romen, Macar, Çek, Yunanlı gibi, Von Papen’in ısrarına rağmen Almanlara teslim etmedi. Tabii ki, 769 kişinin sefil bir şekilde bırakılması doğru muydu, katiyen. Hatta faciadan tek kurtulanı hapse atmak… Çok daha insancıl bir davranış gösterilebilirdi, ancak adı tarihe Varlık Vergisi mimarı olarak geçen Şükrü Saraçoğlu gibi bir dışişleri bakanı döneminde buna da şükür diyorum. Şahsi kanaatim Türkiye’nin yüzde on kabahatli olduğudur.
24 Şubat 1941 tarihinde, Türkiye sınırlarında gerçekleşen facia hakkında, genel olarak halkın konu ile ilgili bilgisizliğini neyle örtüştürüyorsunuz?
O günkü atmosferden bahsettim. Son zamanlarda Struma’nın basında yer alması ve konu hakkında kaliteli roman ve kitaplar yazılması sonucunda halkta bu olay ile ilgili bir merak uyandı; belki bundan sonra konu halka mal edilir ve bu şekilde yaşananlar, tekrarının önlenmesi amacıyla aydınlığa çıkartılır. Tabiidir ki basına, 1940’lardaki ağabeylerinden farklı düşündüklerini gösterme adına bir şans ve ciddi görev düşüyor.
Struma özelinde farklı projeleriniz olacak mı?
Türkiye’deki ilgi, beni cesaretlendirirse kitabı İngilizceye tercüme edip yurtdışında okunmasını sağlayacağım. Valiliğin düzenlediği Struma kurbanlarını anma törenleri hakkında okurlarımı bilgilendirerek ilgilerinin artmasını ve birer elçi gibi “Unutma, Unutturtma” kampanyasına katılmalarına gayret sarf edeceğim, bu benim olduğu gibi hepimizin görevi.