Tarım sektörünü koruyan hemen her ülke, ele güne kötü günde muhtaç olmamak için gıda güvenliğini sağlamayı ister. Bu amaçla, toprak ve iklim koşulları el verdiğince, günümüzde teknolojik imkânların da seferber edilmesi ile mümkün olan ürün çeşitliliğinin sağlanması ve (makinalaşmanın ötesinde) belli bir sayıda insanın tarım sektörlerinde kalmasının teşviki, önemli bir politika tercihidir.
Gerçekçi ama romantik bir özlemle koruma
Tarım, insanların kopmak istemedikleri bir geçmişle bağlarını koruyan bir uğraşı olarak, izdüşümünü, şiirde, şarkıda, edebiyatta ve resimde gördüğümüz bir pastoral romantizm olarak da düşünülebilir. Aubois (obua) ve flüt Batı müziğinde kırların büyüsünü kulaklarda çınlatır. Bağlama, saz ve kaval da bizim köy türkülerimizin vazgeçilmezidir. Van Gogh’un çayırlarındaki renk ve ufuk, Çoban Ressam (Süleyman Şahin) tablolarındaki köy evleri ve kadınları, tarımın insanlık için ortak değerinin sanata yansıması değil de nedir? Ama Van Gogh ayçiçeklerini vazoda, Çoban Ressam ise tarlada sunar. Kabul edelim ki, kırlar ile ilgili romantik duyguları hâlâ yüreklerinde taşıyan ülkeler, bugün aynı zamanda tarım kesimlerini en iyi yöntemlerle koruyan ülkeler. Bunların da hâlâ gelişmiş-sanayileşmiş Batı (başta AB olmak üzere) ve Japonya olması, pek tesadüf olmamalı.
İsviçre, çikolatanın, saat, keman, çelik ve elektrot sanayiinin kralı. Leman Gölü kıyısından yönettiği Akdeniz Gemi Taşımacılığı’nın (MSC) kaptanı. Ama önce meyve ve sebze üreticisi; dağların kızı Heidi’nin güttüğü besili ineklerin yayıldığı yayla ve nice farklı peynirinin üretildiği mandra. Uluslararası anlaşmaların imzalandığı, Montreux gibi şehirlerinde, hâlâ üzüm bağları ve şarapçılık temel geçim kaynağı iken, Lozan çevresinde kanola yağ bitkisi tarlaları göz alabildiğine uzanıyor. Orada da tarım güzel, özel ve adeta kutsal. Avusturya belki ömrümde yediğim en lezzetli organik yeşil salata ve marulu, hemen Viyana’nın yamacındaki kırsalda üretiyor. Grinzing’deki çayırlarda kuzular otluyor. İngiltere’de Malborough Dükü, eski Başbakan Winston Churchill’in malikânesi olan Blenham Sarayının çevresinde de öyle. ABD’de, Orta Batı’daki büyük mısır ve küçük-büyük baş hayvan çiftlikleri ile sütçülük yapan eyaletlerin zenginliğini de unutmayalım.
Durum böyleyken Türkiye’nin tarım ile arası neden düzelmedi diye sorduğumda yine cevap olarak o romantik özlem eksikliği ile politika tercihi hatalarını düşünebiliriz. Sapanca’nın kiraz bahçeleri nasıl ikinci konuta döndü, gölü kirletti de biz hiç umursamadık. Trakya’nın alabildiğine geniş tarlalarında artık Çoban Ressam’ın ayçiçekleri yok. Evler ve oteller var. Tarımla kopan bağımızın bedeli sıkışan kara trafiği, azalan tarımsal üretim ve artan tarımsal ürün ithalatı.
Çarpık bir milliyetçi söylem ve tarımı kaybetmek
Tarımın korunması, korumacılık uygulamalarında başlı başlına bir fasıl. Bu fasıl, hem yurt içinde bitki ve hayvan türlerinin, ağaçların, toprak, su ve maden kaynaklarının miktar, sağlık ve insan sağlığı etkilerini kollama, denetleme, hem de tarım ürünü olarak kabul edilen tüm bu ürünlerin, dış rekabete karşı ulusal çıkar mülahazası ile korunması için kullanılan yöntemlerin tümünü kapsıyor. Tarım korumasının en iyi örneği ise 1970’li yıllardan itibaren yaşama geçirilmiş olan, Avrupa Ortak Tarım Politikası. Oysa biz o yıllarda, Willy Brant hükümetinde de bakanlık yapan ve daha sonra AET’de komisyon üyesi olan Profesör Ralph Dahrendorf, “Türkiye AET’nin manavı olabilir” dediğinde, burada kıyametler koparmıştık. Dahrendorf’un Türklere ve Türk zekâsına hakaret ettiği iddiaları havalarda uçuşmuştu. Çünkü o sıralar ithal ikamesi sanayi dalları üzerine yoğunlaşmayı, tarımdan kopmanın bahanesi olarak görmekteydik. Köyden kopan insanımız hem büyük kent ve sanayi merkezlerine, hem de önce Dahrendorf’un vatanı Almanya’ya ve sonra onun tavattun ettiği Belçika’ya aktı, aktı. Türkiye tarımı kaybetmeye başlamıştı. Biz bugün bile hâlâ ne kaybettiğimizin farkında değiliz.
Ama bizim tarımsal koruma yöntemlerimizde hep aksaklıklar vardı. Bunlar uzun süre, ürün kalitesi aleyhine işledi. Ama AB Gümrük Birliği Anlaşmasını takiben başladığımız, AB Ortak Tarım Politikasına uyum çabalarında, daha sonra biraz yol kat ettik. En azından, korunmaya muhtaç ürün, hayvan, bio-çeşitlilik, genetik özellikleri ile oynanmaması gereken bitkiler, orman ve balıkçılık korumacılığı ile av yasakları gündemimize girdi. Sübvansiyonları makul düzeylere indirmeye çalıştık. Evet, fındık, kuru üzüm, zeytin gibi geleneksel ürünlerden, demir-çelik ve tekstil ihracatına sıçramayı haklı gurur vesilesi yaptık. Ancak aynı anda hem geleneksel, hem geleneksel olmayan, hem de ticari değeri olan tarım ürünlerine yoğunlaşmada yavaş davrandık. Standartları gözetmedik. Bu nedenle, haklı-haksız tarım ürünü ithal yasakları ve yaptırımlarla karşılaştık. Şimdi AB ilişkilerimiz askıda. Bu nedenle, bence zaten ihmale uğramış Türkiye tarımı yeni bir kayıp dönemecinde.
Patatesin acı kaderi ve palyatif politika tuzakları
Türkiye, geçmişte halkını “ya asker, ya reçber” diye ayıran ve uzun yıllar fütuhatla ganimet elde etmeyi, üretkenliğe tercih eden bir geçmişe sahip. Böyle bir miras devralan Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de ‘efendi köylü’yü överek bir gerçeği yakalamıştı. Ama hızlı kalkınma yıllarında tarım, ülke o romantik bağdan koptuğu için, hem içerde ihmal edilmiş, hem de dışarıya karşı yeterince ve iyi korunamamıştı. Anadolu toprakları da savaş görmüştür, bugün bünyesinde AB gibi bir tarım devini barındıran Avrupa toprakları da. Ama bugün Avrupa, uzun yıllar gözü gibi baktığı ve dış rekabete karşı özenle koruduğu tarımda, ürün fazlaları yaratmış, özgün ürün çeşitleri ayırt etmiş, küçücük Avrupa ülkeleri patateste, soğanda, zeytinde, yağ tohumlarında ihracat şampiyonu olmuştur.
Özellikle patates deyip, yine derin bir yarayı kendi ellerimle deşiyorum. 2019 FAOSTAT verilerine göre, 2018 yılında patates üretimi sıralamasında Çin 99.5 milyon ton ile başı çekiyor. Oysa Çin mutfağında patates geleneksel bir besin değil. Ne yapıyorlar ürettikleri patatesi dersiniz? Sıralamaya bakmaya devam edersek, Hindistan, Rusya, Ukrayna, ABD, Almanya, Bangladeş(7.), Polonya, Hollanda(9.), Fransa, Belarus, Birleşik Krallık ve İran’ın listenin ilk 13 sırasına yerleştiğini görmekteyiz. Türkiye’nin bu listenin 14. sırasında yer almış olması müessif bir olay. Ama listede 7. ve 9. sırada yer alan Bangladeş (147.570 km²) ve Hollanda’nın (42.508 km²) yüzölçümü itibarı ile Türkiye’nin 784.000 km²’lik yüzölçümü yanında pek küçük kalmalarına rağmen gösterdikleri tablo, bizim temel bir gıda maddesi üretiminde bile içine düştüğümüz durumun vahametini göstermesi açısından önemli. Listedeki Almanya, Fransa ve ABD gibi sanayi devlerinin patates üretimi performansına değinmiyorum bile.
Bu arada, 2018 yılında en fazla patates ihracatı yapan ülkeler sırasında Hollanda (dünya ihracatının yüzde 19,4), Fransa, Almanya, Çin, Mısır, ABD, Kanada ve Belçika var. Hatırlayalım Haziran 2018’de hızlı fiyat artışlarını önlemek amacıyla patates, soğan ve süt ürünleri ithalatına izin veren hükümetin, ithalatı önce Suriye’den yapacağını açıklaması da oldukça ilginçti. Nasıl oluyor da savaşın acımasızca hırpaladığı Suriye hâlâ üretebildiği patates ile Türkiye’nin derin yarasına merhem olur? “Patates ithal ettiğimiz tek ülke Suriye’mi? Yoksa Hollanda, Almanya, Fransa ve Çin de listede mi?” soruları insanın kafasını yoruyor, aklını zorluyor.