1935 doğumlu Amerikalı oyun yazarı, romancı, senarist, kamu sağlığı ve LGBT hakları savaşçısı Larry Kramer’in 1985’te sahnelenen ünlü oyunu ‘The Normal Heart’, Aralık 2018’den beri ‘Kalp’ adıyla Craft Tiyatro’da
1980’lerde AIDS salgınını yaşayan, Yahudi ailesinin ‘istenmeyen eşcinsel çocuğu’ Kramer, AIDS’lilere destek vermeye devam eden GMHC’nin (Gay Men’s Health Crisis) kurucularından. Kavgacı eylemciliği GMHC ile ters düşünce yönetim kurulundan çıkarıldığında, kamuoyunu bilgilendirmekte müthiş etkili olacak protesto organizasyonu ACT UP’u kurarak (AIDS Coalition to Unleash Power) savaşmayı sürdürmüş.
Heteroseksüellerle kadınlarda da görüldüğü bilinirken, korkunun büyümemesi için sadece eşcinsellerde ortaya çıktığı iddia edilen hastalıkla mücadelede bürokrasinin isteksizliğinin, New York valisi Ed Koch’un eşcinsellere destek vermeyeceğini açıklamasının, bu olaylar karşısında eşcinsellerin bilinçsizliğinin yarattığı düş kırıklığıyla, yoğun otobiyografik öğeler içeren ‘The Normal Heart’ı yazmış.
‘The Normal Heart / Kalp’, 1980 başlarının New York’unda, tasasız ve kaygısız ‘gay’ topluluklarının, yaşamlarını keyif içinde sürdürürken, yakınlarını, sevdiklerini öldüren ne olduğu bilinmeyen hastalıkla ilk kez karşılaştıkları dönemde başlar. Bir yandan eşcinsel aktivist Yahudi yazar Ned’in adı konulmayan salgına kamuoyunun dikkatini çekecek bir örgüt kurma girişimlerini ve homofobik ağabeyi Ben’den beklediği desteği bulamayışını, diğer yandan, geçirmiş olduğu çocuk felcinin tekerlekli sandalyeye bağladığı Dr. Emma Brookner’in tedavi çabalarını anlatırken, Ned ile Felix’in bu ölüm kalım savaşı fonunda gelişen trajik aşklarına odaklanır.
Kramer, baskı gören, yalnızlığa itilen gençlerin, yaratılan korku ve ötekileştirme ortamına karşın dayanışmalarının öyküsünü, bir eylemci manifesto, bir isyan çığlığı olarak yazmış.
Hira Tekindor’un yalın ve akıcı bir Türkçeyle çevirdiği oyunu sahnelemeden önce İbrahim Çiçek, ciddi bir dramaturgi çalışması yapmış, metni bir miktar kısaltarak oyunun üç saatlik süresini, ara verilmeden oynan iki saate indirmiş. Bir sahne sürerken, dekorun başka bir bölümünde sonrakini başlatarak öyküyü iç içe anlatması, soluk soluğa izlenmeyi sağlayan müthiş akıcı bir tempo oluşturmuş. Kramer’in finalini bir kartvizit değişimine indirgeyerek oyunu müthiş etkileyici şekilde bitirmiş.
İbrahim Çiçek, henüz 25 yaşındayken usta bir olgunluk eseri gibi sahnelediği ‘Yutmak’la hepimizi şaşırtmış, müthiş etkileyici ‘Killology’siyle beklentilerimizi fazlasıyla aşmıştı. Didaktiğe kaçabilecek eylemci bir metni dört dörtlük bir tiyatro olayına dönüştürerek her sahnelemesinde bir öncekinden daha da heyecan verici işler çıkarmaya devam ediyor.
Salgın, bencillik, ötekileştirme, yalnızlık, mağduriyet ve çaresizlikle bağlantılı belgesel tadındaki bölümlerde AIDS’in ilk dönemlerinin altını çiziyor ama, ön oyundaki stroboskopik ışıkta danstan başlayarak, ‘Kalp’in sevmek, çok ama çok sevmek, sevdiğinin yok oluşunu çaresizce izlemek üzerine trajik bir oyun olduğunu da hatırlatıyor.
İbrahim’in sahnelemesinin asıl gücü duygusaldan kaçmayışında, belgeselle duygusal arasında müthiş bir denge oluşturmasında. Dokunaklı anları, edep sınırlarını zorlamaksızın, aşırılığa kaçmadan, çok gerçekçi bir tonlamayla veriyor. Ve bu inandırıcı tonlama izleyicinin içine akıyor, hislendiriyor, gözünü yaşartıyor.
Ned’le Felix, rahatlıkla, istekle sevişiyorlar sahnede. Çünkü aşk demek, sevmek demek, sevişmek demektir… Ama sadece sevişmek değildir aşk… Hastalığın son evresinde altına kaçıran sevgiliyi temizlemektir de… Altına bez bağlanmış sevgiliye sarılıp onu duşa sokmaktır da…
Kerem Çetinel’in, henüz oyun başlamadan kafese tıkılmışlığı çağrıştıran çok amaçlı işlevsel sahne ve ışık tasarımıyla, Nihal Kaplangı’nın kostümleri mekânını en ince ayrıntılarına kadar düşleyen İbrahim’in hayal ettiği 1980’leri başarıyla oluşturuyor. Ömer Sarıgedik’in müziği, Bahadır Efe’nin koreografisi, Göksun Büyükkahraman’ın hareket tasarımı oyunu organik olarak bütünlüyorlar.
Çoğunu ilk kez izlediğim gencecik ekibin performansı benzersiz takım oyunculuğu. Aras Aydın, müthiş bir Ned. Çok başarılı oyunculuğu kadar beden dilinden, minimal, belirli belirsiz ‘kırıklığından’ etkilendim. Cem Yiğit Uzunoğlu’nun Felix’i öyle inandırıcı ki, hepimizin içinden Emma’nın yaptığı gibi elini tutup, hatta sarılıp teselli etmek geliyor. Nilperi Şahinkaya, başarıyla başlardaki mesafeli hekimden sonlarda tüm hırsını bağıran aktiviste dönüşüyor. Beni ‘İvanov’da pek heyecanlandırmayan Kerem Arslanoğlu, olağanüstü bir Bruce olmuş. Sevgilisinin ölümünü anlattığı sahne müthiş dokunaklı. Diğer karakterleri canlandıran Burak Sarıkahya, Sinan Çatıkkaş, Nejdet Sert, Süleyman Kara ve Soner Kurt en azından metnin öne çıkardığı bu dörtlü kadar iyiler.
Ötekileştirmeye karşıysanız, her türlü ayırımcılığı eleştirmesiyle anlattığı dönemi aşan bu olağanüstü sahnelenmeyi çok seveceksiniz. Eşcinsellikten ve eşcinsellerden hazzetmiyorsanız da mutlaka izleyin. İ..elerin de sizin gibi, bizim gibi, sevmek, sevilmek isteyen, heyecan duyan, acı çekebilen, savaşabilen insan gibi insanlar olduklarını göreceksiniz..
Sezon sonuna kadar Craft Kadıköy’de. Yılın en önemli ve en zor yer bulunan oyunlarından. Mutlaka izleyin derim.
Kadın elinden çıkma bir kadın oyunu
Furuğ Ferruhzad DasDas Tiyatro’da ‘Yaralarım Aşktandır’
Bir kadın kaç defa ölür?
Tiyatro kökenli ödüllü film ve dizi oyuncusu Nazan Kesal, aralıklı da olsa tiyatroyu ihmâl etmiyor. Bu kez 25 yıldır kalbinde taşıdığı bir hikâyeyi, Furuğ Ferruhzad’a can verdiği ‘Yaralarım Aşktandır’ oyunuyla seyircilerle paylaşıyor.
Ercan Kesal Sonsuz Günbatımı kitabını verdiğinden beri gönlünün bir köşesinde Furuğ’u yaşatan Nazan Kesal, artık sahneye taşıma zamanının geldiğini düşünerek Şebnem İşigüzel’den bir oyun yazmasını istemiş. Berfin Zenderlioğlu’nun yönetmen olarak ekibe katılmasıyla bu kadın elinden çıkma kadın oyunu gün ışığına çıkmış. Yönetmen yardımcısı Deniz Biber de kadın.
20. yüzyılın en önemli İranlı şairlerden, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam Furuğ Ferruhzad, 1935’te Tahran’da doğdu. Babası Albay Muhammed Ferruhzad, kütüphanesini kızına açan bir entelektüel ama mesafeli, kızına hiçbir zaman sevgi göstermemiş.
16 yaşındayken Perviz Şapur’a âşık olan Furuğ, ailesinin muhalefetine rağmen evlenmiş. Sevdiği adam babası gibi baskıcı çıkınca, karabasana dönüşen evliliğ 1954’te bitmiş. Boşanma, hem kurtuluş, hem İran kanunları kocasından ayrılan kadına çocuğunun velâyetini vermediği için, Furuğ’da derin yaralar açan bir olay. Perviz, oğulları Kamyar’ı görmesini engellediği için ölene kadar evlat hasreti çekmiş, çocuğunun büyümesini uzaktan izleyebilmiş. Ama hayata kapanmamış, yazmaya devam etmiş, resim ve sinemayla ilgilenmiş.
1962’de yazıp yönettiği ‘Ev Karadır’ adlı olağanüstü belgeselle festivallere katılmış, çok sayıda ödül almış Tebriz’deki cüzzamlıların yaşamını anlatan film ona yeni bir oğul da kazandırmış. Cüzzamlı kolonisindeki ölümcül hasta bir karı-kocanın isteğiyle çocukları Hüseyin’i evlat edinmiş.
Furuğ, 1963’te Tahran’a onunla bir röportaj yapmaya gelip, hakkında bir belgesel çekmeye karar veren Bernardo Bertolucci’ye, dünyaya duyurması için bir mektup vermiş. Mektubun dünyada uyandırdığı tepki, Şah’ın çok sayıda siyasi tutukluyu idam etmesini engellemiş.
Özgür ruhlu Furuğ’un, erkeğe hitap eden şiirler, Şah’ın baskı rejimine karşı hicivler yazması, erkeklerle rahatlıkla arkadaşlık etmesi, tüm göreceli modernliğine karşın alttan alta müthiş muhafazakâr İran toplumunda tepkiyle karşılanmış, Görüntü yönetmeni İbrahim Gülistan’la, ünlü şair Nadir Naderpur’la yakın dostlukları yasak ilişki olarak görülmüş.
Doğaya, çocuklara, kuşlara, yaşamaya, aşka âşık Furuğ, erkek egemen toplumda kadının sesi olarak kadına karşı ayırımcılığı eleştirmiş, kadınların daha iyi hak ve koşullara kavuşmasını savunmuş, çarşaf ve peçeden kurtularak, geleneksel aile sorunlarının dışına çıkmaya teşvik etmiş.
Ruhban sınıfın ‘kadın haliyle’ yazdığı şiirler yüzünden nefret ettiği Furuğ, 1967’de, kullandığı otomobil yoldan çıkıp şarampole yuvarlandığında 32 yaşındayken yaşama veda etmiş. Ona yaşamı boyunca saldırmış olan mollalar namazını kılmayı reddetmiş, cenazesinin toprağa verilmesi iki gün engellenmiş.
Ölüm anının ardında başlayan ‘Yaralarım Aşktandır’da, kendi ârafında toprağa emanet edilmeyi bekleyen Furuğ Ferruhzad, ömrünün şiirini Nazan Kesal’ın ağzından fısıldıyor.
Şebnem İşigüzel’in öyküyle, Hasim Hüsrevşahi ve Onat Kutlar’ın çevirilerinden seçilen şiirleri iç içe geçirerek yazdığı, yaşandığından yarım yüzyıl sonra sadece İran’da değil bizde de hâlâ geçerli metni çok başarılı. Berfin Zenderlioğlu, ‘Cambazın Cenazesi’nden beri daha da geliştirdiği modern meddah tarzı ve epey ekonomik olarak kullandığı ışık /gölge oyunlarıyla görselliği zenginleştirmekle yetinerek anlatıcısını öne çıkaran müthiş yalın bir yorum seçmiş.
Artık yaşamayan ama toprağa da verilememiş, var olamayan ama gidemeyen kadının öyküsünü Kesal, seyirciye interaktif bir tonlamayla, kimsenin yıkamadığı cenazesini kendi yıkayarak aktarıyor. Çağcıl bir meddah olarak, yaşamına giren kişikeri canlandırırken, mendil yerine kullandığı örtünün, çarşaftan başörtüsüne, örtüden bebek Kamyar’a dönüşmesini izlemek heyecan verici. Anlatıdan şiire, şiirden anlatıya fark ettirmeden, yumuşacık geçişleriyle, şiirleri metne bağlamanın ötesinde öyküyle bütünleşmelerini sağlıyor.
Çok iyi yazılmış, çok iyi sahnelenmiş nefes kesici bir yorum. 28 Mart, 4, 10, 18 Nisan DasDas Tiyatro ve sezon boyunca sahnelerimizde. Kaçırmayın. Hepinize iyi seyirler…