Kültür ve bellek bir bütündür. Toplumsal bellek (yaşanmışlıklar) kültür üzerinde derin etkilere neden olur, bunun sonucunda kültürler dönüşümler geçirir. Yahudiler, binlerce yıldır birbirlerinden ayrı yaşamış ve içinde bulundukları toplumlarla bütünleşmeye çalışmıştı. Sürgünler Yahudilerin coğrafi ve kültürel etkileşimler nedeniyle farklılaşmalarına neden oldu. Siyonist hareketin ortaya çıkması ve Holokost Yahudi toplumunun “sürgün” kültüründen kopuşunu tetiklemiştir. Yahudiler “hareketli, ayrı ve tehlike altında” anlayışından “sabit, birlikte ve güvende” anlayışına doğru bir kültürel dönüşüm süreci geçirdi. Bu yazıda, yazar Aharon Appefeld’in ‘Tsili: Bir Hayat’ adlı eserinde Yahudilerin kültürel dönüşümünü inceleyeceğiz.
Batur Kılıç
Sürgünler ve katliamlar Yahudi topluluklarını birbirinden hem kültürel hem fiziksel olarak ayırmış, hatta Ladino, Yidiş gibi diller geliştirmelerine yol açmış. Sürgünlüğün getirdiği ayrıksılık Yahudileri savunmasız kılmış, Siyonist hareketin çıkışına kadar da tek bayrak altında yaşama fikri güçlü bir destek almamıştı. Pogromlar ve Holokost, Yahudi kültürünün en önemli unsuru olan “sürgünde yaşamak” anlayışını sarsarak yerini “kendi vatanında yaşama” anlayışına bırakmaya başladı.
KİŞİSEL BELLEK – KOLEKTİF BELLEK
Appelfeld, 8 yaşında Holokost’ta kamptan kaçmış ve yaklaşık üç yıl ormanlarda yaşamış. Bir röportajında, “Yazma sürecinin gelişmesinin çocukluğuna dair anılarından geldiğini” söylüyor; “Hayat tecrübelerim, umutlarım, hayal kırıklıklarım gibi şeyler de var” diye de ekliyor. Tsili karakteriyle hem bu kişisel bellekten hem de kolektif bellekten parçalar görüyoruz.
Tsili ailesinin beklentilerini karşılamayan, onlara yabancılaşmış 12 yaşında bir kız çocuğudur; “sessiz, içekapanık, fiziksel olarak da ufak tefek, zayıf” olarak betimlenir. Aynı şekilde Yahudiler de dışarıya kapalı, toplumsal yaşama doğrudan müdahil olmayan bir azınlıktır. Tsili, Hıristiyan çocukların okulunda Yahudi olmasından dolayı alay edilir. İlk elden antisemitizmin Avrupa toplumu köklerinde olduğunu çocukların davranışlarında görürüz. Ailesinin dini bağlılıklarının kalmamasına rağmen, Tsili’ye sadece dini eğitim verecek bir hoca getirttiklerini okuruz. Yahudiler dini kimliklerini yitirmeseler de Batı medeniyetinin değerlerinin benimsemişlerdi. Ailesi tarafından terk edildikten sonra Nazilerin baskınında saklanırken şu satırları okuruz: “İçten içe tanıdık bir sesin onu çağıracağını umuyordu. Ama hava çığlıklar, havlamalar ve silah sesleriyle doluydu. Korku içinde yaşlı adamın ona öğrettiği sözleri mırıldandı. “Tsili, Yahudi ulusunun bütün dünya tarafından terk edildiği gibi terk edilir ve tek başına kaldığında dudaklarından dökülen bir duadır: “O Şema Yisrael…” Aynı bölümde ailenin son zamanlarına dair bir anıda, Yahudi toplumunun o çok bilinen dayanışmacı ruhunun nasıl yok olduğunu görürüz: “Kimse birlikte yaşadığı insanların duygularını umursamıyordu.”
Tsili ormana kaçar ve milyonlara Yahudi gibi büyük bir belirsizliğin içinde bulur kendisini. Tarlada kör bir adamla tanışır, adamın ona sorduğu “Kimlerdensin?” sorusuna cevap veremez, adamın üsteleyerek “Maria’nın kızlarından mısın?” diye sorması üzerine Tsili’nin cevabı “Evet” olur. Maria ve kızları, erkeklerle olan ilişkilerinden dolayı kötü üne sahiptir, bir de Yahudi erkekleriyle ilişkileri bu problemi arttırmıştır. Tsili’nin artık yeni bir kimliği vardır: “Maria’nın kızı”… Bu onun hayatını kurtarır.
ARINMA
Maria’nın kızı olmak sadece acıların şiddetini azaltır. O anda dua bir kere daha akla gelir: Dinle Ey İsrail!
Yeni kimliği sayesinde sığındığı Katharina’nın evinden ayrıldıktan sonra Tsili başka bir ailenin yanına yerleşir. Maria’nın kızı olarak bilindiği için zulüm sürer. Yeni ev sahipleri zulmün nedenini şöyle açıklar: Günahlarından arındırmak için… Batı medeniyeti ‘arındırma’ göreviyle Yahudi toplumunu ve diğer toplumları günahlarından arındırma rolüne soyunmuştur. Kitapta gördüğümüz gibi Avrupa toplumu büyük bir ahlaki çöküş içindedir. Böyle bir Avrupa’da nasıl yaşanabilirdi sorusu Tsili’nin yoluna dair anlatılan bir betimlemede cevap bulur: “Balçık olmasaydı hemen derenin kenarından yürürdü. Orada yürümeyi seviyordu. Belirsiz bir sebepten dolayı suda başına kötü bir şey gelmeyeceğine inanıyordu. Ama yukarıda çıplak, eğimli arazide yol almak zorundaydı, çünkü su eğimden akıp gidiyordu, aşağısıysa balçık içindeydi.” Artık Yahudiler gitmek istedikleri yolu seçemiyordu, çünkü o yollar güvenli değildi.
Tsili’nin dönüşümü Mark isimli Yahudi ile tanışmasıyla başlar. Bu iki insan sadece kimliklerinden dolayı birlikte yaşamaya mecbur kalır. Tsili’nin kendi ‘parçasından’ biriyle olgunlaştığını ve yaşama isteğinin geldiğini görürüz. Yalnızlaşmış Yahudi, artık kendisinden olanlarla bir bütün haline gelmeye başlar.
SEMBOLLER - METAFORLAR
Mark’ın geleceğe dair hiçbir umut göremeyen Yahudileri sembolize ettiğini söyleyebiliriz. Geçmişi unutmak isteyen ama gelecekte de var olmak istemeyenleri… Tsili’nin değişimine dair konuşurken Mark’ın şu sözleri onun temsil ettiği umutsuzluğa düşmüş kesimleri gösterir: “Herhalde hiçbir zaman olduğumdan farklı görünmeyeceğim. Değişmeyecek kadar yaşlıyım. İşin aslı değişmeyi isteyip istemediğimi de bilmiyorum.”
Kitabın başında bireycilleşmiş ve umursamazlaşmış bir topluluğun aksine Tsili ve Mark birlikte mücadele verirler. Mark ailesini kamplarda bıraktığı için büyük bir ızdırap çekmektedir, ancak Tsili ile beraber bütün bu acıların ağırlığını hafifletmeye başlayacaktır. Artık ‘Şema Yisrael’ duasını içinde yarattığı o hissiyat Mark’la kurdukları birliktelik sayesinde anlamını bulur.
‘Orman’ dönüşümün önemli bir metaforudur. Dante’nin ‘Inferno’sundaki karanlık orman, Chaucer’in ‘Düşesin Kitabı’ndaki kara şövalyenin bulunduğu orman bunların en güzel örneklerindendir. Suzanne Weiner Weber1 “Yahudiler için ormanın yaşamlarını sürdürdükleri bir materyal çevre olmakla beraber, kültürlerin ve normların dönüşümünü de mümkün kıldığını ve bu dönüşümün onların hayatta kalma çabalarını körüklediğini” yazar.
Ormanda yaşama dair Weber şunu da belirtir: “Orman, Batılı ideolojilerde korkunç yerlerdir. Doğa Ana tarafından kontrol edilen el değmemiş, medenileşmemiş uzamı temsil eder.”
Batı medeniyetinden kaçarak ormanda saklanarak eski ‘medeni’ kimliğine karşı yeni bir kimlik inşa eder. Bu dönüşüm sancılı bir süreçtir. Mark karakteri ise, bu sancılı sürecin görüldüğü karakterlerden biri: “Ben de bütün Yahudiler gibi korkağım onlardan hiçbir farkım yok.” Konuşmanın devamında Mark artık geleceğinin belirsiz ve tehlikelerle dolu olan Yahudi kültüründen kopamayacağını, ‘medeni’ kimliğine dönemeyeceğini ifade ediyor ve sonunda sıkıştığı ormanda tek derdi tütün oluyor.
Mark, babasının Alman kültürüyle ilişkisini anlatırken cümlesini şöyle bitirir: “Babama anlatabilseydim keşke şimdi kültür insanlarının nasıl kudurduğunu!” Mark sonraki bölümlerde Tsili’nin Fransızca bilmediğini duyduğunda onu ‘taşralı’ diyerek aşağılar. Egemen ulusun kültürünü benimsemiş bir Yahudi olarak taşralılığı alaya alır. Merkezin sömürdüğü çevreyi aşağılık görmesi Batı medeniyetinin önemli bir parçasıdır ve Mark da diğer birçok Yahudi gibi kendisini bu merkezin bir parçası zannetmiştir. Bunun bir yanılsama olduğunun anlaşılması onu büyük bir iç çatışmaya sürükler.
Yalnız uzun bir mücadeleden sonra Tsili, Mark’la beraber ‘birlik’ olmanın hem iç dünyası için hem de hayatta kalmak için önemini görür. Ancak Mark’ın terk edişi onu derinden sarsar ama teselliyi kendisinden olan Yahudi mültecilerde bulur. Kitapta Tsili’nin “Sanki kendi yazgısının bu insanlarınkiyle ortak olduğu duygusuna kapılmasının” altı birkaç kez çizilir. Artık Tsili kendisi gibi acılar çekmiş insanların onun yaşamı için ne kadar önemli olduğunu anlar. Yaşadığı sıkıntılarda gördüğü dayanışma ona güç verir.
Tsili mültecilerle birlikte olduğu bir sırada dönüp bakar: Bir tarafta Mark’la bütün yazı geçirdikleri dağ, diğer tarafta Katharina’nın evine giden vadi... Bir tarafta Siyon Dağı ve diğer tarafta Avrupa… İlki kendi kültüründen, zorlu ama huzurlu yaşayacağı topraklardır. Katharina’nın evi, rahat ama hiçbir zaman güvende olmayacağı başka bir kültürde yaşamı simgeliyor. Bu arada kalmışlığın cevabı Tsili’nin şu sözünde açıklanır: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.”
Yürüyüş sırasında montunda sakladığı zehri içen ve nehre atlayan iki kadın görürüz: “Filistin’e gitmeyi reddeden o güçlü kuvvetli kadın ‘Nereye gitsek bizi ölüm kovalayacak’ der. “Artık bize huzur yok” der kadınlar. Travmanın yarattığı büyük bir umutsuzluk havası da hâkimdir, sanki Yahudilerin kanlı kaderini kabullenip intihar eden iki kadın görürüz. Bir tarafta umutsuzluk, bir tarafta Filistin’deki küçük bir umut… Bu süreçte Tsili’nin ruh halinde de sürekli bir melankoliye büründüğünü görürüz. Kart oynarken bir anda ayağa kalkıp “Ben katilim, ailemi kampta bıraktım” diyen ve ardından ani bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi oturan mültecileri görürüz. Bu umutsuzluğun alternatifi ise kısmen bilinçsizce yürünen ‘birlikte yeni bir yaşam’, yani Filistin’dir.
Mültecilerin yolculuğu boyunca yeni kültürün ve yaşamın temellerinin neye dayanacağını görürüz: Bireyciliğin yerini dayanışmacılık alır. Artık paramparça, farklı ve her daim tehlike altında olan bir ‘kavim’den birlikte, aynı ve güven içinde olan bir ulusa dönüşme hedefidir bu temel. İsrail, bütün dünyada azınlık olarak yaşayan Yahudi kavminin artık bir ulusa dönüşmesi anlamına geliyordu. Yahudilerin ‘sürgün kültürü’, ‘vaat edilmiş toprakların kültürü’ ile yer değiştirir. 20. yüzyıl Yahudileri, Batı medeniyeti tarafından bu noktaya itilmiştir. Önce kimliklerinden sonra Avrupalılardan kaçan Yahudilerin dönüşümü şu satırlarda görünür: “Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Yıllar boyunca kaçmayı öğrenmişlerdi, durup beklemeyi değil. Şişman kadın ‘İnsan, solucan değildir’ dedi, ‘Hadi çocuklar davranın bakalım!’ Birden utanç kapladı yüzlerini.” Artık o geçmişe alışkanlığa dönmeliydiler. Bu yürüyüşte dillerdeki marş “Biz meşale taşıyanlarız!” aslında geçmişten koparak yeni geleceğe doğru ilerleyişin ve dönüşümün marşıdır. Kitabın önceki bölümlerinde dönemin Yahudi toplumunun bencilliği, ayrılıksılığı vurgulanırken, son bölümlerinde dayanışmacılığını görürüz: “Her molada sedyeyi taşıyanlar değişiyordu, sanki eski bir alışkanlıkmış gibi.” O eski alışkanlık, Kral Davut’un bayrağı altında birlik içerisinde yaşamaktı ve binlerce yıl sonra dönüş başlamıştı.
Appelfeld’in çocukluk anılarından yola çıkarak anlattığı, ‘Tsili: Bir Hayat’ kitabında, Yahudi kültürünün ‘sürgünlük’ anlayışından kopuşunu okuruz. Geçmişten koparak öteki değil ana unsur olduğu kültürün yanında bulur kendisini. Yahudiler karamsarlık tarafından esir alınmışken, güvende yaşama umuduyla yollarını Filistin topraklarına gider. Yeni topraklarına acılarla dolu bellekleriyle giderler. Diğer medeniyetlerin çocuğundan kendi özgün benliğine sahip olan olgun bireye dönüşürler. Artık yeni bir kimlik inşa süreci başlamıştır.
1 “Forest As A Liminal Space: A Transformation of Culture and Norms During the Holocaust”
Kaynakça
Suzanne Weiner Weber (2008) The Forest as a Liminal Space: A Transformation of Culture and Norms during the Holocaust, Holocaust Studies, 14:1, 35-60
Appelfeld, Aharon,(2001) Tsili: Bir Hayat: Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Dürrin Tunç