‘Musa’dan Musa’ya Musa gibisi gelmedi’*

Tufan ERBARIŞTIRAN Kavram
8 Mayıs 2019 Çarşamba

Benim ismim Musa. Hani şu İbranileri Mısır’dan çıkartan, Kızıldeniz’i asamla yarıp kurtaran, Tanrı’nın bize vaat ettiği topraklara getirmek için çabalayan…

Bizim buralar çok sıcaktır, havada tozlar uçuşur sürekli, tepedeki güneş yakıcıdır, gündüz yürümek bile zordur. Dağda koyunlarımı, keçilerimi gezdiririm, onları otlatırım. Bazen bir toz bulutu kaplar her tarafı, güçlükle bir kenara sığınırım. Mısır’dan ayrıldığımdan sonra kendimde bir değişim olduğunu iyice hissettim. Firavunlar ya da onların taptığı putlar benim Tanrım olamazdı. Mısır’daki büyücüler, kâhinler, falcılar, hokkabazlar bin türlü sözde tanrıyı anlatıyordu. Benim içimdeki o esinti öylesine güçlendi ki bundan böyle ne sarayı ne de Mısır’ı özlerim artık. Bazen Harun’la da aynı konuları konuşuyoruz. Harun da bana hak veriyor. Ancak en çok yardımı kayınpederim Yetro’dan alıyorum. Ha, beni anımsadınız mı?

Evet, benim ismim Musa. Hani şu İbranileri Mısır’dan çıkartan, Kızıldeniz’i asasıyla yarıp kurtaran, Tanrı’nın bize vaat ettiği topraklara getirmek için çabalayan… Bunları sizlerle ilk kez paylaşıyorum. Tanrı’nın bana verdiği görev öylesine zor ki nasıl anlatsam, bilemiyorum. İbraniler yüzlerce yıl Mısır’da angarya işlerinde çalışmışlar, birçoğu kendi soyunu, kutsal inancını unutmuştlardı… Ya işte böyle kardeşlerim, bunları sizlerle paylaşayım istiyorum. Şimdi önceden başlamalıyım. Nefesim yardım ederse, sonrasını devam ederim. Eh, ne da olsa kocadım, yaşlandım, bir de sizin aranızda değilim artık. Yüce Yaratan lütfedip izin verince, bu konuşmayı yapabiliyorum. O’na bir kez daha şükranlarımı arz ediyorum. Şimdi hikâyemin başladığı yere gelelim. Umarım yine öğrenerek dinlersiniz.

Musa sarayda

Nasıl oldu, nereden nasıl geldi, bilemiyorum. Yüreğimde hep bir duygu seli vardı. Ne zaman yatağa uzansam, sanki o yatak bana rahatsızlık veriyordu. Tamam, sarayda yaşıyordum. Hatta bir elim yağda, bir elim balda diyebilirim. Emrimde askerler, yüzlerce İbrani köle vardı. En güzel yemekleri yiyor, şerbetli suları içiyordum. İpekten elbiseler giyiyor, sarayda olsun dışarıda olsun salına salına yürüyordum. Hani keyfime diyecek yoktu. Peki, neden rahatımı bozdum, durduk yerde başıma türlü dertler aldım derseniz. Şimdi beni iyi dinleyim kardeşlerim.   

Benim çocukluğum tam bir bilmece gibidir. Nereden ve nasıl geldiğim konularında çeşitli söylenceler var. Kimi sepette geldiğimi kimisi de sarayın bir kenarına bırakıldığımı söyler. Bu çok da önemli değil aslında. Asıl önemli olan Tanrı’nın kutsal emirlerini sizlere ulaştırmamdı!

Her ne kadar rahat bir yaşantım olsa da, hep bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. Bunca rahatlık, şatafat, görkemli bir yaşam bana çok da renkli gelmiyordu. Evet, her şey önümdeydi; elimi uzatsam istediğim en güzel yemeği, leziz bir şerbeti, ipek bir giysisi alabilirdim. Havuzlarda yıkanıyor, denizde yüzüyor, şehirde geziyor ve eğleniyordum. Ancak beni Musa yapacak olanlar bunlar değildi. İnsanı değerli yapan şeyler, Tanrı’yla olan ilişkisiydi. O sonsuz gücün kutsal esintisi bir kez insanın ruhuna girdi mi bir daha çıkması mümkün değildi. Mısır’da rahat bir biçimde yaşarken, İbranilerin yaşamı ile bizim saray yaşamı öylesine farklıydı ki… Bir tarafta her türlü zenginlik varken, diğer tarafta aşırı fakirlik vardı. İki farklı dünyaydı önümdeki. Tanrı bana öncelikle bunu göstermiş olmalı. Yani demek istiyordu ki, “Musa, senin yaşadığın saltanat sadece bu dünya için geçerlidir. Benim yanıma gelmek için sana her ikisini de gösteriyorum. Sonrasında sana yol göstereceğim.” Sanki böyle tuhaf sesler kulağımda çınlıyordu, ne zaman yalnız kalsam benzer sesleri duyuyordum. Son zamanlarda bu sesler, düşler sıklaşmıştı. İbranilerin çektiği eziyetleri gördükçe içim bir tuhaf oluyordu artık. Neden böyle hissettiğimi anlatamam. Böyleydi işte.

Çöl sıcağını bilenler bilir, dayanılmazdır. O kızgın güneşin altında çalışmak insanı deli eder. Ter her tarafınızı ıslatır, sağlıklı düşünemez olursunuz. Ya yerdeki kızgın kumlara ne demeli? Dünyadaki cehennem burası olsa gerek. En azından İbraniler için böyle olmalıydı. Onlara acıyordum, onların çektiği acıları anlamaya çalışıyordum. Altın tepsi içinde önüme konulan leziz yemekleri bile yiyemiyordum. Soğuk şerbetleri içemiyordum. İbraniler önümde dövülüyor, aşağılanıyor, bazen de sadece sevk için öldürülüyorlardı. Buna nasıl dayanabilirdim ki? Gece kuş tüyü yatağıma uzandığımda, sanki çivilerin üzerine yatmış gibiydim. Her rahatlık beni üzüyor, sıkıyor ve yıldırıyordu. Bir bardak su için yalvaranları gördükçe içim kan ağlıyordu. Açlıktan bir deri, bir kemik kalmış İbranileri söven, yerlerde sürükleyen, bunları yaparken de ucubeler gibi kahkahalar atanları gördükçe… Hele küçük yaştaki İbranileri taş duvarlara fırlatanlar, bazılarını kızgın kumlara gömenler, öldüresiye dövenler… Dayaktan yüzleri tanımaz hale gelenler, ağızlarında dişleri kalmamış olanlar… Bu anlattıklarım sizlere sıradan bir işkence görüntüsü gibi gelebilir. Ancak tarih boyunca ne değişti ki? Hele bir hatırlayın derim. Romalılar, ilk Hıristiyanlar, Araplar, Naziler… Şimdiki ülkenize sahip çıkın, sakın boş vermeyin. Yoksa aynı şeyleri yeniden yaşarsınız. Neyse, ben devam edeyim.

Başlangıç

İbranilerin bu çok kötü koşullarda yaşamaları, benim için bir başlangıç oldu diyebilirim. Bir süre içimden gelerek onlar gibi yaşama başladım. Onların çektiği acıları az da olsa ben de tatmak istiyordum. Daha az yemek yiyor, şerbetli sular yerine, sadece su içiyordum. Erken kalkıyor, geç yatıyordum. Onların inlemelerini gizlice dinliyordum. Bazen tıpkı bir gölge gibi yanlarına yaklaşıyor, akşam yemeğimi onlara veriyordum. Bir görseniz nasıl da seviniyorlardı. Hele genç bir İbrani, gölgede olduğumdan beni tanımadı ama verdiğim yemeği alırken öyle güzel dualar etti ki… Onları yemek yerken izlemek bile güzeldi…

Bu yeni kişiliğim iyice gelişiyordu, İbranileri köle olarak değil bir insan olarak görüyordum. Yardımlarımı yine gizlice yaparken, gündüzleri de onları ara ara dinlendiriyordum. Bana itiraz edenleri, dinlendikleri zaman daha iyi çalışırlar diye avutuyordum.

Ve bir gün olanlar oldu! Hiçbir suçu yokken bir İbrani’yi dövmeye kalkmışlardı. Adamcağız tozlu yerlere düşüyor, ağzı burnu kan içinde güçlükle af diliyor, ellerinden kurtulmak istiyordu. Aylardan beri içimde esen rüzgârlar ansızın bir fırtınaya dönüştü. Hemen yerimden kalktım, yanlarına gittim ve… Sonrasını biliyorsunuz artık.

Doğruca kendimi ait hissettiğim dağlara kaçtım. Belki de buna kendi dünyama geçtim demeliyim. Orada aylar, yıllar geçti. Tisippora ile evlendim. Çocuklarım oldu. Mutluydum. Kayınpederim Yetro bilge bir adamdı. Bana çok şeyler öğretti. Anladım ki Mısır’daki saray yaşamı koskoca bir hiçliğin dünyasından başka bir şey değilmiş. Evet, bir insan olarak iyi yaşamak bizim de hakkımız. Ancak adaletli olarak ve Tanrı’ya inanarak… 

Ha, unutmadan şunu söyleyeyim istiyorum. Bir gece gizlice onlara yemek verirken, şöyle bir konuşma duydum.

“Ne zaman bitecek bu sefaletimiz?”

“Tanrı bizi unuttu artık.”

“Hayır. Tanrı bizi unutmadı.”

“Peki, neden böyle yaşıyoruz? Şu halimize bir baksana!”

Yaşlı biri olduğu sesinden belli olan bir İbrani şunları söyledi.

“Susun ve günaha girmeyin. Tanrı bizi mutlaka buradan kurtaracak. Neydi o kutsal söz?”

Diğerleri söyledi.

“Ben Ben Olanım!”

Bu sözler yüreğime nakış gibi işlendi sanki. Yerimde duramıyordum. Sanki fırtına öncesinin sessizliğini yaşıyordum. Tanrı bana bazı şeyleri önceden sezdiriyordu sanırım.

Yanmayan çalı

Sabah saatlerinde hayvanlarımı otlatmak için dağda dolaştırıyordum. Sıcak birazdan başlayacaktı. Birkaç yudum su içtim, yoluma devam ettim. Ancak o sabah her nedense içimde tuhaf bir duygu vardı. Ansızın çevremdeki sesler sustu, her şey yavaşça silindi. Neler oluyordu böyle? Korkuyordum. Ne yalan söyleyeyim, az kalsın oradan kaçacaktım. Her zaman gördüğüm dağlar, tepeler, tümsekler, çalılar, taşlar birer birer siliniyordu. Sesler… O güne kadar hiç duymadığım sesler kulağıma gelmeye başladı. Kendimi bir tuhaf hissediyordum. Burası Sina Dağıydı, biraz tedirgindim. Sürümden bir kuzunun ayrıldığını gördüm. Dikkatlice baktığımda, onu bir su kenarında buldum. Hayvancağız yorgun olmalıydı. Hemen sırtıma aldım ve geri götürdüm. Sonra içimden bir ses dolaşmaya devam etmemi söyledi. Tuhaf bir şekilde kulağımda çınlayan seslere eşlik ediyordum. O da neydi?

O tuhaf seslerden sonra koca bir çalılık yanıyordu ama… Ama... Çalı yansa da ateş almıyordu. Bu nasıl olabilirdi ki? Yanmayan bir çalı! Merakla durup baktım ama bir şey anlamadım. İşte o sesi duyduğumda iliklerime kadar terledim. 

"Musa! Musa!”

Benimle konuşan kimdi? Bu ses nereden geliyordu? Tam bir şaşkınlık içindeydim, kim olduğumu ve nerede olduğumu bile unutmuştum. Kuru bir sesle “Efendim” diyebildim. O ses devam etti. “Buraya daha fazla yaklaşma. Ayakkabılarını ayaklarından çıkar; çünkü üzerinde durmakta olduğun yer, kutsal topraktır.”

Ve Tanrı bana bir vizyon olarak göründü. Karşı konulamaz yoğunlukta bir beyaz ışık! Gözlerim kamaştı, başım döndü, titredim ve hiç kıpırdayamadım. O ışık beni teslim almıştı. Işığın gücü benim içime geçiyordu. Ancak ışık benimle bütünleştikçe, ben daha da güçleniyor, ayaklarım sanki yerden kesiliyordu.

“Ben Babanın Tanrısı; Avraam’ın Tanrısı, Yitshak’ın Tanrısı ve Yaakov’un Tanrı’sıyım. …”

Işık gözlerimi kamaştırmakla kalmıyor, içime de giriyor demiştim. O ışığın kutsal olduğunu anladım, sonsuzluğun ve hiçliğin bütünleştirdiği bir tinselliğin karşısındaydım. O’nu anlamak, tanımak, bilmek ya da görmek imkânsızdı. Işığa teslim olmuştum. Çöl rüzgârları şimdi sıcak ama ferahlık veren, ıslık gibi sesler çıkaran, saçlarımı bir baba şefkatiyle okşayan bir özelliğe sahipti. O’nun sesini duyduğumda hemen yere kapandım. Gözlerimi açamıyordum. Anlamıştım artık karşımdakinin Tanrı olduğunu. O yaşlı İbrani’nin söylediği sözü anımsadım. “Ben Ben Olanım!”

İşte benim hikâyem böyle dostlarım. Kuşkusuz size daha anlatacaklarım bitmedi. Tanrı’nın bana verdiği ‘On Emir’i nasıl aldığımı da anlatacağım. Daha başka şeyler de anlatacağım. Bunları bilmeye hakkınız var. Öte yandan, şunu da unutmayın derim: Size ilettiğim emirleri uygulamaktan vazgeçmeyin. Bugüne kadar gelebildiyseniz, hepsi o kutsal emirlerin sayesindedir. O kutsal emirler, sizinle bütünleşmiştir. O sözler, sizi siz yapan değerlerdir. Atalarınız bin bir güçlükle uzak diyarlardan buralara gelinceye kadar neler çektiler bir bilseniz! Çöller… Kızgın kumlar… Yılanlar… Akrepler… Susuzluk ve açlık… Yabancı ülkelerde yapılan kanlı savaşlar… Güneşin altında yıllarca yalınayak yürümeler… Ve daha neler, neler… Bunları atalarınız sizler rahat edesiniz diye yaşadılar. Onların çektiği acıları unutursanız, aynı çileleri bu kez sizler yaşarsınız…

Şimdiki ülkenizde rahatça yaşamak istiyorsanız, korkudan ve her türlü tehlikeden uzak durmak istiyorsanız, çocuklarınızı rahatça büyütmek istiyorsanız, ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz artık… Ülkenize sahip çıkacaksınız. İnancınızı ve geleneklerinizi koruyacaksınız. Tanrı inancınızı kalbinizden ve aklınızdan, kutsal kitabınızı elinizden düşürmeyeceksiniz. Ancak gördüklerim pek de iç açıcı şeyler değil. Birlik olmazsanız… Ülkenizi korumazsanız… Tanrı’yı unutursanız… Karşınıza nelerin çıkacağını biliyorsunuz, öyle değil mi? Atalarınızı ve onların sizlere verdikleri nimetleri unutmayınız… Bizler için düşman her an kapıdadır, bir hata yapmanızı bekler ve ateşini üzerinizde söndürür. İnancımızın izin verdiği ölçüde dünyevi zevkleri (onları da bir yere kadar tabi…) yaşayınız ama Tanrı’yı ve ülkenizi unutmadan…

Neyse, yoruldum artık, nefesim yetmez oldu. Asamla deniz kıyısındaki bir taşın üstüne oturayım. Şimdi uzaklara bakıyorum, gözlerim dalgın ve biraz yaşlı çocuklarım. Benden dinledikleriniz bir masal ya da hiç yaşanmamış bir hikâye değildir. Bu anlatılan hepinizin hikâyesidir: Geçmiş ve geleceğiniz bunda saklıdır. Hadi, yeniden görüşmek üzere… 

* Musa bin Maimonides’in (Rambam) Musa için söylediği söz.