Antropolog Prof. Dr. Tayfun Atay ile Türkiye ve dünyanın geleceğini konuştuk.
Yıllarca Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazılarını okuduğum, dünyasını çok beğendiğim kendisi ile hemen her konuya değinebileceğimizi düşündüğüm, önemli bir antropolog Tayfun Atay. Prof. Atay ile Galatasaray Üniversitesinin harika manzarasında sohbet etmek, dünya hakkında konuşmak son derece keyifliydi. Kendi düşüncelerimi ve duygularımı da doğrularcasına bana adeta beni anlatan harika bir röportaj yaptığımızı düşünüyorum.
Tayfun Atay ile karşılıklı sohbette Türkiye’nin maalesef konuşulamayan pek çok konusunu da paylaştık. Maalesef diyorum çünkü konuşulamayan konular aslında sonra dönüp dolaşıp bize hesap sorar. Bu ülkede yaşamanın zorlukları, açmazları, belki de konuşulamayan konuların başka ülkelerde başka insanlar tarafından konuşulmasına, yazılıp çizilmesine neden oluyor. Bir gün hepimizin hayal ettiği anlaşılabilir, hesap verebilir, özgürlükçü, hak ettiğimiz ülkenin gerçekleşebileceğine olan inancımızı hiç bir zaman kaybetmeyeceğimizi konuştuk. O da, ben de...
υ Türkiye’de toplum her tarafı ile siyasetin önünde, muhalefetiyle iktidarıyla da… Bazı yazılarımda temsili demokrasinin sonu geldi diyorum. Küçücük telefondan yepyeni bir çalışma başlatabiliriz diye düşünüyorum, ne dersin?
Güzel düşünüyorsun tabii. Özellikle Gezi’den sonra siyaset Türkiye’de toplumun gerisinde kaldı. Kültürel çeşitliliği kutuplaştırma yönünde de; melezleşme yolunda da kullanıp siyaset üretebilirsin. Bunun da sebebi mobilin çocuğun evinde olması. Burada onu övmek için söylemiyorum ama dijital bir kapitalizmin de bir kültürel matrix’i var ve bu Sultanbeyli’de, Ümraniye’de, Güngören’de, Konya’da yaşayan insanlarımızı da etkiliyor. O yüzden Konya’daki annenin kızı geliyor O Ses Türkiye, Acun Ilıcalı realite yarışmasında rock, caz söylüyor.
Bakıyoruz kuliste mütedeyyin bir hanım, annesi… İşte bu melezleşmenin bir örneği…
υ Kızımız Konya’da yaşıyor, dindar muhafazakâr bir ailesi var… Caza ya da rock müziğe nereden ilgi duydu bu çocuk?
Dijital ortam, görsel kitle kültürünün belirlediği bir çerçeve var ve müfredattan, MEB’den, tüm liderlerden daha etkili. Arkadaşım bir hikâye anlattı. Şöyle; Ufak Tefek Cinayetler diye bir dizi vardı biliyorsun. Burjuva, üst sosyo-ekonomik gruptan dört kadının öyküsü. O kız çocuğu, dizideki kadınlardan birinin fan’ı olmuş, evde heyecanla dizinin başlamasını bekliyor. Şimdi okuldaki tabloya bak, bir de evdeki tabloya… Evdeki tablo, medyanın, görsel kitle kültürünün etkisini bize veriyor. Bugünün dünyasında zaten eğitimin bir kültürleyici, bir sosyalleştirici etmen olarak medyanın çok gerisinde kaldığını biliyoruz ama hangi medya? Televizüel medya değil; dijital medya, yeni medya ve onun karşılığı olarak da mobil kültürü. Z kuşağı şu an mobil kültürün etkisinde. Bununla hiç ama hiçbir kuvvet başa çıkamaz.
υ Bu gençler için hiç kimse bir şey söylemiyor. Biz nasıl görmeliyiz? Nereye doğru gidiyorlar? İyimser olmak istiyorum…
Biraz önce konuştuğumuz çerçeve Post-modernizm ile ilgili. Kapitalizmin artık süreklilik arz eden kronikleşen krizleri, kapitalizmin artık karşısına doğayı almış olması ve bunun beraberinde getireceği felaketler, en önemlisi küresel iklim değişikliği, artık bir distopyalar çağına girdiğimizi, yani insanın ütopyasının kalmadığı, ütopyasını kaybettiği bir döneme girdiğimizi söylüyor… Ütopya gelecekten umutlu olmak demektir; distopya ise gelecekten umutsuzluk. Şimdi dünya böyle bir noktada ve bunun sonucu olarak Putin gibi, Trump gibi otoriter liderliklerin ortaya çıkması belki dünyanın bir dijital feodalizme doğru gitmesi anlamına geliyor. Yeniden parçalanmış Amerika’nın içe kapanması, bir dünya sistemi sayılabilecek birleşik Avrupa’nın başarılı olamaması, bileşenlerine ayrılma durumu, Aydınlar Manifestosu… Bunların hepsi 60’lı, 70’li yılların ya da 20. yüzyılın umutları, geleceğin umutlarıydı. Temel slogan, daha ileriye, en iyiye yani akla, bilime ve oradan da teknolojiye vararak daha doğru ve güzel bir dünya var etmek, hatta cenneti yeryüzüne indirmekti ancak öyle olmadığını gördük. Moderniteden geri dönülmesi, bunun olamayışını görmek insanları post-moderniteye itti. Yani bilimin iktidarla ilişkisi, dünya paylaşımı, insanın aklını, bilimi ve teknolojiyi kullanarak iyi şeylerden çok kötü şeyler yapabileceğini de gösterdi. Dünya savaşları, nükleer rekabetin sonuçları ile karşı karşıyayız. Mesela insanlığın moderniteden geri dönmesi biraz da hayal kırıklığı yarattı. Bu nedenle distopya çağındayız, gelecek karanlık görünüyor herkese. Böyle olduğu için senin umut verelim, umut aşılayalım demen önemli. İnsan mutsuz umutsuz yaşayamaz, insan ve umudun olmadığı yerde mutluluk da yoktur. Düşünsene yani gelecek karanlıksa, feciyse, gelecek kıyametse, nasıl mutlu olabilirsin bütün dünyada? Zaten böyle bir hava var; işte bu noktada - daha iyimser olma hususunda ben de sana katılıyorum.
BILL GATES GALAKSİSİ
Yeni bir teknolojik aşamadayız. Bir Bill Gates galaksisi bu. Gutenberg galaksisinden çıktık Bill Gates galaksisine geçtik. Ve bunun içerisinde hayatımızı sürdürürken teknolojinin yararı ve zararı bulunuyor. Zararlarıyla daha çok karşı karşıyayız. İmaj çağı, simülasyon çağı, gerçeğin kayboluşu, ‘post-truth’ dünya, denizlerin kirlenmesi, plastiğe boğulmuş bir dünya… Bütün bunlar nedeniyle kaynak paylaşımında birbirine giren ülkeler ve bu problemlerin beraberinde yarattığı radikal akımlar... Öte yandan da hayatımız sürüyor. İşte buradayız, gençler ve z kuşağı. Çocukları kategorik olarak reddetmekten, bitmiş, yok olmuş görmekten yana değilim. Dünyada 80’lerden sonra yükselen sağ muhafazakârlığın baş nedeni solun bir yelpaze olarak - sosyal demokrasiden sosyalizme kadar – tümden çöküşü, 89’dan itibaren bizi bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya bırakmasıdır. Bu bizi çok daha kötü bir noktaya getirdi. Bu duruma, “Tarihin sonu”, “Liberalizm kazandı” diyenler var.
“MUHAFAZAKÂRLARIN SEKÜLERLEŞMESİ KAÇINILMAZ”
Fukuyama gibiler mi?
Fukuyama, “Liberalizm kazandı, bu iş bitti. Artık başka şey aramayın” dedi ama hiç de öyle olmadığını sonra kendisi de kabul etti. Sonuçta bir anlamda Sovyetlerin çöküşünün kapitalizm için sonun başlangıcı olduğunu söylemek gerek. Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte insanlığın sosyalist ütopyasının da kaybolması, bir şekilde tek kutuplu kapitalizm haline döndü. Ama şimdi post-Sovyet dönemindeki kapitalizm kendi içinde parçalara ayrılmış durumda: Amerikan gücünün gerilediği, Amerika’nın kendi içine kapandığı, Çin’in bir yükselişte olduğu ama nereye gideceği belli olmayan bir güruh kapitalizmi olarak karşımızda durduğu, Rusya’nın kendi alanında nüfuz mücadelesine girdiği, Avrupa’nın hem kendi sınırları içerisinde bir ayrı ağırlık oluşturmak istediği ama kendi içinde de rekabet halinde olduğu dünyayı getirdi karşımıza. O zaman diyoruz ki insanlık bir çıkış bulamadı. Kıyameti bekleyecek halimiz de yok. Umudumuzu kaybetmediğimizi mümkün kılacak da pek çok veri var; dinsel fanatizmin mesela insanlığa sökmediğini, insanların kendilerini tamamen dogmanın esiri hale getirmediklerini, birçok dini telkine, hayatı baskılamaya çalışan cemaatlere rağmen toplumun insanların mobil kültürü üzerinden aslında çok açık olduğunu, açık toplumun hala varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Seküler yaşam biçimini daha da marjinalleştirmeye çalıştıkça, muhafazakâr toplumun bile sekülerleştiğini görüyoruz. Hayatın çekiciliğinin, renginin, sesinin, hareketinin o insanlar tarafından da benimsediğini görüyoruz. Dünyayı dünyevi yaşarsın, dünyayı uhrevi yaşayamazsın. Bunun sonunun geldiğini görüyorum. Bunun sonunun geldiğini görüyorsam, bu bir umuttur.
υ Son olarak söylemek istediğin başka bir şey var mı?
Ya sosyalizm ya Barbarizm diyeyim. 1980’ler, 90’larda İngiltere’de İşçi Partisi giderek liberalizme kaydı. Jeremy Corbyn ise bunu protesto etti ve sosyalist kaldı. 1. Körfez Savaşı’nda, Amerika İngiltere desteğiyle Irak’a saldırdığında çıktı kürsüye ve şöyle dedi: “This is a war or oil, either socialism or barbarism.’ Ben de analizim yaptıktan sonra benzer bir ideolojiye geldim. Bu beni var eden, yaşatan bir dünya görüşü. İnsan toplumsal bir varlıktır. Hala insanın toplumsallığına inanıyorsak… Evet, insanda bireysel motivasyonlar vardır, bencillik vardır ama insanda diğerlerini düşünme ve gözetme duygusu da vardır, bencillik olduğu kadar. Kendimi de yokladığım zaman hani empati, diğergamlık, dayanışma, paylaşma… Öyle bir hayat sürdüm ve o hayatta sen dedin ki yetmişime gelene kadar böyle yaşarım. Seksenimizde de öleceksek, yarın da öleceksek de öyle yaşayıp gideceğiz…