Yıllarca müziğin içinde olup, Fazıl Say’ın ‘İlk Şarkılar’ ve ‘Yeni Şarkılar’ adlı eserlerinin solistliğini yaptıktan sonra bile solo albüm yapma fikri yoktu aklımda. Ben her gün işimden çıktıktan sonra annem ve babama uğrardım. Annemle biraz sohbet ettikten sonra, babamın bütün gününü yıllardır ve zevkle geçirdiği küçük stüdyosuna uğrar, yaptığı besteleri, söylediği şarkıları dinlerdim. Bir gün, o şarkı söylerken; yaptığı işe saygısına, tutkusuna, iradesine, disiplinine, mutluluğuna, müziğe olan bitmek bilmeyen aşkına ölesiye bir vefa duydum. Bir albüm yapacaksam, bu babamın şarkıları olacak dedim ve yola koyuldum.
Serenad Bağcan, ilk solo albümü ‘Serenad’da yer alan besteleri 7 Mayıs’ta Salon İKSV’de seslendirirken, katılımcılara bir tanıtım konserinin çok ötesinde, sımsıcak bir aile ve arkadaş toplantısı olarak gelişen çok zevkli, çok keyifli bir gece geçirtti.
Kaliteli ikramların konser öncesi ve sırasında devam ettiği bir cocktail prolongé havasında gelişen gece, Serenad Bağcan’ın mekânın alt ve üst katlarındaki bütün izleyicilerin tek tek elini sıkarak büyük bir samimiyetle ‘hoş geldiniz’ demesiyle başladı. Sahneye geçtiğinde de aynı içtenlikle ve değme tiyatrocuyu kıskandıracak rahatlık ve sahne hâkimiyetiyle, “genlerime ve aileme vefa” olarak nitelediği albümünün oluşum hikâyesini, kendi hayatından, acı-tatlı, birebir yaşadığı ya da şahit olduğu zamanlara ait yedi şarkıyı nasıl ve neden seçtiğini anlattı, yaşanmışlıklarıyla, sevgisi ve sesiyle yüreklere dokunacağını umduğunu ekledi.
Tabii ki, o harika sesi ve üç kişilik yetenekli orkestrası eşliğinde parçaları da seslendirdi.
Bir parantez açıp şu Bağcan’ları bir hatırlayalım.
Kırım göçmeni bir ailenin kızı ilkokul öğretmeni Fevziye ile Manastır göçmeni aileden veteriner Selim Bağcan’ın dört çocuğu da üniversite mezunu. Oğulları Savaş, Sezer ve Serter Bağcan çocukluklarından beri müzikle haşır neşir olmuş, profesyonel müzisyenler olmuş. Kızlarıysa, günümüzün yaşayan efsanesi Selda Bağcan. Birçok dünya starının hayran olduğu, şarkılarını dünya yıldızlarının söylediği, kendi ülkesinde üç kez hapse atılan, pasaport verilmeyen, şarkı söylemesi yasaklanan, kasetleri toplatılan ama susturulamayan bir devrimci.
Süheyla ve Savaş Bağcan’ın müziğin içinde doğan üç kızı, diş doktoru Sonat, A.Ü. Eczacılık mezunu Serenad ve Elektrik Elektronik Mühendisi Seda profesyonel müzikçi.
Klasik müzik ekolünden gelen Serenad, ilkokul çağlarından itibaren çocuk korosunda başladığı şan kariyerine profesyonel olarak Devlet Çoksesli Korosu’yla devam etmiş. Koro bir ara Fazıl Say’ın ‘Nazım Hikmet Oratoryosu’ ve ‘Metin Altıok Ağıtları’nı seslendirmiş. ‘Nazım Hikmet Oratoryosu’nu söylerken solist gelmeyince Serenad, koro şefinin önerisiyle solo partisyonu söylemiş. O günden beri, “aradığım sesi buldum” diyen Fazıl’ın bestelediği bütün şan bölümlerini ve şarkıları seslendirmiş.
Albümündeki şarkılara annesi için söylediği “annem” şarkısıyla başlayan Serenad, bu şarkının söz ve müziğini babası Savaş Bağcan’ın, kendi annesini kaybettiği zaman bestelediğini söyledi.
Bir günlük gazetede Selda Bağcan’ın 13 jandarmanın arasında elleri arkadan kelepçelenmiş fotoğrafını gördüğünde, babasının yüzüne yansıyan acıya, üzüntüye ve gurura şahit olduğunu anlatan Serenad, babasının kız kardeşi için yaptığı ve onu ülkenin bülbülüne benzettiği ‘bülbül’ adlı besteyi dinletti: Figan sevdasıdır deli bülbülün / Bülbüle tuzaklar kurulur mu hiç / Avcılar zalim avcılar bülbüller zincire vurulur mu hiç.
Müzikal yolculuğunda en önemli aile bireylerinden biri olarak, bu aileye vefa albümünde Fazıl Say’ın da albümde şarkısı olmalıydı. Bu isteğini dile getirdiğinde Say, “Serenad bu şarkı tam senlik” diyerek, Ahmet Arif’in şiirinden bestelediği ‘Hasreti Uykularda’ adlı şarkıyı vermiş. Say, Serenad’ın ‘Sait Faik’te yorumlamış olduğu, sözleri Özen Yula’ya ait olan, hem klasik, hem etnik hem de Türk Sanat müziği tarzında söylenmesi gereken dokuz dakikalık demir leblebi ‘Burgazada’yım Ben’ şarkısının konser kaydını da albüme eklemiş.
Kendi gitse de sevdası yüreğimizde kalmış aşkların şarkısı olarak babasının bestesi ‘Al Yüreğim Sende Kalsın’ ve olağanüstü keyifli anonim ‘Mağusa Türküsü’nden sonra Serenad, söz ve müziği amcası Serter Bağcan’a ait olan ‘pamuk ipliği’ adlı şarkıyı amcasıyla birlikte söyledi. Şarkıya salonda bulunan Bağcan ailesini n genç kuşağının da katılmasıyla bu son derece keyifli gece sona erdi.
Majör Yapım’dan çıkan ‘Serenad’ adlı albümü mutlaka edinin derim.
Hristo Boytçev yeniden sahnelerimizde: "Manastır"
“Sadece kuşlar ve insanlar uçabilir kuşlar kanatlarıyla insanlar ruhlarıyla.”
Kuzey Bulgaristan’ın küçük bir köyünde 1950’de doğan, 1974 – 1984 yılları arasında makine mühendisi olarak bir fabrikada teknik müdürlük yapan Hristo Boytçev, ilk oyununu 1984’de yazdıktan sonra 1985/1989 yılları arasında Tiyatro ve Sinema Sanatları Ulusal Akademisi’nde tiyatro eğitimi almış. O tarihten beri oyun yazarlığını sürdüren Boytçev’in oyunları, ülkesinde ve dünyanın önemli tiyatrolarında sahneleniyor. Bosna savaşı sırasında yazdığı özgün kara mizah örneği ‘Albay Kuş’ British Council tarafından düzenlenen Uluslararası Oyun Yazma Yarışması’nda 400 oyun arasından birinci seçilmiş.
‘Albay Kuş’ İstanbul seyircisinin iyi bildiği bir oyun. 2001-2002 sezonunda, İBBŞT’nin altın döneminde Macit Koper tarafından sahnelenmiş, 2008’de TiyatroAdam aynı oyunun Murat Karasu’nun yönettiği olağanüstü yorumuyla ilk çıkışını yapmış.
Asmalı Sahne, sezonun başlarından beri, iki bölümlük oyunun orijinal metninden ve yazar tarafından kadın oyuncular için kaleme alınmış versiyonundan yola çıkarak, 90 dakikalık tek bölümlük bir uyarlamasını ‘Manastır’ adıyla sahneliyor.
Yeni, ya da yeniden yorumlamalara hiçbir zaman karşı olmamışımdır. Aksine her yeni yorumun yeni bir bakış açısı, yeni bir zenginlik getirdiğini düşünürüm. Ama hem bizde, hem de dünyanın her yerinde ‘Albay Kuş’ ya da ‘Colonel Bird’ özgün adı ile sahnelenmiş bir metnin durup dururken bambaşka bir isimle sunulmasını çok yanlış bulduğumu belirteyim.
Oldu olacak ‘Othello’yu da Yeşilçam’da bir ara yapıldığı gibi ‘Arabın Aşkı’ adıyla sahneleyelim! Her neyse. Biz dönelim ‘Albay Kuş’a.
Savaş sırasında, iç içe geçmiş halkların, birbiri içine dal budak salmış kültürlerin vatanı Balkan Yarımadası’nda bir yer… Manastırdan bozma bir psikiyatri kliniği… Ne ilaç, ne yatak çarşafı, ne doğru dürüst giyecek, yiyecek, hiçbir şeyin olmadığı bir dağ başında, kendi hâline bırakılmış, kaderlerine terk edilmiş, donmamak için aynı odada birlikte kalmak zorunda olan ilginç ama zararsız bir avuç deli… Ve onlar kadar ilginç, madde bağımlısı bir doktor…
Bir sabah, manastırın avlusuna gökten bir sandık düşer… Yolunu şaşırmış bir uçaktan atılan, Birleşmiş Milletler Gücü’nün yiyecek ve askeri giysi dolu ‘insani yardım’ sandıklarından biridir bu…
Üşümemek için giydikleri askeri giysiler delileri farklı bir hezeyana sokacak, savaş travması sonucu katatonik olan eski asker bir albaya, deliler de onun askerlerine dönüşecektir… Delilerin, harika bir dünya arayışının peşinde çıktıkları yolculuk, onları Strasburg’a, Avrupa Birliği Parlamento Binasının kapısına kadar götürecektir…
Bunlar gerçekten deli midir? Kim bilir? Belki de albayın dediği gibi: “Deli değil, sadece diğerlerinden farklıdırlar”…
Boytçev’in, insanın büyük bir hayal hatta paranoya da olsa o harika dünyayı arayışının, akıl sahiplerinin başaramadığı bir arada yaşayabilme durumunun delilerce başarılmasının trajikomik öyküsü, akıllı-deli kavramlarını yeniden düşünmemiz gerektiğini ve sonucu ne olursa olsun hayallerimizin peşinden gitmemiz gerektiğini hatırlatıyor bizlere.
Oyunun bu yeni uyarlamasını Berk Bergiten çevirmiş, doktoru da canlandıran Muharrem Uğurlu yönetmiş. İlginç dramaturgi çalışmasını kimin üstlendiği broşürde belirtilmiyor. Mekân kullanımı ve sahne trafiği çok başarılı. Aydoğan Temel, Arzu Yanardağ, Emel Çetin, İlayda Fidanlık, Osman Ataseven, Sevcan Başaydın ve Muharrem Uğurlu’nun sağlam takım oyunculuğu çok etkileyici.
İzlenmeye değer ilginç bir yorum. Siz siz olun ‘Manastır’ı unutun, Hristo Boytçev’in ‘Albay Kuş’unun farklı bir okuması olarak izleyin.
Hepinize iyi seyirler dilerim.