Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Türkiye’yi, dünyadaki siyasal düzen değişikliklerini ve beklentileri konuştuk. Prof. Kalaycıoğlu, Türkiye’de politik düzeni belirleyen kesimi, hukuk sistemine olan talebi ve sosyolojik değişimleri anlattı.
Türkiye’yi, değişen dünyayı ve Türk insanını anlama turlarıma devam ederken yeni durağım Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu oldu. Kendisiyle Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezinde bir araya geldik. Yeni araştırmaların sonuçları alınmak üzereyken değişen Türkiye’yi ve İstanbul’dan bakarak dünyadaki siyasal düzen değişikliklerini, beklentileri, bulunamayanları konuşmak bana yeni ufuklar açtı.
υ Türkiye muhafazakâr bir toplum mu?
Bunun cevabını birkaç aya kadar söyleyebilirim, bir saha araştırması çıkarmak üzereyiz. Dindarlık ile ilgili sorularımız var. Alınacak cevapları eski sorulara verilen yanıtları karşılaştırmalıyız. 2009’da yayınladığımız veriler önceden toplanmıştı. 2010’da bir dindarlık araştırması yaptık, o araştırmanın bir kopyası İstanbul Politikalar Merkezi Raporlar Bölümünde bulunuyor. Ancak şu anda elimizde bir veri yok.
Siyasi anlamda muhafazakârlık 1995’te başlayan süreçle belli bir yere kadar geldi şu anda Türkiye’de. Kendisini aşırı sağa koyan ve etnik anlamda milliyetçi, yani ırka vurgulu bir milliyetçilik, artı mukaddesatçılıkla karışık olarak; isterseniz damar olarak, Türk siyasetinde öne çıkmış durumda. Eski yıllarda özellikle orta sağ partiler içinde kendine bir yer bulmuş bir hareketti. Demokrat Parti’de, Adalet Partisinde, Anavatan’da, Doğruyol Partisi’nde mevcuttu ama şimdi kendi başına, olabildiğince bağımsız bir şekilde gündemde yerini almış vaziyette. Şu anda Türkiye’yi yöneten koalisyonun bir tarafında MHP, öteki tarafında AK Parti var. Bu ikisinin temsiliyeti, bunları birleşmesi sonucu milliyetçi mukaddesatçı bir ‘Milli Cephe’ görüntüsü arz ediyor. 1970’lerde görülen ya da 80-90’larda daha mülayim şekilde ılımlı şekilde görülene nazaran çok daha güçlü ve egemen bir konumda ideolojik olarak.
“Anomik toplumuz,
bana dokunmayan yılan
bin yaşasın deriz…”
υ Çarkoğlu ile kaleme aldığınız ‘The Rising Tide of Conservatism’ kitabınızda, Türk halkının ‘anomik’ yani kanun ve kuralları kendine göre uyarlama eğilimi olan bir toplum olduğunu söylediniz. Hala böyle mi?
2006’da gerçekleştirdiğimiz saha araştırmasında toplumun yaklaşık yüzde 90’ı ya kuralı istemiyordu ya da “Kural varsa da bana uygulanmasın komşuma uygulansın” diyordu.
υ Çok kurnazız, kendimizi akıllı sayıyoruz ama, fırsatçılığın alkışlandığı bir kafa yapımız var…
Herkes bir şekilde bazı kuralların etrafından dolaşmaya çalışıyor. Günlük yaşantımızda biraz dikkat etsek bunu görebilecek durumdayız. Çıkıp insanlar karşıdan karşıya nereden geçiyor bir bakın… Yeraltı geçidi var; yüzde kaçı yeraltı geçidinden, yüzde kaçı otobüsün önüne atlayarak geçer? Kültürel farklılıkların siyasetteki rolü üzerine yapılan çalışmalarda gözüküyor ki bazı kültürlerde kurala ilişkin yaşama küçük yaştan itibaren ailede ve okulda çok daha iyi öğretiliyor. Onlar belirli kalıplar içinde yaşamayı doğal kabul ediyor, öyle yaşıyor. Lenin’in meşhur bir lafı var; Almanlar hiçbir zaman devrim yapamazlar, ayaklanamazlar diyor. Çünkü, devrim bile yapacak olsalar önce sıraya girip, bilet alıp, istasyona greve giderler. Oysa Ruslar istasyonun kapısını kırarak girer; normal zamanda zaten bilet almak gibi endişeleri olmadığından isyan edecekleri zaman daha da kural tanımaz hale gelebilirler. Şimdi bu bir gözlem tabi. Bizde birçok şey pazarlığa tabi; otoriteyle de pazarlık yapıyorsunuz. Dolayısıyla bu kuralların yerleşmesini daha da öteye atıyor ya da zorlaştırıyor. Bir de temel itibari ile insanların bu kuralları oluşturup bunların çalışmasını gözetebilmeleri için o toplumun içinde bir miktar yaşamış olmak, bunu benimsemiş olmak, onu geliştirmek güzelleştirmek büyütmek gibi endişeleri olması gerekiyor.
Kent yoksulları politikanın belirleyicisi
υ Türkiye’de politikayı belirleyen kitlelerin toplam nüfusta oranları ne?
Türk toplumu çok hızlı değişmiş durumda. Şu anda toplumun yüzde 50’si Marmara, Ege, Akdeniz ve Ankara’da yaşıyor. Bu görüntü 1980’den sonra, özellikle hızlanan bir ivmeyle ortaya çıktı. Öncesinde toplumun çoğu kırsal bir yaşam sürmekteydi; küçük kentlerde, kasaba ve köylerde yaşıyordu. Bu manzaranın değişimi 1989-94 arası, yani Erdoğan seçilmeden başladı. İstanbul’daki yıllık nüfus artışı net 450 bin kişiydi ve kent muazzam ölçülerde büyüdü. Bu tamamen planlanmamış, kendiliğinden oluşan bir gelişmeydi ve bunu yönetmeyi beceremediler. Becerilebilir miydi? Onu da bilmiyorum. Daha iyi yapılabilirdi ama yapılmadı onun için bu durum son derece büyük bir keşmekeş yarattı. İstanbul’un vakıf, hazine ya da şahıs arazileri, tabiri caizse büyük ölçüde işgal edildi, bir anlamda yağmalandı, doğal olarak çok yaygın bir kayıt dışı ekonomi yaratıldı. Herhangi bir şekilde sigorta, vergi ödemeksizin kurulan şirketler ticaret siciline kayıt, maliyeye vergi ödemek gibi işlerden olabildiğince kaçtılar ve hukuk sistemi dışında bir genç kitlenin ortaya çıkması, yaşaması anlamına geldi. Altı-yedi sene önce resmi ağızlardan yapılan açıklamada bu kitlenin yüzde 40 olduğu iddia ediliyordu.
υ O zaman bu kitlenin hukuk talebi yok; çünkü olursa bedellerini ödemek zorundalar…
Hukuk bu insanların hayatında rol oynamıyor; bunların hukukun içine alınması da kolay değil. Son derece ağır maliyet içeriyor. Bir gecekonduda oturuyor, gecekondunun olduğu arsanın tapusu yoksa bunun tapu işlemlerini yapılması, değerinin takdir edilmesi, eskiye dönük emlak vergisinin tarif edilmesi büyük sorunlar yaratabilir. Zaman zaman bunların affı, siyasi kararla tapuya tescili söz konusu oluyor. Bu en büyük taleplerden biri. Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde Osmanlı padişahının emlakı bu ülkenin yüzde 70’ydi. Ancak şu anda elimizde şimdiki durumu gösteren bir envanter yok. Bunu halletmeden Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayalı bir uygulama geçmek kolay değil. Almanların Reichstadt dedikleri ‘hukuk devleti’ talebinde bulunanlar genellikle nispeten tuzu kuru olanlar. Bunlar profesyonel bir sınıf; eğitimi, mesleği, işi, evi, tasarrufu var; dolayısıyla Türkiye’de Avrupa’daki orta sınıfa tekabül edebilecek bir konumdalar ve hukuk ya da demokrasi talebinde bulunabilirler. Ama bu çok küçük bir kitle, sadece yüzde 10-14 civarında. Yüzde 40-45 ise hayatı boyunca kazanç karşılığı hiçbir işte çalışmamış. Bu kitlenin dörtte üçünden fazlası kadın. Dolayısıyla siyasa yapıcı kitle bu büyük orandaki kitledir.
“Anayasa tartışılmamalı, yarardan çok zarar getirir!”
υ Anayasamızı niye sürekli kurcalıyoruz, bu bize ne yarar getirecek?
Türkiye’nin kabul gören ve meşruiyeti olan bir anayasası yok. 82 Anayasasını hiçbir siyasi parti bugüne kadar kabul etmedi. Onun kurallarına göre iktidara gelmiş olan siyasi partilerde - mesela Anavatan Partisi - Özal döneminde bir yanda federasyon bir yanda başkanlık tartışmalarını çıkarmıştı. Amerikan Anayasası iyi çalışan bir anayasa değildir, çok kilitlenmeye sebep olur; bu yüzden bütçe çıkaramıyor. Amerika’nın kredi notunu düşürdüler Obama döneminde. Amerikan ders kitaplarında bu anayasaya rağmen biz demokraside ve ekonomide geliştik filan diye yazar. Ancak “Başkanlığı bırakalım da parlamenter olalım” demiyorlar; akademik bazı merkezlerde ufak tefek tartışmaların dışında böyle bir tartışma yok. 82 Anayasası siyasi seçkinler tarafından yapıldı ki bunların büyük çoğunluğu oyla iktidara gelmişti. Birinci büyük defonuz burada. Bu kabul edilmedi, diğer kurumlarımızı bu anayasaya dayamalısınız, meşruiyetini zaten anayasa verecek. Anayasaya dayayarak bir meclis kuracaksınız ki egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu gösterecek temel kurum. Sonra bir yürütme kuracaksınız; yeni anayasaya bağlı olarak, ona uygun çalışacak. Onun dışında bir yargı şeffaflığı sağlayacak, medya, basın aynı anayasadan çıkmış olacak; çok ileri olacak, kökleri orada olacak. Sivil organizasyonları kuracaksınız; hükümetle bağlı olmayan örgütler… STK’lar da anayasadan kaynaklanan haklara, özgürlüklere, bir takım standartlara sahip olacak. Siz anayasanızı beğenmezseniz, geçmiş olsun, bunların hiçbir temeli yok, hepsi havada duruyor, üflediğin zaman yıkılıyor. Şu anda olduğu gibi… Şu anda hiçbir kurumumuz çalışmıyor, çalışması için bir sebep yok. Çünkü 82 Anayasası kabul edilmediği için oturmuyor, oturmadığı için çeşitli değişiklikler yapılmasına rağmen bu sağlanamıyor, yapılan değişiklikler oradan oraya savrulmamıza sebep oluyor. Sonuçta geldiğimiz noktada anayasa olsa da olur olmasa da olur gibi bir hava içerisine girmiş durumdayız. İyi çalışan demokrasilerin ve gelişmişlik düzeyine sahip olan ülkelerin hiçbirinde böyle sorunlar yok. Hepsi kendi anayasalarıyla, kurmuş oldukları kurumlarla, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleri ile barışık şekilde yaşıyor. Bunları benimsemiş durumdalar, geliştirmeye çalışıyorlar.
υ Tüm partiler Anayasa’ya karşı sanki…
Evet, bütün çıkan siyasi partiler, popüler hale gelen partiler, Anayasa’ya karşı bir hareketmiş gibi çıktılar ve dolayısıyla Anayasa’yı yok etmek destek gören unsurlardan biri haline geldi. Dolayısıyla o Anayasa’ya sahip çıkmaya çalışmanız, saygı göstererek yönetmeniz mümkün olmuyor. Türkiye şu anda en son 2017 değişikliklerinde geldiği noktada, MHP ağzıyla, Anayasa’nın yok hükmünde olduğunu ifade etti. Yasaların, anayasanın, genel olarak kuralların, uygulanmasını sağlayacak, özendirecek bir siyasal hukuki yapı söz konusu değil. Diğer tarafta toplum hızlı bir değişme süreci içerisine girdi. Artık köydeki aile bitti; artık o aile kentte. Kentte başka bir aile var. Köyde tarım işletmesi içerisinde bir şekilde insanlar bir şeyler yapıyor. Onların verimliliği de ölçülemiyor. Birçoğu zaten gizli işsiz. Ancak kente geldiğiniz zaman iş değişiyor; burada hepinizin çalışması lazım. Dolayısıyla insanlar çalışıyor. Örneğin 2006’daki araştırmada en fazla üzüntü duyulan şeylerden biri şuydu: Baba eve geliyor, kapıyı anahtarıyla açıyor, evde kimse yok. Eşi çalışıyor, çocuklar okulda veya çalışıyor. Bize dediler ki, “Önümüze terliğimizi çevirecek, arkamızdan paltomuzu alacak bir kişi bile bulamıyoruz.” Hâlbuki köyde böyle miydi? Geliyor tarladan, leğenle sıcak su veriliyor, adam ayaklarını içine sokuyor; kral gibiydi adam… Zavallı adam krallıktan düştü, proletarya oldu! Bu serzenişe sebep oluyor; “Ne yaptık biz?” Bu başka bir hayat tarzı zorunluluğu getiriyor ortaya, insanlar yorgun bezgin.
TEMSİLİ DEMOKRASİNİN SONU MU GELİYOR?
υ Bir cenazeye gitmiştim. Yanıma tanıdık bir milletvekili arkadaşım geldi, beni selamladı. Diğer yanımdaki arkadaşım bana kim olduğunu sordu. Ben de ona, “Oy verdiğin milletvekili. Sen ikinci bölgedesin, bu kişiye oy verdin” dedim. O da bana “Gerçekten mi hiç tanımıyorum” dedi. Hiç kimse, hiç kimseyi bilmiyor. Milletvekili ne iş yapar? Temsili demokrasinin sonu mu geliyor?
Şu andaki sistemde hiçbir şey yapmıyor. Daha önce biraz yapıyordu, çünkü önceki sistemde meclis sürecin içerisinde rol oynuyordu. Meclisler, doktora tezimin konusu olduğu için üzerine çalışmış olduğum bir meseledir. Meclisler esas itibari ile yasa yapsın ve halk için en önemli şey olan halkın gelirinden fedakârlık edip kamu bütçesine verilmiş olan fonu kullansın diye kurulmuştur çünkü vergilendirmenin temsile dayanmadığı yerde istibdat doğar diye bir formül üretmiş Amerikan devrimcileri ve bu genel olarak kabul görmüş. Onun için vergi veriyorsanız, verginizi hesabını sorabileceğiniz en etkili araç yaşama organıdır. Vergi vermiyorsanız temsile ihtiyacınız yoktur. Mesela şeyhliklerde - Suudi Arabistan dahil - vergi vermiyorlar, siyasal temsile ihtiyacı yok. Ancak uzun zamandır yapılan araştırmalar gösteriyor ki yasalar büyük ölçüde kamu bürokrasisi tarafından ve özellikle bazı çıkar gruplarının etkisi altında belirleniyor. Bunlar birisinin önüne getiriliyor, büyük ölçüde meclisteki milletvekillerinin ayrıntısını dahi anlamadığı bir karışıklıkta takdim ediliyor ve parti grubunun yöneticisi ne yönde işaret veriyorsa ona göre destek alıyor veya almıyor. Bu süreci de genellikle çoğunluk grubu eğer parlamenter bir demokrasi ise zaten iktidar, o yönetiyor. Bu İngiltere’de de böyle, Türkiye’de de. Amerika’daki başkanlık sistemi biraz farklı; orada yasaların yüzde 20-25 kadarı kongre üyeleri tarafından öneriliyor. Aradaki fark bu. Britanya parlamentosunda bu oran yüzde 5’e kadar iniyor.
υ ABD’de Cumhuriyetçi bir vekil kendi partisinin yasa tasarısına bile karşı çıkabilir çünkü orada birebir temsil ilişkisi var. Bir ön seçim sürecinden gelerek orada yer alıyor.
Ancak bu sistemin de bir takım dezavantajları var çünkü o süreçler parti içi bir takım anlaşmalar anlamına geliyor. Parti içindeki kitle genellikle çok ideolojik bir kitledir. Onların seçtikleri genellikle ideolojik bakımdan daha sert, daha aşırı olan kişilerdir. Mecliste bunları bir araya getirip bunların çalışmaları sağlayacaksınız ancak bunlar farklı ideolojik pozisyonlardan geçerek kutuplaşan kişilerse bir arada çalışamazlar. Amerika’nın bugünkü durumu bu; çatışıyorlar ama barışamazlar.
υ Bizimkine mi benziyor?
Bizimkinde daha büyük bir problem var; esas itibarıyla kutuplaşma merkezileşmeden sonra daha güçlendi. Bizdeki çatışmanın temelinde sadece ideolojik farklılık yatmıyor, parti disiplini dolayısıyla parti liderlerinin etkisi altında hareket etme durumundasınız. O da Britanya’daki uygulamasında partiler üzerindeki zıtlaşmaya dayalı olarak çalışıyor. Dikkat ederseniz parlamentosunda muhalefetle iktidar yüz yüze oturur, birbirlerinden ayrılmışlardır ve birbirlerine çatışma ortamı içerisindedirler.
υ Bağırıp çağırıyorlar birbirlerine, görüyorum orada.
Onların çalışma sistemi bir çoğunluk ve onun karşısında bir azınlık Ve bunların zıtlaşmasından kaynaklanan bir süreç çoğunluğun dediğini bir süre olması ama çoğunun devamlı çoğunlukla hakim kalmaması, dolayısıyla bu çoğunlukçu demokrasi uygulamalarındaki gerekli. Bunun tersi Çoğulcu uygulama bu İsviçre’de var bu kadar çatışma olmuyor koalisyon kurarak ve özellikle azınlıkları dışlamamak üzere ittifaklarla çalışma ilke olarak kabul edilmiş beklentiler de öyle onun için bir arada çalışarak ilerliyorlar. İsviçre’de demografik manzaraya bakarsanız büyük ölçüde Almanların hegemonyasında bir yer çıkacaktır, o zaman Fransız ve özellikle İtalyan kantonlarının sürekli olarak azınlıkta kalması ve hiçbir istediklerini karşılayamamaları durumu söz konusu olacaktır ki o İtalyanların bir müddet sonra biz İtalya’yla birleşelim daha iyi olacak demesine neden olur. Bunu fark ettiklerinden 1859’da bugünkü sistemi kuruyorlar ve sistemin çalışma ilkesi konsensüs. Çünkü biz bir arada yaşamak istiyoruz diyorlar. Başka yerde oluşabilir mi hayır İsviçre’ye has bir özellik başka türlü olmuyor mesela etnik bakımdan parçalanmış birçok Afrika ülkesi var millet birbirinin boğazına sarılıyor. Yürümüyor bu işler yani kolay değil, bunun sihirli formülü yok. Britanya’da da Brexit için haftalarca konuştular. İşçi partisi ve Muhafazakâr parti liderleri uzlaşamadan ayrıldı çünkü orada esas olan zıtlıktır uzlaşma değil bir çoğunluğun bir süre için iktidarda kalmasıdır. Bir süre sonra çoğunluk halkın tepkisini çekerse erken seçime gider; onu atarlar öbürünü getirirler bu şekilde devam ediyor. Ama ben çoğunluğum, seçimle kaybetmeyi kabul edemem dediğiniz andan itibaren sistem demokrasi olarak çalışmıyor.