Gündemi takip eden birinin son zamanlarda yaşanan kimi olaylar ve yorumlar karşısında hayrete düşmemesi mümkün görünmüyor. Hayat içinde yol aldıkça giderek daha az şaşırdıkları için yaşam coşkusunu kaybedenler bizim bu halimizi görseler sanırım çok imrenirlerdi. Zira şaşırmak insanın daha çok, çocukluk ve gençlik dönemlerinde karşılaştığı kendini geliştirme biçimlerinden biri. Sıradanlığın kırılarak çeşitli farkındalıklara sıçramalar yapmayı sağlayan bu anlar, yaşamda yol aldıkça tecrübeye dönüşerek ileriki yaşlarda güvenli alanlar oluşturmamızı sağlıyor. Olayların gidişatını kestirme, akıl yürüterek kendimizi olan bitene göre konumlanma, yetişkin hayatımızın otomatik refleksleri.
Ne var ki son zamanlarda, “Bu kadarı da olmaz” dediğimiz şeylerin gerçekleşmesi karşısında şaşkınlığa uğruyor, duymayı beklemediğimiz sözleri anlamlandırmaya çalışıyoruz. İçine düştüğümüz bu şaşkınlık, kendimizi güvende hissetmediğimiz bir alana doğru itiyor bizi. Bulanık bir suyun içerisinde netlik arama çırpınışlarımız bilinmezlik ve beklenmezlik nedeniyle cılızlaşıyor. Herkes için üzerinde hemfikir olunan ortak bir referans noktası bulmakta zorlanıyor, bizim gibi düşündüğüne emin olduğumuz az sayıda insanla bir arada kalmaya çalışarak sürüklenmeye devam ediyoruz. Normalde bizi çeşitliliğin zenginliğinden alıkoyan bu tercih, kaçınılması gereken bir problemken, bugün sanki bir avantajmış gibi görünerek korunaklı alanlar yaratmamıza neden oluyor. Bu, birbirini ‘öteki’ olarak tanımlayan her kesim için böyle... Taraflar arasındaki mesafe gittikçe açılırken; karşılıklı anlayış, olduğumuz gibi kabul edilme ihtimali giderek düşüyor. Oysa hepimiz bir şekilde anlaşılmayı ve olduğumuz gibi kabul edilmeyi bekliyoruz.
İçine düştüğümüz şaşkınlıkların önemli bir bölümünün son yıllarda toplumsal değerlerimizdeki hızlı değişim ve şiddetli erozyona bağlı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Kimi zaman özür ve teşekkür gerektiren küçük konularda bile ayrışıyor, beklemediğimiz tepkiler karşısında duralıyoruz. Kabahatli ile aklanan, hata ile haklılık, birbirine karışıyor. Bu karmaşa hali bir infial yaratmadığı gibi gitgide üzeri örtülen bir konu haline geldi. Halı altına süpürülen binlerce düğüme dolanmamaya çalışıp, çarpıtılmış bir gerçekliği sürdürülmeye çabalıyoruz. Hâlbuki böyle bir gerçeklik yok. Bu olayları herkes tarafından kabul edilen ortak değerler üzerine oturmadığı için çözemediğimiz, akıl ile anlamlandıramadığımız için aklın dışına itip birer saçmalıkmış gibi kabul ederek etrafımızı sanal bir bariyerle çeviriyoruz. Böylece örümcek ağının tam ortasına düşmüş halimizle gerçekliği olmayan bir sürdürülebilirlik yaratıp bir sonraki şaşkınlık anına kadar kısa süreli rahatlıyoruz. Oysa modernizmin insana vaadi bu değildi.
Modern birey ve modern dünya arasındaki ilişki bir çatışma ilişkisidir. Modern bir dünyada yaşamak, bize bir yandan serüven, güç, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat ederken, bir yandan da sahip olduğumuz, bildiğimiz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortam sunar. Söz konusu bu tehdit ile çatışmaya giren birey, güçlenerek kendini ve dünyayı değiştirecek öz direnci geliştirir. Bugün artık bu çatışma ilişkisinin dengesi bozulmuş durumda. Birey olarak barındırdığımız güç ve inancın küçültülüp sesinin kısılmasını talep eden bir zemin var artık. Bu, ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’, devlet sistemini işler kılmak için tasarlanmış yeni bir zemin. Modern dünyada etnik, sınıfsal, dinsel, ideolojik sınırların ötesinde ortak değerlerin insanlığı birleştirmesine yönelik çözümler, bizim için artık zor bir paradoks halini aldı.
Burada tedirgin edici olan, bu paradoksun çözümsüzlüğünden çok, bireyin kendi güç ve kararlılık potansiyelini işler hale geçirememesi. Toplumda olması gereken ‘bölünmüşlüğün birliği’ durumunun parçalanmasına seyirci kalmamız. Ortak değerlerin uçuculaştığı, kutsalmış gibi görünen şeylerin dünyevileştiği bu tepeden inme düzen içerisinde, hayatın gerçek koşulları ve öteki ile olan yüzleşmeyi yapmaya artık mecburuz. Bu bölünmüşlük hali içinde, toplumdaki her kesimin kendi kodlarıyla oluşturduğu, herkesin kendi tahta atını koşturduğu özgür olma illüzyonu artık bitmeli. Zira hepimiz en az ‘karşı taraftakiler’ kadar tutsak haldeyiz.
Bu yüzleşmeyi yapabilmenin gücü, dengenin bozulduğu yerde; buharlaşan değerleri yeniden teşkil etmenin anahtarını barındıran o şaşkınlık anlarında saklı olabilir. Her ne olursa olsun devam etmemizin salık verildiği, hep daha iyi olması için gayret ettiğimiz küçük ve kıymetli hayatımız bu kadar şaşkınlığı öğütüp sindiremeyeceğine göre onları kusmak zorunda. Bunun için ‘artık bu kadar da olmaz’ dediğimiz olaylarla aramıza koyduğumuz o sanal bariyerleri kaldırıp, ötekinin dünyasına karışıp “Bak burada çok saçma bir şeyler var” dememiz, benzer biçimde bize gösterilen üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Çünkü burada umutlu bir şeyler var.
Ne var ki, umut ve beklenti ya geleceğe ya da başkasına yöneliktir. Umutlu olma hali bir motivasyon gibi görünse de sürekli olarak ertelendiğinde doğru zamanda doğru aksiyonu almaya engel olmaya başlar. Mütemadiyen geleceğe ötelenen bir beklenti, adı umut bile olsa, zaman kaybından başka bir şey getirmez. O nedenle umutlu değil, kararlı olmakta fayda var. Bu derece kıstırılmış hayatları daha fazla özgürmüş gibi yaşamanın imkânı olmadığına göre birbirimize omuz vermek, bizi şaşırtan olaylardan güçlenerek çıkmayı öğrenmek ve bunu birbirimize öğretmemiz gerekiyor. Toplumsal hafızayı tazelemek, ortak değerlerimizi yeniden hatırlamak, onları yeniden kurmak için kendimize ve birbirimize inanmaktan başka çaremiz yok. Zira bu tahta atlarla daha fazla yol alamayız. Bizi şaşırtan her şeyden güçlenerek çıkma zamanı artık. Çünkü ancak her şey böyle güzel olabilir.