2018 yılında ciddi bir değer kaybı yaşayan Türk Lirası’nın zayıf performansı 2019 yılında da devam ediyor. Değer kayıplarının yanı sıra reel sektörü bir o kadar etkileyen diğer bir konu ise değer kazançlarının da kayıplarının da çok sert şekilde yaşanarak volatil hareketler oluşması. Bu yazıda, Türkiye’de hiç tsunami olmazken, Türk Lirasında neden sürekli tsunami oluştuğunun nedenlerini inceleyeceğiz.
Volatilite, oynaklık anlamına gelir. Türk Lirasındaki volatilitenin karşılığı ise son yıllarda, gün içerisinde 10 kuruşluk hareketlerin birden yaşanması oldu. Venezuela, Arjantin gibi birkaç istisna dışında kolay kolay karşılaşmadığımız bu durumun nedenlerini önem sırasına göre şu şekilde sıralayabiliriz.
1- Türkiye’nin ciddi cari açık problemi olması
2018 yılı ağustos ayında başlayan döviz kuru krizinin hemen öncesinde, Türkiye’nin 12 aylık cari açığı yaklaşık 55 milyar dolar düzeyindeydi. Türkiye büyüklüğündeki bir ülke için, 55 milyar dolarlık bir cari açık çok büyük bir rakam. Önceki yazılarımda, kurdaki sert hareketlerin ancak cari açığın kapandığı noktada durabileceğinden ve denge noktasının cari açığın kapandığı nokta olduğundan bahsetmiştim. 2019 yılı mart ayı verilerine göre ise 12 aylık cari açık 12 milyar dolar seviyelerine kadar geriledi. Üretim ve ihracatın içerisinde de, ithal girdi oranının yüksek olması, cari açığın kapandığı noktada, üretimi de bir hayli yavaşlatıyor. Türkiye mevcut büyüme kompozisyonunda, cari açık vermeden ancak yüzde 2-3 büyüyebilir. Bu nedenle bahsettiğim yüzdenin üzerinde bir büyüme, mutlaka cari açık olarak geri dönüyor. Burada konu kaçınılmaz şekilde orta-uzun vadede yapısal reformların gerçekleşmesine geliyor. Fakat elimizdeki mevcut verileri değerlendirerek, matematik biliminin ışığında şunu söyleyebiliriz; Türkiye sert büyüdüğünde mutlaka cari açık gelecek ve kurdaki volatilitenin artması için bir sebep daha verilmiş olacak.
2- Döviz rezervlerinin yetersizliği
Merkez Bankasının net döviz rezervleri 2019 yılında 20 milyar doların altına dahi düştü. Brüt döviz rezervleri de Türkiye büyüklüğündeki bir ülke için oldukça düşük durumda ve 70 milyar dolar civarlarında seyrediyor. Dünyanın en büyük 2. ekonomisi Çin’de döviz rezervleri yaklaşık 3 trilyon dolar büyüklüğünde. Bu ülkenin rezervlerinde yaşanan aylık artış-azalışlar dahi bizim tüm rezervlerimizden fazla. Daha gerçekçi örneklerden gidelim dersek, Türkiye ekonomisinin yaklaşık iki katı büyüklüğe sahip, Rusya Federasyonu’nun döviz rezervleri ise 400 milyar dolar civarında. Üstelik Rusya cari fazla veren bir ülke konumunda. Türkiye’nin yanında küçük bir ekonomiye sahip olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin döviz rezervleri ise 50 milyar dolar. Üstelik bu ülkenin cari açık rakamları da Türkiye’ye göre çok uyumlu.
Konuyu özetlersek, Türkiye uzun yıllardır mevcut cari açık seviyelerine göre ciddi yetersiz rezervlere sahip. Bu durum dış finansman sağlayamadığı ya da finansmanın azaldığı noktada, çok kısa süre içerisinde döviz içerisinde sert yükselmelere neden oluyor. Devletler için, ‘1 cent’e muhtaç olmak’ ekonomik literatürde yenir yutulur bir durum değil. Bu sebeple 1 cent’e muhtaç kalınması ihtimalinin biraz dahi olması, dövizlerde sert hareket yaratmaya yetiyor. Bu riskli ortam altında döviz borcu olan ya da döviz işlemleri olan şirketler de, sert bir şekilde dolara yöneliyor. Bu yönelişin yaratacağı hareketten faydalanmaya çalışan diğer küresel oyuncular da (ki bu insanların mesleği bu ve asla bunu yaptıkları için onları yargılayamayız) katılınca çok sert yükselişleri görebiliyoruz. Döviz rezervlerinin yetersizliği, hiç istenmeyen ‘kıyametten bir adım önce’ senaryosunun gerçekleşme ihtimalini arttırdığı için, ekonomik dengelerle kolayla açıklanamayan hareketler görüyoruz.
Her ülkenin ekonomik yapısı içerisinde kısır döngüyü kırmasını sağlayacak bir faiz oranı vardır. 2013 yılında Merkez Bankasının uyguladığı faiz oranı %6 iken Türkiye’nin cephanesi doluydu. Çünkü Türkiye’deki büyük şirketlerin yıllık kâr oranları ortalama %20-25’ler civarındaydı ve faizlerin çok üzerindeydi. Faiz oranları %10’a bile çıkarılsa, sektörlerin getirisi faiz oranlarının hâlâ üzerinde olacaktı. Yani yatırım yapmak, parayı faize yatırmaktan çok daha cazipti. Dolayısıyla Merkez Bankasının faiz kararları çok ama çok önemliydi. Çünkü hem faizleri artırıp doları düşürebilir, hem de artırdığı faiz oranında dahi Türkiye büyümeye devam edebilirdi. Fakat ne yazık ki bu dönem içerisinde, faizler düşük kalmalı tartışmaları ile TCMB yıprandı. Sonunda faizler düşük kalamadı, ancak TCMB’ye olan güven sarsıldı. Üstelik faizleri artırmanın çok daha keskin bir kılıç olduğu günler geride kaldı. Dikkat ederseniz, bundan beş yıl önce yapılan 100 baz puanlık artırımlar bile çok sert hamleler olarak tanımlanırken, artık 500 baz puanlık artırımlara piyasa beklenildiği kadar cevap vermiyor. Çünkü gelinen ortamda, faizler şirketlerin karlılıklarının üzerine çıktı ve yatırım ortamı zayıfladı. Bu nedenle TL yüksek getiri sunsa dahi, TL’nin performansının ana belirleyici olan ‘Türkiye Ekonomisi’ alarm vermeye başladı. Belki de doların 3,38 seviyesine kadar düştüğü Ağustos 2017’de faizlerde yapılacak 25 baz puanlık bir artırım bile, o dönem psikolojik olarak ciddi etki yaratacak, önemli desteklerin kırılmasını sağlayacak ve başka türlü bir psikolojik ortam oluşacaktı. Fakat şu an yapılacak 50 baz puanlık bir artırım, 5 kuruşluk bir düşüş bile sağlamayabilir. Yani aslında faiz takıntısı yüzünden, küçük ödünler vererek büyük kazanımlar sağlayabileceğimiz dönemleri kötü kullanarak, büyük ödünler vererek küçük kazanımlar kazanmak zorunda kaldık.
3- Faiz politikalarındaki kısır döngü
Her ülkenin ekonomik yapısı içerisinde kısır döngüyü kırmasını sağlayacak bir faiz oranı vardır. 2013 yılında Merkez Bankasının uyguladığı faiz oranı %6 iken Türkiye’nin cephanesi doluydu. Çünkü Türkiye’deki büyük şirketlerin yıllık kâr oranları ortalama %20-25’ler civarındaydı ve faizlerin çok üzerindeydi. Faiz oranları %10’a bile çıkarılsa, sektörlerin getirisi faiz oranlarının hâlâ üzerinde olacaktı. Yani yatırım yapmak, parayı faize yatırmaktan çok daha cazipti. Dolayısıyla Merkez Bankasının faiz kararları çok ama çok önemliydi. Çünkü hem faizleri artırıp doları düşürebilir, hem de artırdığı faiz oranında dahi Türkiye büyümeye devam edebilirdi. Fakat ne yazık ki bu dönem içerisinde, faizler düşük kalmalı tartışmaları ile TCMB yıprandı. Sonunda faizler düşük kalamadı, ancak TCMB’ye olan güven sarsıldı. Üstelik faizleri artırmanın çok daha keskin bir kılıç olduğu günler geride kaldı. Dikkat ederseniz, bundan beş yıl önce yapılan 100 baz puanlık artırımlar bile çok sert hamleler olarak tanımlanırken, artık 500 baz puanlık artırımlara piyasa beklenildiği kadar cevap vermiyor. Çünkü gelinen ortamda, faizler şirketlerin karlılıklarının üzerine çıktı ve yatırım ortamı zayıfladı. Bu nedenle TL yüksek getiri sunsa dahi, TL’nin performansının ana belirleyici olan ‘Türkiye Ekonomisi’ alarm vermeye başladı. Belki de doların 3,38 seviyesine kadar düştüğü Ağustos 2017’de faizlerde yapılacak 25 baz puanlık bir artırım bile, o dönem psikolojik olarak ciddi etki yaratacak, önemli desteklerin kırılmasını sağlayacak ve başka türlü bir psikolojik ortam oluşacaktı. Fakat şu an yapılacak 50 baz puanlık bir artırım, 5 kuruşluk bir düşüş bile sağlamayabilir. Yani aslında faiz takıntısı yüzünden, küçük ödünler vererek büyük kazanımlar sağlayabileceğimiz dönemleri kötü kullanarak, büyük ödünler vererek küçük kazanımlar kazanmak zorunda kaldık.
4- Ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen siyasi riskleri
Maliye Bakanlığı döneminde Sayın Mehmet Şimşek çok güzel bir söz söylemişti: “Türkiye olarak belalı bir mahallede oturuyoruz.” Gerçekten de öyle. Bu nedenle siyasi krizleri çok iyi yönetmek gerekiyor. Rusya uçak düşürme krizinden, ABD ile yaşanan S-400 krizine oradan da Suriye ile yaşanan sorunlara kadar, mahallemizin de getirdiği onlarca sorunla uğraştık. Belki de bu sorunları yeterince iyi yönetemedik. Çünkü evrim gereği, belalı mahallede yaşıyorsanız, belalı mahalleyi yönetme yeteneklerinizin de artması gerekir. Bu ardı arkası kesilmeyen sorunlar da, döviz hareketlerini önemli ölçüde etkiledi. Rus uçağı sırasında bir anda yaşanan %2’lik yükselişi hatırlayın ya da Laleli piyasasında yaşanan krizi. Turizm sektörünün de kendini ancak bu sene tam anlamı ile toparlayabileceğini konuşuyoruz. 2014 rakamlarına ancak bu sene ulaşabileceğiz. 2015’ten beri, ülkenin en önemli sektörlerinden biri için neredeyse boşa geçmiş koca dört yıl… Hep verdiğim bir örnek var; Kuzey Kore’nin her an Güney Kore’ye nükleer saldırı başlatabileceğini açıkladığı gün, Güney Kore Won’u dolar karşısında yalnızca %0,05 değer kaybetmişti. Bundan çıkarılması gereken ciddi dersler var. Dediğim gibi, Ege’nin dünya harikası koylarının getirdiği faydalardan yararlanıp dünyada hatırı sayılır bir turizm ülkesi oluyorsak, yaşadığımız coğrafyanın risklerini yönetmeyi de öğrenmemiz gerekir. Sonuçta burası dünya, şirinler köyü değil.
5- İşsizlik oranı ve sosyal etkileri üzerine
Sürekli olarak değinmeye çalıştığım konulardan biri, hem dünyada hem Türkiye’de önümüzdeki dönemde en büyük sorunun işsizlik olacağı. Son açıklanan rakamlara göre Türkiye’de işsizlik %14,7. Genç işsizlik ise %26’ya yükseldi. Elbette işsizliğin yükseleceğini görenler yalnızca biz ekonomistler değiliz. Sektörden aldığım bilgilere göre son altı ayda iki büyük ev güvenliği-alarm hizmeti sağlayan şirket Türkiye pazarına girdi. Yükselen işsizliğin hırsızlık vakalarını artıracağını düşünerek böyle bir hamle yapmış olmaları çok muhtemel. Hem yabancı yatırımcıların hayatın gerçeklerine göre nasıl rasyonel kararlar aldığı üzerine hem de ülke ekonomisinin acı durumunu yansıtmak adına net bir örnek olduğun düşünüyorum. Sevgili dostlar, bu dönemde kapıları kilitlediğinize lütfen emin olun, sevgiyle kalın.