Albert ve Ester çok arzu etmelerine rağmen tam on beş yıl çocuk sahibi olamamışlardı. Gitmedik doktor, almadık dua bırakmazlar. Birbirlerine çok bağlı olan çift tam durumu kabullendikleri bir sırada mucizevi bir şekilde Ester’in hamile olduğunu öğrenirler ve çok sevinirler.
Albert ve Ester çok arzu etmelerine rağmen tam on beş yıl çocuk sahibi olamamışlardı. Gitmedik doktor, almadık dua bırakmazlar. Birbirlerine çok bağlı olan çift tam durumu kabullendikleri bir sırada mucizevi bir şekilde Ester’in hamile olduğunu öğrenirler ve çok sevinirler. Tam dokuz ay sonra bir erkek evlatları dünyaya gelir. Sünnet töreni masal gibidir. Bir rüya gerçeğe dönüşmüştür. Ancak bir ara Albert gözden kaybolur. Rabi onu sünnetin gerçekleştiği otelin ücra bir köşesinde görür. Yanına gider ve onun kimseye görünmeden hıçkırarak ağladığını fark eder. Ona destek olmak istemektedir. Albert açılır: “Rabi koskoca on beş yıl bugünün hayaliyle yaşadım. Ama kafam çok karışık şu an. Neden Rabi neden? Tanrı bize bir çocuk verecektiyse niçin bu kadar acı çekmemize, çaresizlikle boğuşmamıza, hayal kırkılıklarına maruz bıraktı bizi? Dualar ettik, hep doğru yoldan gittik. İyilikler yaptık. Mitsvalara elimizden geldiğince uyduk. Tam tamına on beş yıl, birbirimize belli etmeden geçen gözyaşı dolu seneler! Bu sorumun bir yanıtı mevcut mu?” diye sorar. Rabi, “Sana gerçek bir hikâye anlatacağım. Naziler döneminde yaşayan Yako isimli biri tam iki yıl kamplarda kalır. Onlara verilen tek yiyecek günde bir tas çorba dedikleri sulu tatsız bir yiyecek ve bir dilim ekmektir. Savaş bitene dek iki yıl geçmiştir ve Almanlar kampı nihayet terk etmişlerdir. Hemen herkes açlıktan mutfaklara doluşuverir ama Yako o kadar güçsüzdür ki yavaş yavaş mutfağın yolunu tutar ve oraya varabilmesi tam 15 dakika sürer. Oraya ulaşınca da mutfağın talan edildiğini ve yemek kalmadığını fark eder. O cılız bedeni ile etrafı kolaçan ederken gözü çöp tenekesine takılır. Usulca yaklaşır ve kapağını açar. İçinde tek bir patates vardır. Yarısı mordur. Hemen onu alır. Gözünden yaşlar gelmeye başlar. Tam iki koca yıldır açtır ve tadı güzel hiçbir şey kursağından geçmemiştir. Yavaş yavaş sindire sindire tadını çıkara çıkara yer o tek patatesi. Mutluluğu tarif edilemezdir. Sanki ona dünyayı vermiştir bu patates. Sonrasında Amerikalılar gelir. Kurtulurlar. O, Fransa’ya gider. Yeni bir hayat kurmayı başarır. İş bulur. Biraz para biriktirdikten sonra, soluğu Fransa’nın en meşhur, en pahalı lokantasında alır. Garsonu çağırır; ‘şefin en lezzetli, en çok tercih edilen tüm menülerinden birer porsiyon istiyorum ve tatlılardan da getirin’ der.
Yemek bitince şef garson yanına yaklaşır: ‘Yemeklerimiz hakkındaki fikirlerinizi alabilir miyim? Ömrünüzde yediğiniz en leziz yiyecekler değil mi?’ diye sorunca Yako; ‘Hayır, bilemediniz. Hiç biri kamptaki son günümde yediğim o patatesin tadını veremedi bana. Neden mi? Çok bekledim, hayalini kurdum ve her anının tadını doyasıyla çıkardım’ diye açıklar.
Evet, seni anlıyorum. Tanrı neden seni bu kadar uzun süre bekletti ve mademki bir çocuk verecekti niçin bu kadar uzun bir bekleyiş süreci yaşattı diye sorguluyorsun. Şimdi sen bu çocuğun her anını doya doya yaşayacaksın. Onu büyütürken her sihirli dakikanın tadını çıkaracaksın. Evlenip hemen çocuk sahibi olanlar gibi gece uyumayınca şikâyet ederek değil; şükrederek geçireceksin zamanını. Bir bebeğin dünyaya gelişinin mucizesini herkesten çok daha iyi yaşayacaksın. Çok bekledin ama aynen o iki sene sonra yediği patatesin tadını ömrü boyunca unutmayan adam gibi her anını dolu dolu sindire sindire geçirerek yaşayacaksın. Tanrı bazen çok sevdiği kullarının dualarını geç cevaplandırır. O’nun planlarına akıl sır erdirilemez. Neden seni bu kadar bekletti? Yaşayıp göreceğiz ama şu an yaşadığın mucizenin keyfini, tüm hücrelerinde hissederek çıkaracaksın. Buna şüphem yok”, derken Albert’in kardeşi gelir. “Pasta kesilecek. Seni bekliyorlar” der. Albert, koşarak içeri girer. Eşi ile göz göze gelirler. Kim bilir bu sahnenin kaç kere hayalini kurmuşlardır ve şimdi bu gerçektir. Albert, Rabi’nin öyküsünü anımsar. “Haklıymış. Patatesin tadını çıkarmak gibi bir şey bu anın değeri; paha biçilmez” deyiverir eşinin kulağına. Karısı dediklerine anlam veremezken. Pastayı kucaklarında minik prensleri ile keserler, hem onlar çocuklar gibi ağlarken hem de tüm salondakiler bu mutlu anın etkisiyle duygulanıp sevinç gözyaşları dökerlerken...
Bazen dua ederiz ve sonuç alamayız. Bunun gerçek nedenini asla bilemeyiz ama bildiğimiz tek şey Tanrı, aynen babalarımız gibi bizim iyiliğimizi istemekte ve daha hayırlı olaylar nasip etmektedir. Sadece buna inanalım ve dua etmekten asla vazgeçmeyelim. İyiliğimiz için olacak olayların gerçeğe dönüşeceği fikrini daima yüreğimizde taşıyalım…