Daha önce de belirttiğim gibi, her tiyatro mevsiminin sonunda sezon boyunca izlediklerime kısa kısa değindiğim birkaç yazı ile İstanbul’da yaklaşık 11 yıldır mucizevi şekilde gelişmeye devam eden tiyatro rönesansı için karınca kararınca bir arşiv çalışması yapmaya çalışıyorum.
Geçtiğimiz tiyatro mevsiminin asıl büyük olayı, izlediğim doksanın üzerinde oyunun hemen hepsinin üst düzeyde oluşuydu. Müthiş heyecan verici yerli yapımlara değinmeden önce, artık senelik düzene dönmüş olan Tiyatro Festivali’nin yabancı konuklarından söz ederek başlamak istiyorum.
FESTİVALİN AKILDA KALANLARI
Festivalin açılışını, 1947’de Giorgio Strehler, Paolo Grassi ve Nina Vinchi tarafından kurulan, 1991 yılından itibaren Teatro d’Europa adını kullanan İtalya’nın en köklü tiyatro kurumlarından Piccolo Teatro di Milano, Carlo Goldoni ‘Il Teatro Comico / Komik Tiyatro’ oyunu ile yaptı
‘Komik Tiyatro’, gerçek karakterlerin maskelerin yerini alarak, kalıp tiplemelerden oluşan Commedia dell’Arte geleneğinden modern tiyatroya dönüşümü ele alan bir geçiş oyunu. Ancak, ara dahil üç saati bulan süresiyle, özellikle Klasik İtalyan Tiyatrosu karakterlerine yabancı izleyiciler için ilk perde epey zorlayıcı. Uzadıkça uzayan “doğaçlama mı diyaloglu metin mi” tartışması kısaltılsa benim de hiç şikâyetim olmazdı.
Yine de, yazıldığında da ilerici olan bir klasiğin görkemli bir çağcıl yorumu olarak etkileyici bir çalışma. Commedia dell’Arte ile güncel yorum arasında rahatlıkla gidip gelen başarılı oyunculuklarıyla, etkileyici dekor, kostüm, ışık tasarımlarıyla, müzik ve ses düzeniyle, keyifli ve tempolu ikinci perdesiyle ilk bölümün yorgunluğunu rahatlıkla silerek, tiyatro tadı bırakan keyifli bir açılış oyunu oldu.
Camilla Pessi ve Simone Fassari’nin samimi ve üretken işbirliğinin ürünü olan Compagnia Baccalà’nın ‘Pss Pss’ı, şimdiye kadar pek şahit olmadığımız türden, tiyatroyu sirk ve clown ile harmanlayan eğlenceli, ustalıklı, zekice kurgulanmış müthiş keyifli bir gösteriydi. Herkesin gülümsediği, içimizi ısıtan, mutluluk dolu bir saat geçirmeyi amma da özlemişiz!
Festivalin ilk büyük olayı, antik tragedya performansları ile dünya çapında 30 üniversitede ders olarak okutulan Attis Tiyatrosu’nun efsane yönetmeni Theodoros Terzopoulos’un üçlemesini tamamlamak için yeniden festivale katılmasıydı.
Terzopoulos, birbirinden bağımsız, ancak ilginç bir tematik bütünlük oluşturan birer saatlik üç oyundan oluşan üçlemeyi önceki yıl festivale getirmeyi planlamış ancak, ilk iki bölümün oyuncularından Aglaia Pappa kaza geçirince sadece üçüncüsü ‘Encore / Daha’yı sahneleyebilmişti. Terzopoulos, geçen yıl başladığını bu yıl bitirmek için üçlemesinin ilk iki bölümü, ‘Alarme’ ve ‘Amor’ ile tekrar İstanbul’a geldi.
Üçlemesinin ilk oyunu ‘Alarme’, İskoçya Kraliçesi Mary Stuart ve kuzini İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth arasındaki taht kavgasını, iki kadının resmi yazışmalarından yola çıkarak ele alır. Uzayda konumlanmış bir eğik düzlem üzerinde, giysileri yılan derisini anımsatan, karşılıklı yüzükoyun yatarken sadece başlarını ve bellerine kadar gövdelerini kaldırarak konuşan, tartışan, kavga eden, nefretlerini, hınçlarını, hırlayarak, Yunanca, Fransızca, İngilizce aynı sözcüklerle, haykıran iki kadın… Birbirlerine sürünerek yaklaşan, iktidar hırsını neredeyse cinsel bir tutkuya çeviren bu iki kadın sevişir gibi savaşırken, yerde sürünerek onlara küfreden, onları lanetleyen yaşlı anlatıcı… Sözcüklerin bir tenis maçındaki gibi karşılıklı gidip geldiği diyalog, giderek benzersiz bir düete bir çift sesli kanona dönüşürken anlatıcı (Tasos Dimas) düete bir nakarat gibi tekrarladığı “putanes / orospular”la eşlik etmekte… Finalde herkesin susup, renklerin, kanın, savaşın, nefretin ve arzunun kırmızısına dönüştüğünde oluşan görsel mucize: Sophia Hill’in (I.Elisabeth) Aglaia Pappa (Mary Stuart) üzerinden sürünük geçerek gözümüzün önünde iki başlı bir yılana dönüşmesi.
‘Amor’da sahne, rollerin, aksesuarların, duyguların, hatıraların ve hatta beden parçalarının alınıp satıldığı, her şeyin incelendiği, maliyetinin hesaplandığı bir müzayede evi. Küresel kriz çağı… Otoriteyi manipüle eden ve otorite tarafından manipüle edilenlerin davranışlarındaki aşırılık, bir aşk (amor) vaadiyle baltalanıyor. İnsan olmanın itici gücü aşk üzerinden yorumlanıyor. Satılık meta olarak oyunu “sat beni” repliğiyle açan, şık kırmızı tuvaletini giymiş, makyajını yapmış ‘kadın’ (Aglaia Pappa) bedeninden ruhuna tüm pazarlanacakların dökümünü yaparken, beyaz yakalı borsa simsarı (Antonis Myriagkos), takım elbisesinin altında fukara Yunanistan gibi yalınayak, makineli tüfek gibi, sözcükleri ve dur durak bilmeyen elleriyle rakamları, yüzdeleri, kârları, zararları, çıkış ve batışları hesaplamakta… Hesaplama fırtınası izleyenleri soluksuz bırakırken, yüzünde bir televizyon sunucusunun yapay gülümsemesi ve buz gibi sükûnetiyle kadın, adamın benzersiz performansını daha da belirginleştirmekte… Her ikisi de sözcüklerle aktarılması güç, defalarca izlense de doyulamayan dâhiyane birer çalışma!
Festivalin en merak edilen yapımı, yeni teknolojileri deneyleyerek yönettiği ilk çalışmalarından beri, etkileyici hayal gücü, şaşırtıcı görsellik tutkusu ve yenilikçi yorumlarıyla seyircileri şaşkına çeviren, eleştirel tartışmalar yaratan Robert Lepage’ın uyarladığı ve sahneye koyduğu ‘Hamlet / Collage’dı.
Moskova’nın öncü tiyatrosu Theatre of Nations’un prodüksiyonunda, topluluğun sanat yönetmeni, Rus tiyatro ve sinemasının çok sayıda prestijli ödül kazanmış 1966 doğumlu büyük oyuncusu, Evgeny Mironov, Shakespeare’in oyunundaki 11 karakteri hayranlık uyandıracak bir ustalıkla yorumluyor, Mironov bütün kişilere tek başına nefes verirken, Carl Fillion tasarımı, boşlukta konumlandırılmış gibi duran, tüm oyunun içinde geçtiği tavan ve iki ön yan yüzeyi boş döner küp o sahnelemenin çok önemli ikinci karakterini oluşturuyor.
Yalıtımlı bir hücrenin köşesine çökmüş, deli gömleği giydirilmiş Hamlet kalkıp kollarının bağlı olmadığını, gömleğini çıkarabileceğini fark ettiğinde, hücrede bir kapı gürültüyle çarparak açılıyor ve tüm dünya değişiyor. İzleyici ses yalıtımlı duvar ve döşeme gibi görünenlerin birer dev multimedya ekranı olduğunu, duvarların ve tüm küpün dönebildiğini, açıklıkların ve katlanır eşyaların desteği ile, küpün bir bahçeye, saraya, kütüphaneye, banyoya, gemi kamarasına, mezara, yeşil bir çayıra, yıldızlı bir gecenin gökyüzüne ya da mavi-yeşil sularının şırıldadığı bir nehre dönüşebileceğini fark ediyor.
Lionel Arnould’nun olağanüstü video çalışması hapishanesini sayısız mekâna dönüştürürken Mironov, bir karakterden ötekine atlayarak sayısız kişiliğe dönüşüyor, bu kişilikleri, içinde bulunduğu küp gibi fizik kanunlarını hiçe sayarak, aynı zamanda birden fazla yerde var olmayı neredeyse başararak, tek başına ya da videoda canlandırdığı Kral, Gertrude, Rosencrantz ve Guildenstern’le kendini defalarca kopyalayarak canlandırıyor.
Düşünsel boyutu da göz ardı etmeyen olağanüstü bir seyirlik!
UNUTULMAYACAK DANS FESTİVALİ
22. İstanbul Tiyatro Festivali’nin en büyük olayı, kesinlikle, 60 yıllık geçmişi, kusursuz koreografileri, yenilikçi sahne ve ışık tasarımları ile modern dansın en köklü ve en ünlü topluluklarından biri olan Nederlands Dans Theater (NDT)’ın gösterisiydi
Topluluğun dünyanın her yerinden 28 olağanüstü dansçıdan oluşan birinci kadrosu NDT 1’in festivaldeki olağanüstü koreografileri, insan varoluşunun çok farklı kesitlerini konu alsa da hepsi, NDT’nin güncel dansın imkânlarını genişleten köklü üslubunu yansıtıyordu.
Stilize projeksiyonlar, ışık ve gölgelerle bomboş sahneyi olağanüstü bir mekâna çeviren Tom Bevoort’un ışık tasarımı, kusursuz uyumları ve benzersiz yumuşaklıklarıyla devinen dansçıları düşsel birer yaratığa dönüştüren ‘Shut Eye’ın koreografi ve sahne tasarımını Sol León ve Paul Lightfoot’un üstleniyordu.
Koreografisini, dekor ve kostümlerini Marco Goecke’nin tasarladığı ‘Woke up Blind’, altı dansçısının her kolda, her bacakta onlarca eklem varmışçasına hareketliliği ve dur durak bilmeyen nefes kesici temposuyla soluksuz izlenen, akıllardan kolay kolay çıkmayacak bir performanstı.
Koreografisi Crystal Pite’a ait, bir görsel işitsel başyapıt, ‘The Statement’, vokal performansı, müziği, tüm olayların geçtiği mekânı ve toplantı masası, tepedeki olağanüstü ışıklandırma ve konuşma metniyle dansın benzersiz uyumuyla ‘Dance Theater’ kavramının özüne inen, dans tiyatrosunu tarif eden bir çalışmaydı.
Koreografisi, sahne tasarımı ve kostümleri Sol León ve Paul Lightfoot’a ait ‘Shoot the Moon’, üç odaya ayrılmış göz kamaştırıcı bir set üstünde romantik ilişkilerin Philip Glass’ın Nederlands Dans Theater 1…Kusursuzluğun tarifi… Benzersiz, olağanüstü, muhteşem… Aklınıza gelebilecek bütün sıfatlar yetersiz kalacak…
Festivalin kapanış gösterisi ‘Pixel’, yönetmenliğini Mourad Merzouki’nin üstlendiği, dansı, akrobasiyi, ışık ve sesi harmanlayarak ışığın ve hareketin sınırlarını zorlayan baş döndürücü bir dans gösterisiydi. Dijital teknolojileri kullanarak, günlük yaşamımızın bir parçası olan videoları, sayısalları, imgeleri dansla harmanlayan, ineraktif video projeksiyonlarla canlı dansçıları bir araya getiren Merzouki’nin en büyük başarısı, sokak dansı ile sirk gösterisi arasında bir disiplin olan hip-hop’u, hareketliyle dingini, sert ile yumuşağı harmanlayarak, heyecan verici, üst düzey bir şiirsel dans gösterisine dönüştürmüş olmasındaydı.
Gösterinin tamamı müthiş etkileyiciydi ama projeksiyonların yürüyen bir yola çevirdiği sahnede dansçıların yolla beraber kayarak gidişleri olağanüstüydü. ‘Pixel’, olağanüstü bir festivalin olağanüstü finali olmuştu
Gelecek yazımıza kendi prodüksiyonlarımızla devam etmek üzere, hepinize iyi yazlar dilerim.