Almanya’da Nazizm’in yükselişiyle birlikte ırkçı-faşist ideolojik doktrin 1930’ların başlarından itibaren gerek gündelik yaşamı gerek sanat dallarını kökten etkiledi.
Resimde yaratılan devrimsel değişimler müzikte de ciddi kargaşaya yol açtı. Yahudi müzisyenlerin çalışmaları yasaklandı. Yahudi kökenli besteciler, Felix Mendelssohn, Gustav Mahler Arnold Schönberg gibi siyasal bakımdan sakıncalı ya da aşırı avant-garde eğilimli besteciler boykot edildi. Bu isimlerin kayıtları silindi, yok edildi; kimlikleri müzik tarihi kitaplarından çıkartıldı. Nice sayısız müzisyen tutuklanmamak için kaçıp başka ülkelere sığındı, müziklerini kendilerine yeni vatan bildikleri bu yerlerde icra etmek zorunda kaldılar.
20. yüzyılda II. Dünya Savaşı nedeniyle yaşanan büyük duraklama, müzik açısından da kapsamlı değişimleri beraberinde getirdi: Faşizm, savaş ve sürgünün damgasını vurduğu bir dünyayı yaşamanın etkisiyle, birçok kimse geçmişle bağ kurmanın artık mümkün olmayacağını düşünüyordu.
1945’ten sonra ortaya çıkan farklı üsluplar, seslerin artık küresel bir coğrafya düzeyinde duyulduğu bir çağa varmamızı sağladı.
Oysa Johannes Bhrams 10 Nisan 1868’te, faşizmin korku dolu seslenişinin en yoğun yaşandığı yıllardan tam 70 yıl önce, Bremen Katedralinde, tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin (din, dil, ırk) eşit ve kardeşçe aynı hayatı paylaşacakları varlıklar oldukları olgusu üzerine bir eserini seslendiriyordu.
Üstelik bir requiem formatında bestelenen bu eserin adı ‘Bir Alman Requiem’i idi ve klasik Latin ilahileri yerine Almanca eski ve yeni Ahit’ten seçtiği metinlerin kullanılmış olduğu bir eserdi. 70 yıl sonra yaşanan böylesine derin bir çelişki, müziğin aydınlanma yolculuğundaki yerini ve evrendeki zıtlıklardan doğan, temasını ‘Var Olanın Aydınlığı - Var Olmanın Karanlığı’ olarak belirledi.
Günümüzde yorumlanan ve ‘Human Requiem’ olarak adlandırılan bu dev eser müziğin bir sahne enstalasyonu şeklinde ele alınışıyla; insan, mekân, ses üçlemesi şeklinde aralarındaki ilişkiyi sorgularken, varoluşun da metafizik değerlendirmesini paylaşıyor.
Ölümü sorgularken, yaşamı kutsayan bu olağandışı performansta dinleyiciler müziğin bir parçası olurlarken, sanatçılar da eserin tam merkezinde bedenleriyle sesleriyle yapıtı yeniden besteliyor ve zamansız bir dünyanın değişen toplumlarına yön veriyorlar.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 47. İstanbul Müzik Festivali kapsamında Johannes Bhrams’ın dev esri ‘Human Requiem’, Berlin Radyo Korosunun olağanüstü performansıyla iki kez geçtiğimiz hafta sahnelendi.
Aslında Brahms’ın yapıtları bütün Avrupa müzik geleneğini kapsar. Yalnızca Beethoven’la kalmayıp Johann Sebastian Bach, Georg Friedrich Händel ve Giovanni Pierluigi da Palestrina’nın da Brahms müziğinde etkisi vardır.
Müzik tarihsel çalışmaların sonucunda Brahms müziğini üç döneme ayırabiliriz: Birinci dönem, ‘Ein Deutsches Requiem’e kadar olan kısımdır. İkincisi, ikinci piyano konçertosuna kadar olan kısımdır. Üçüncüsü ise 3.Senfoni ile başlar. İlk dönem için romantik temel üzerine oturmuş denilebilir. İkinci dönem güçlü bir klasik vurgusudur. Üçüncü dönem için ise romantik ve klasik temelin kendi içinde erimesi diyebiliriz.
İşte müziğinde böylesi evrimsel dengeleri koruyan Bhrams, Avrupa’nın 70 yıl sonra gelebilecek faşizmin insanlık dışı dünya görüşüne karşın, yapıtlarında insanın evrimsel kutsallığını, özgürlüğü ve insanlığın varoluş ilkelerini hep sorguladı.
Dinleyicileri etkileyen sahne enstalasyonu
Yapıt klasik Katolik ayinlerinden farklı bir boyutta hayatı kutsamaya yönelerek, yaşamı kutlayan, alkışlayan ve ölümünde varoluşun haklı gerekçesine alkış tutan bir bütünlük içinde değerlendiriliyor.
Sasha Waltz & Guests ve Radialsystem V işbirliğiyle Berlin Radyo Korosu prodüksiyonu olan yapıt, izleyiciler üzerinde çarpıcı bir etki bırakıyor.
2012’den beri bir sahne enstalasyonu şeklinde sahnelenen yapıt izleyiciyi esere katarken koronun da sahne ve dinleyicilerle birlikte aralarında dolaşarak metin – insanlar - müzik ve hareket ile yepyeni spontan ve dinamik bir ilişkiyi kuruyor. Dinleyiciler kendilerini müziğin tam içinde, merkezinde bulurken performansın ayrılmaz bir parçası şekline dönüşüyorlar.
Brahms’ın neredeyse 150 yaşını doldurmuş bu eseri; festivalin ‘Var Olmanın Karanlığı - Var Olmanın Aydınlığı’ temasıyla yakından ilişkili. Ölümlülüğümüzle uzlaşmamız fakat aynı zamanda bunun üstesinden gelmemiz üzerine yazılmış bu eser, ölüler için bir ağıt olarak sunulmayıp, bütünüyle yaşama odaklanıyor.
Koro sanatçılarının eser boyunca mekânda yankılandırdıkları yas, dayanışma, çatışma ve neşenin müziğinin aslında bir yaşam döngüsünde insanoğlunun karşılaştığı en olağan anları olduğunu vurgulayıp onları kutsuyor.
Yapıt ve ele alınış şekli, adeta yaşamaya bir övgü. Eseri sahneye koyan Jochen Sandig de Brahms’ın Requiem’ini yaşayanlar için bir tefekkür alanı olarak kurguluyor ve bu ölümsüz yapıtı ‘insana ve varoluşun sonsuzluğuna’ adıyor.
Bhrams bu eserinde genellikle klasik müzik bestecilerinin özgün metin olarak Katolik ağıtlarının özellikle requiem formunda kullandıkları ölülerin yargılanmaları bölümlerinin yerine hayatta kalanlar için huzur ve umut duygusuna vurgu yapan metinleri seçmiş.
‘Human Requiem’ festivalin bu yılki teması ‘Var Olmanın Karanlığı - Var Olmanın Aydınlığı’na gönderme yapıyor.
Kayıplar karşısında erdemli olmanın trajedisiyle, hayatta olmanın coşkusunu adeta her sahnelenişinde yeniden yaşatıyor.
Bu da tüm insanlık adına barış ve mutluluk yuvası olacak bir evreni müziğin ufkunda yeni baştan yaratıyor.