10. Uluslararası İstanbul Opera Festivali - 2
Murat Karahan’ın 2018 başlarında devraldığı Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü ve Genel Sanat Yönetmeni olarak, kurumda öncülük ettiği başarılı atılımlar belki de dünyaca ünlü bir tenor olarak sürdürdüğü olağanüstü kariyeri sebebiyle, biraz göz ardı ediliyor.
Kurumun, 1977 doğumlu bu genç sanatçı yönetiminde çıkardığı etkileyici yeni işlerden biri, geçen haftaki yazımın konusu olan, festivalin açılış gösterisi ‘Turandot’ operası olmuştu. Hemen ardından, Bujor Hoinic’in bestelediği, Recep Ayyılmaz’ın yönettiği ‘Troya’yı izledik.
Truva Antik Kentinin UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınışının 20.yılı ‘Troya Yılı’ ilan edilince Murat Karahan, Homeros’un İlyada Destanından esinlenen epik ‘Troya’ operasının proje yaratıcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlenmiş. Dünya prömiyeri 2018 Kasım’ında yapılan görkemli eserin uluslararası platformlarda temsili için de çaba gösteren Karahan, Moskova Bolşoy Tiyatrosu tarihinde ilk kez bir Türk operasını, tamamı Türk sanatçılardan oluşan 300 kişilik sanatçı ve teknik ekiple, Nisan 2019’da Rus seyircisinin karşısına çıkarmayı başardı.
Müzisyen bir aileden gelen Rumen besteci, orkestra şefi, müzik eğitmeni Bujor Hoinic, Romanya, Yugoslavya, Rusya, İspanya, Portekiz ve Türkiye’de uluslararası bir kariyer sürdürüp, 1980’lerin başında Türkiye’ye yerleşti. 1976’dan bu yana Romanya Besteciler Birliği üyesi olan Hoinic, çok sayıda özgün bestesinin yanında 30 kadar türkünün orkestrasyonunu ve çoksesli düzenlemelerini yapmış.1984’ten beri ADOB’un daimi şefliğini yapan Hoinic, Devlet Konservatuarı ile Bilkent Üniversitesinde çok sayıda öğrenci yetiştirdi.
Antik Müziğin ezgilerini ve kimi aksak ritmini zengin çağcıl müziğin dokusuna başarıyla yediren Hoinic’in Truva’sının solist ve korist partisyonları çok başarılı. ADOB korosundan Ayşe Hoinic ile evliliğinden olan 1985 doğumlu oğlu Artun Hoinic’in librettosunun operaya müthiş katkısından söz etmek gerekiyor.
Kendisi de besteci ve orkestra şefi olan Artun, İlyada’yı kusursuz bir Türkçe ile opera diline aktarırken müzikle lisanın ilişkisini hiç unutmamış, hem koronun hem solistlerin her sözcüğünün, üst ve yan yazılara bakılmaksızın anlaşıldığı çok etkileyici bir metin yazmış.
Opera-Bale olarak tasarlanan Troya’nın dekorlarında Yolcu Tiyatro’nun ilk oyunlarından anımsadığımız Dijital 3D Mapping Teknolojisi kullanılmış. Özgür Usta’nın dekor tasarımı, sadece az sayıda mobilya-aksesuar ve olmazsa olmaz Truva Atı dışındaki tüm dekoru fonda yansıtılan hareketli görüntülerle gerçek oyuncuları iç içe geçiren, oyuncuların animasyonlarla interaktif olarak sürekli iletişim halinde olduğu 3D Mapping’e yükleyerek hem görkemli bir görsellik elde etmiş, hem de sahnenin neredeyse tamamını bale ve koro için boş tutmayı başarmış.
Opera-Bale derken, dansın ve sözlerin kusursuzca iç içe geçerek birbirini tamamladığı, ana karakterlerin iki farklı disiplinden solistlerle temsil edildiği benzersiz bir çalışmadan söz ediyorum. Bas Zafer Erdaş’ın etkileyici Priam’ına balerin Deniz Ertürk eşlik ediyor, anlatıcı Homeros’u gerçekten var eden Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt’un yardımcıları Neşe Güne ve İnci Doğru balerin, izlediğim gecenin çok başarılı Paris’i tenor Erdem Erdoğan’ın kardeşi, Troya’nın efsanevi kahramanı Hektor, 12 yıl aradan sonra Troya için sahnelere dönen ünlü balet Tan Sağtürk. Hektor’un Yunanlı rakipleri Aşil
(İlhan Durgut), Ajax (Burak Kayıhan) ve Ulis (Eren Keleş) de başarılı baletler.
Giampaolo Vessela’nın yönettiği koro ve A.Volkan Ersoy’un koreografisi dört dörtlük. Şancı ya da dansçı, bütün solistler dört dörtlük. Buğulu ve gür sesiyle Tuğba Mankal Dekak etkileyici bir Helen, olağanüstü ağıtıyla Troyalı Kadın’da Eda Ertaş müthiş. Tek bir sahnede görünmesine karşın bence gecenin yıldızı, muhteşem androjin sesi ve kusursuz beden diliyle unutulmaz Kalkhas yorumuyla kontrtenor Kaan Buldular.
Sıra geldi, gösteri için özel bir teşekkürü hak eden sahne büyücüsü Rejisör Recep Ayyılmaz’a. Süreyya’daki sıra dışı ‘DonPasquale’sinden beri hayranı olduğum, ‘Orfeo ve Eurydice’, ‘Hoffmann’ın Masalları’ ve ‘Faust’ ile hayranlığımı defalarca katlamış olan Ayyılmaz, sanki almış olduğu tiyatro, müzik ve fransız filolojisi eğitimlerini imbikten geçiren bir bakış açısıyla sahneye koyduğu Troya’yı unutulmazlarımıza katıyor. Müziğin her dem hakkını veren bir tiyatrocu olarak solistleri, koroları ve kitle hareketlerinin trafiğini büyük rahatlıkla yönetiyor. Ön planda ya Troyalı Kadın ağıtını ya da Helen aryasını söylerken, arka planda Troya halkının devinimleri ve sözsüz oyunları ile Hektor’un cenaze törenine, kattığı görsellik müthiş.
Çok iyi bestelenmiş, çok iyi yönetilmiş, çok heyecan verici bir iş.
Son yıllarda pek karşılaşmadığımız düzeyde yeni ve çağcıl bir operayı keşfetmek de cabası. …
ve beklenmedik bir düş kırıklığı ‘Yunus Emre’
Ahmet Adnan Saygun’un 13. yüzyılda yaşamış olan ünlü tasavvuf düşünürü Yunus Emre’nin şiirlerinden yola çıkarak 1942 Eylül’ünde bestelemeye başlayıp 4,5 ayda tamamladığı ‘Yunus Emre Oratoryosu’, mistik bir kişiliğin gerçek ve yüce sevgiyi arayış için çıktığı çileli ve sınavlarla dolu yolculuğu konu alır. Ruhun arınmasıyla başlayıp, aydınlanma ile süren bu yolculuk, Tanrı katına ulaşarak Tanrı ile bütünleşmeyle sona erer. Bestecisinin sanat hayatının en büyük tecrübelerinden biri olarak gördüğü, bir Türk tarafından bestelenmiş olan bu ilk oratoryo 1946’da Ankara’da seslendirildikten kısa bir süre sonra Adnan Saygun’u uluslararası üne kavuşturmuş, eser dünyanın birçok sahnesinde ünlü topluluklar tarafından icra edilmişti.
‘Yunus Emre’, Şubat 2019’da Süreyya Operası Sahnesinde farklı ve ilginç bir deneme olarak seyircinin karşısına bir Oratoryo – Bale olarak çıkmış ve müthiş beğeni kazanmıştı. Uğur Seyrek’in koreografisini yaptığı ve yönettiği bu yorum, İDOB orkestrasının eşlik ettiği şan solistleri ve korosuyla dansçılara aynı sahneye alarak, operanın koro ve solistlerinin partilerini bale solistlerinin teatral danslarıyla birleştirerek sunuyordu.
Opera Festivali kapsamına alınan bu çalışmanın 10 Temmuz akşamı Zorlu PSM büyük salonundaki gösterimi hiç beklemediğim halde, bir hayal kırıklığı oldu.
Müzikal açıdan, Serdar Yalçın yönetimindeki orkestranın Adnan Saygun’un olağanüstü bestesini yorumlayışı ve Aydın Karlıbel’in çalıştırdığı geçmişi İstanbul Operasının kuruluşundan da eskilere dayanan koronun performansı dört dörtlüktü. Ne yazık ki, aynı şeyi şan solistleri için söylemek mümkün değil. Çoğu diğer operalarımızın aştığı köhnemiş bir uygulama, İstanbul Operasında artık maalesef devam etmekte: Bir zamanlar çok önemli başroller söylemiş, haklı övgüler almış kimi solistler, deneyimleri ve teknikleriyle müthiş birer hoca olabilecekken, bırakın ahları değil vahları bile kalmamışken, inatla aynı rollerde zorlanmaya devam ediyorlar. Kadınlarda, baslarda ve baritonlarda ses kalitesindeki bu değişim “idare eder” düzeyde kalsa da, özellikle falsetto söylemek zorunda olan tenorlarda durum dramatik boyutlara erişiyor. Tutturamadıkları ses düzeyini forte veya fortissimo söyleyerek, yani çığlık çığlığa haykırarak dengelemeye çalışmaları dinleyicilere bir işitsel facia yaşatıyor.
Uğur Seyrek’in korist ve solistleri sahnelemeye dâhil eden koreografisi genelde başarılı. Guruplardan solistlere bütün dansçılar mükemmele yakın bir iş çıkarıyor. Ancak bu koreografinin, finalde, bedenlerinden/giysilerinden arınarak Tanrı katına erişip dünyadan ayrılan sanatçıların yerdeki hareketsizliği hâricinde, Yunus Emre’nin mistisizmini tam olarak yansıtamadığı kanısındayım. Süreyya’nın minik sahnesi için hazırlanmış olan kitlesel devinimleri kompakt olarak sıkıştırmak veya farklı bir koreografi aramak yerine Zorlu’nun kocaman sahnesine yaymak, dansçıları gereksiz yere koşuşturarak, Saygun’un dingin arayışını bir yarışmaya çeviriyor. Finaldeki mizansen parlak bir fikir ama, kullanım şekli hatalı. 7 - 8 dakika hareketsizlik ve sessizliğin ardından, sanatçılar hâlâ yerdeyken, uzun uzun alkışlamış olan seyircilere “artık gidin” dercesine salon ışıkları yakılıyor, perde bir süre sonra kapanıyor ve kimse selâma çıkmıyor.
Sahne gösterisi interaktif bir olaydır, izleyiciler beğenilerini gösterinin sonunda alkışlayarak ifade eder, sanatçılara teşekkür ederler. Sanatçılar da bu teşekküre izleyicileri selamlayarak teşekkür ederler. Günümüzde, oyuncular selamdan sonra seyircileri alkışlamak gibi bir alışkanlık bile edinmişlerdir. Finalin sarkması sadece etkisinin yok etmiyor, selamsız bitiş biraz da seyirciye saygısızlık oluyor.
Kapanış Konserleri – ‘Bolşoy Tiyatrosu Solistleri Galası’
Festival, Bolşoy Tiyatrosu solistlerinden soprano Anna Nechaeva, mezzo soprano Yulia Mazurova, tenor Fyodor Ataskevich ve bariton Pavel Yankovsky’nin Anton Grishanin’in yönettiği İDOB Orkestrası eşliğinde verdikleri iki gala konseri ile kapandı. Deneyimli solistlerin ses kaliteleri ve teknik yetkinlikleri üst düzeydeydi. Ancak kanımca, aşırı popüler eserlerden seçilmiş program yerine, özellikle Rus sopranoların hacimli ve gür ses renklerine daha uygun bir seçki çok daha heyecan verici olurdu.
Kadın solistlerin ve özellikle baritonun eserler seslendirirken başarılı beden diline karşın, nerdeyse konser boyunca esas duruşta söyleyen tenorsa, Vesti la Guibba ve Nessun Dorma’ya son yıllarda dinlediğim en renksiz ve ruhsuz yorumunu getirmişti.
İki sopranonun ‘barcarolle’u mezzo ile baritonun la ci darem la mano düeti çok etkileyiciydi.
Gelecek yazımızda geçen sezonun en iyi oyunlarında buluşmak üzere…