‘Normal’ kelimesi, belirlenmiş bir standardı işaret ediyor olsa da, kavram olarak düşündüğümüzde göreceli ve değişkendir.
Son İstanbul seçiminden beri normalleşme kelimesini daha sık duymaya başlar olduk. Bu normalin kime ve neye göre saptanacağı ise bir muamma. Zira ‘normal’ kelimesi her ne kadar, belirlenmiş bir standardı işaret ediyor olsa da, kavram olarak düşündüğümüzde göreceli ve değişkendir. Kullanan insana, söylenen yere göre değişik anlamları işaret eder. Buna karşın toplum değer yargıları, kendi belirlediği normalin uzağına düşenleri kategorize edip yaftalamak konusunda bir o kadar katı ve sabittir. Bu eğilim, insanlar arasındaki temas yüzeylerinin artmasından çok, tarafların birbirinden kopmasına neden olur. Amerikalı Psikolog Dr. David Rosenhan’ın deneyi bu durumu açık bir şekilde ortaya koyar. Rosenhan, “Bir insanı etiketlendirdiğinizde, o insan ne yaparsa yapsın üzerine yapıştırılan etiketten kurtulamaz” diyerek bu yaftalama sisteminin tehlikesini işaret eder. Rosenhan’ın bu tespiti 1969-1973 yılları arasında Stanford Üniversitesinde görev yaptığı zamanlarda gerçekleştirdiği ünlü deneyinin sonuçlarından birisidir.
Rosenhan, toplumun ‘anormal’ olarak yaftaladığı akıl hastaları ile ‘normal’ kabul edilen sağlıklı bireylerin birbirlerinden ayrılamayacağını savunur ve bunu ispat etmek amacıyla bir deney tasarlar. Kendisinin de aralarında olduğu üçü kadın, sekiz sağlıklı kişiyi aralarında Washington DC’deki St. Elizabeth Hospital’in de bulunduğu, beş ayrı eyaletteki toplam on iki akıl hastanesine gönderir. Deneyin hedefi basittir. Bu yedi kişi Rosenhan’ın kendilerine öğrettiği semptomları sıralayarak bir akıl hastalığı teşhisi alıp hastaneye yatırılmayı amaçlamaktadırlar. Yalancı hastalar, doktorlarla yaptıkları görüşmelerde garip sesler duyduklarından, yoğun ve düzensiz zihin akışlarından, gördükleri halüsinasyonlardan bahsederler. Hemen hepsi paranoid şizofreni ve manik-depresif psikoz teşhisleri alarak akıl hastanesine yatırılır. Daha sonra Rosenhan, ekibindeki yalancı hastaların hiçbirinin gönderildikleri akıl hastanesine bu kadar kolay kabul edileceklerini düşünmediklerini belirtecektir.
Yalancı hastalar, deneyin koşulları gereği akıl hastanesine girer girmez normal yaşantılarına geri dönerler. Günlükler tutup, okumalar yaparak dışarıdaki yaşantılarını mevcut imkanlar içine adapte ederler. Rutin doktor kontrollerinde şikayetlerinin geçtiğini belirtseler de bu durum hasta dosyalarına bir iyileşme olarak yansımaz. Dahası, içeride sürdürdükleri normal yaşantı aldıkları teşhislerle uyumlu bozukluklar olarak kayda geçer: Günlük tutanların giderek kötüleşip içe kapandığı belirtilirken, mutlu bir aile yaşantısını anlatan bir diğer yalancı hasta, eşi üzerinde duygusal baskı yaratacak kadar takıntılı olduğu şeklinde tanımlanır.
Ne kadar normal davranırlarsa davransınlar, üzerlerine yapıştırılan etiketlerden kurtulamazlar. En kısası yedi, en uzunu 52 gün olmak üzere akıl hastanesinde kalırlar. Taburcu edilirken teşhislerinin yanında ‘semptomların gerilediği’ notu düşülürken teşhisler sabit bırakılır. Rosenhan bu durumu “Normalin algılanması konusunda ortak bir hata” olarak tanımlar. Yalancı hastaların yeni semptomlar belirtmemesine, olanların da geçtiğini söylemelerine rağmen doktorlar teşhislerinden emindir.
Durumdan şüphelenen tek kesim gerçek akıl hastaları olur. Kendi normallerinden farklı olan bu insanların sağlıklı bireyler olduklarını hemen anlarlar. Yalancı hastaların temas halinde olduğu 118 akıl hastasından 35’i onların hasta olduklarına inanmazlar. Profesör ya da gazeteci olduklarını düşünürler. Hatta içlerinden bazıları Sağlık Bakanlığı tarafından hastaneleri teftiş etmek için gönderilen görevliler olduklarından şüphelenir.
Rosenhan deney sonucunu açıkladığında ortalık karışır. Doktorlar deneyi etik bulmazlar ve tekrarlanması halinde farklı sonuçlar elde edileceğini savunurlar. Bunun üzerine Rosenhan üç aylık bir süre için deneyi tekrarlamayı kabul eder. Üç ayın sonunda taraflar yeniden toplanır. Aradan geçen zaman zarfında Rosenhan hiç yalancı hasta göndermediğini açıkladığında salon buz keser. Zira bu süreçte paranoid şizofreni ve manik depresif psikoz teşhisi alan hasta sayısı sıfırdır. Hastanelere başvuran tüm akıl hastaları herhangi bir teşhis konulmadan evlerine geri gönderilmiştir.
Rosenhan yalancı hasta olarak akıl hastanesinde geçirdiği günleri anlatırken içeride kendilerinin birer insan olduğunun unutulduğunun altını çizer. Doktorların ve hastane personelinin kendileri ile sadece 5-6 dakika konuşup gittiğini, kimsenin onlarla konuşmadığı, temasa geçmediği, karısı dışında diğer akıl hastalarına ziyaretçilerin gelmediğini belirtir. Akıl hastaneleri, normal dışı bırakılan insanlar için birer depolama alanından farksızdır. Bu insanların ailelerinin, iyileşip geri dönecekleri işlerinin, birer yaşamlarının olduğunun sağlık personeli tarafından tamamen unutulduğunu belirtir.
Rosenhan’ın bu teşhisini toplumda ayrışan kutuplara yansıtmak mümkündür. Toplum içinde kendilerini farklı normaller üzerinden tanımlayıp birbirlerini yaftalayan kesimler, karşılıklı olarak temas alanlarını da asgariye indirir. Son günlerde sözünü ettiğimiz normalleşme, toplumdaki herkes arasında geniş bir temas alanı yaratmayı amaçlamalıdır. Her kesimin kendini bulabildiği, kendini olduğu gibi ifade edebildiği ve birbirini kabul eden bir anlayış içinde olmalıdır. Normalleşme, gücünü farklı olmanın özgürlüğünden, çeşitliliğin zenginliğinden ve bir arada yaşamanın coşkusundan alırsa hepimizi sarabilen bir paydaya dönüşebilir.
Buna ihtiyacımız var.