Mesleğine aşık bir gazeteci. Türkiye, dünyada olanları yıllardır onun kaleminden takip ediyor. 69 yıllık meslek hayatının çoğunda dünyanın gidilmeyen yerlerinde haber peşinde koştu. Tam 65 yıldır kesintisiz Milliyet’te yazıyor. Milliyet gazetesinin “göz nurumuz” olarak tanımladığı sevgili aile dostum, büyüğüm Sami Kohen ile Türk dış politikasının AKP dönemini ve belirgin özelliklerini konuştuk
Son dönemde Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı zorluklar göz önünde bulundurulursa, günümüz Türk dış politikasını nasıl tanımlayabiliriz? Önceki dönemlerle kıyaslandığında hangi farklar ön plana çıkıyor?
Son 15-20 yılın dış politikası önceki dönemlerle mukayese edildiği zaman gerçekten farklı. Birinci fark proaktif bir politika olması. Türkiye artık siyasi, ekonomik, askeri bakımdan güçleniyor. Bölgesinde ve dünyada söz sahibi olmak istiyor ve olma imkanına sahip olduğuna inanarak yola çıkıyor. Bu özgüvenden kaynaklanıyor. Liderliğin, iktidardaki partinin felsefesi, inançları da önemli rol oynadı. Ama neticede Türkiye eskiden girmediği birçok olaya ya taraf oldu, ya müdahale etti, ya karıştı veyahut “ben de varım” demeye getirdi. Bunun çok örnekleri var, bilhassa Ortadoğu’da. İkinci önemli fark, son dönemde pragmatizm ikinci plana itildi, iktidar partisinin inançları, ideolojisi ön plana yerleşti. Birçok dış politika meselesine ideolojik bakmaya başlandı.
Bu farklılık özellikle Ortadoğu’da kendini gösteriyor…
Birçok örnekleri var, mesela Ortadoğu’daki herhangi bir ülkede, Mısır veya başka bir yerde Müslüman Kardeşler söz konusu olduğunda, İslami bir refleksle bu tarafı tutuyor. Suriye olaylarında Esad’a karşı pozisyon almasında dahi bu ideolojik eğilimin çok önemli bir payı var. Liderden kaynaklanan da bir durum bu. Erdoğan’ın karizmatik tarafı, liderlik yetenekleri belli zaten. Kendisini İslam dünyasının bir nevi lideri olarak görmek istiyor yahut bunu bir şekilde kabul ettirmek çabasında. Hatta bunu çok açık söylüyor, “Nerede Müslüman varsa, nerede zulüm varsa biz ordayız,” diyor. Bu Myanmar’dan Afrika’ya kadar gidiyor. Eskiden Türkiye’nin böyle bir tasası yoktu. İdeolojik refleks son derece önemli. Türkiye’nin İsrail politikası dahil bundan etkileniyor.
S-400 krizi ile öne çıkan bir bağımsızlık söylemi var. Bu da eski ile bir fark olarak sayılabilir mi?
Evet, ancak bağımsızlık fikri sadece son iktidar için geçerli değil. Soğuk Savaş sonrasında konjonktür değişince Türkiye, ABD ve NATO ile belirli bir mesafede ilişkileri tutmak, daha bağımsız bir politika yürütmek istedi. Rusya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya açılımlar yapıldı; bu bir başlangıçtı, çok yeniydi. O zaman Türkiye’nin eksen sorunu, Batı ekseninden çıkıyor mu diye bir problem yoktu. Ecevit’in sol hükümetinin ABD ile zaman zaman sert restleşmelerine rağmen hiç bir zaman Türkiye’nin bağlılığı ve aidiyeti tartışılmadı, hiç bir zaman ‘Türkiye’ye güvenemiyoruz’ denmedi. Erdoğan döneminde ise buna büyük hız verildi. İdeolojik eğilim bu yolda daha büyük adımlar atmaya itti.
Türkiye ile Batı ilişkilerinin gerginleşmesinde tek sorun kaynağı Türkiye değil. ABD ve AB’nin de bunda büyük rolü var…
Batı’nın Türkiye’ye karşı aldığı tavır da çok önemli tabi. Haklı-haksız, Türkiye’nin milli davalarında mesela Kıbrıs’ta karşı pozisyon almaları. Eskiden bu tür olaylar ya sineye çekilir ya geçiştirilirdi. Ama son dönemde artık sineye çekmek yok çünkü müthiş bir özgüven var. “Biz dik dururuz” deniyor ve bu çok sık tekrarlanıyor. Türkiye’nin istediğini bulamaması, haksızlığa uğraması, tepki göstermeye itiyor ama kızmakla, nefret konusu yapmakla bu işler halledilmez. Dış politikanın amacı insanların rahat, güvenli, huzur içinde, iyi bir hayat yaşamasını sağlamaktır. Dış politika bir arena, bir kavga yeri değil. Belki sen bir çıkış yaptın ve o boyun eğdi ama öbür taraftan senin aleyhine aldığı yaptırım gibi kararlar uygulandığı zaman vatandaşın refahı, huzuru, iyi yaşaması gibi amaçlarını bozuyor, yok ediyorsa o zaman bu başarı olmaz.
Bahsettiğiniz bu özgüven nereden kaynaklanıyor?
Türkiye’ye bu iktidar büyüklük hissini, “Biz Osmanlı çocuklarıyız, büyük bir imparatorluğun devamıyız” ile getirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı silinmişti. Bu dönemde bir yeni Osmanlılık duygusu var. Ortadoğu’da bir sorun olduğunda, “Buraları biz biliriz, yıllar yılı biz buradaydık” diyerek bir büyüklük duygusuyla hareket ediyoruz ve bundan da bir liderlik payı çıkıyor. Türkiye bu bölgenin ve İslam dünyasının liderliğine soyunmak peşinde. Bu son derece önemli bir madde dış politikada. Eskiden böyle bir hırs, bir iddia yoktu. Şimdi daha geniş açıdan bakıyor ve “Biz buna muktediriz” deniyor.
Bu liderlik iddiası sadece eski Osmanlı toprakları ile de pek sınırlı değil…
İlk on yılda bölgeseldi. 2010’lu yıllarda ise küresel boyuta da taşındı. “Dünya çapında bir ülkeyiz” düşüncesiyle “dünyanın neresinde bir haksızlık, bir zulüm varsa, bizim de çıkarımız gerektirirse müdahil oluruz, taraf oluruz ya da en azından sesimizi yükseltiriz” diye düşünülmeye başlandı. Erdoğan, Birleşmiş Milletler’e gittiğinde Güvenlik Konseyinin yapısının artık demode olduğunu gösterip “Dünya beşten büyüktür” gibi gerçekten çok etkileyici bir motto koydu ortaya ve bu motto tuttu. O beş ülke kesinlikle kabul etmiyor ve üstelemiyorlar dahi, ama orada 196 ülke var. Mesela Kudüs meselesinde bunun bayraktarlığını yapıyor, lobi yapıyor ve BM’de istediği tarzda bir karar çıkartmayı başarıyor. Bunu sadece İslami refleksler ve İslam dünyasında liderlik ile açıklayamayız. Küresel çapta bir aktör olmak istiyor. İran nükleer anlaşması öncesi Brezilya ile bir taslak hazırlaması mesela... Türkiye küresel rollere çok rahat soyunuyor.
Evet ama herkes ile kavgalıyken böyle bir rol mümkün mü?
Önemli bir husus daha var sayabileceğim bu konuda; üslup farkı. Eskiden dış politikada belirli bir lisan, bir üslup vardı. Şimdi bu değişti. Çok daha dobra konuşmalar söz konusu. Bu dobra konuşmalar diplomasi çerçevesini aşıyor ve geri tepiyor, gerginliği artırıyor, ihtilaflar büsbütün alevleniyor, gerginlik ve kriz yaratılmış oluyor. İç politikada da olmaması gerekir aslında ama iç politikadaki alışkanlık öyle bir yayıldı ki maalesef politikacılar dış politika ile ilgili konuşmalarında da, iç politikadaki o ağır üslubu kullanıyor. Hakaret, küfür, nefret, düşmanlık. Buna gerek yok, diplomasi bu şekilde idare edilmez. Ve bu da çok önemli, Türk kamuoyu etkileniyor. Etkilendiği zaman duyduğumuz o inanılmaz bir takım şeyler söyleniyor. Politikacılar kamuoyu da böyle düşünüyor diyor ve yaratılmış olan böyle bir havanın tutsağı haline geliniyor.
Son zamanlarda çok tartışılıyor, Türkiye’nin ekseni kaydı mı?
Türkiye’nin ekseni başta değişmemişti ama şimdi değişti. Türkiye daha önce de ne tam Batı ne de tam Doğu eksenindeydi. Eğer çok dengeli bir şekilde yürütülürse bence Türkiye’nin çıkarlarına son derece uygun bir yol bu. Ama her zaman belirttiğim bir şey var. Bu ikame yoluyla değil, takviye yoluyla yapılmalı. Rusya, Çin ile yakınlaşıp NATO, AB umurumda değil demek yanlış. Çünkü buradan kopmak yalnızca seni öbür tarafa bağlar, bırak ki bağımsızlığın tehlikeye düşer, öbür tarafın sana temin ettiği bütün avantajları maddi manevi kaybedersin. Eksen kayması tartışması artık geride kaldı. Bugünkü iktidarın eksen anlayışı farklı. Yapmak istediği şey Türkiye’nin de içinde bulunduğu veya başında bulunduğu bir eksen kurmak. Türk ekseni.
Eski dönemlerle bugün arasındaki farklardan bahsettik, ancak eski dönemlerdeki dış politika anlayışı da birbirinden farklıydı…
Cumhuriyet’in üç-dört dönemini özetlersek, Atatürk döneminde dengeli ve pragmatik bir dış politika izlendi, ideolojik tarafı yoktu. Bu döneme barış ve kalkınma dönemi demek lazım. 1938 sonrası II. Dünya Savaşı dönemi başladı. İnönü ustaca idare etti o dönemde Türkiye’yi ve tarafsızlığını koruyarak savaşın dışında tutmayı başardı. Bu bir diplomasi başarısıdır. Bu dönem Türkiye’nin kendi kabuğuna çekilme dönemidir. Soğuk Savaş döneminde ise Stalin Sovyetlerinin politikası Türkiye’yi Batı’nın kucağına atıverdi. Bu dönem Türkiye’nin tamamen Batı’ya bağlandığı, dış politikasını Batı’ya endekslediği bir dönem tıpkı diğer NATO müttefikleri gibi. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Rusya Federasyonu ile Batı arasında temaslar başladı. Türkiye de daha dengeli ve bağımsız hareket etmeye başladı. 2000’li yıllardaki iktidar değişikliğiyle köklü bir değişim oldu. Unutmayalım ki Türkiye’de ilk defa farklı ideolojik eğilime sahip bir parti iktidara geldi. Apaçık söylüyorlar zaten muhafazakar İslami tarafı kuvvetli diye. AK Parti iktidarının ikinci on yılında AB ve ABD ile birçok problem çıkmaya başladı. Konjonktür de değişince buradaki ibre de bir hayli oynadı.
S-400 konusundaki son gelişmeler de göz önüne alınınca, Türkiye’nin ABD ve Rusya ile ilişkileri ne yöne evriliyor?
Rusya ile çok hızlı bir şekilde yakınlaştık. Uçak olayında neredeyse birbirimize düşmandık. Demek ki U dönüşleri olabiliyor. Ekonomide enerji yüzünden bir bağımlılık oluştu. Birçok uzman enerjide dahi bu kadar bağımlılığın doğru olmadığı kanısında. Askeri işbirliği ise çok yeni bir şey. NATO üyesi olarak şimdiye kadar böyle bir şey söz konusu olamazdı ama oldu. Alacağımızı aldık, bu oldu bitti. Bundan sonra tüm mesele bir tarafla iyi ilişkiler kurarken öbür tarafla bozuşmamak, dengeyi muhafaza edebilmek. Türkiye’nin çıkarı gereği Batı ile mevcut ilişkilerini iyi sürdürmelidir. Çünkü ekonomide AB’nin yerini tutacak güç değil Rusya veya Çin. Askeri bakımdan NATO içindesin bu da bir güvence. “NATO olsa da olur olmasa da olur bizim sapasağlam bir Rusya dayanağımız var” noktasına getirilmemesi lazım. NATO üyeliği ve AB adaylığı Türkiye’nin kuvvetli kartları. Durup dururken neden fırlatayım? Bilakis, ona sımsıkı bağlanmak lazım.
Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Türkiye’nin yalnızlığını gösterdi. AB yaptırımları bir yana, yakın bildiğimiz ülkelerden bile destek gelmiyor. Türkiye ne yapmalı?
Uzun bir süre seçim yok, dört yıl kadar. Bu zamanı mümkün olduğu kadar içerde ve dışarda kavgasız geçirmek lazım. Uzlaşıcı, rasyonel ve pragmatik davranmak lazım. Artık dost edinme dönemine girmek lazım. Türkiye haklılığını iddia ediyor. Bu iddiayı kabul ettirmek lazım. Bunun için de onları etkileyebilecek bir duruma gelmek lazım. O da dostluk kurmakla olur. Bir ara değerli yalnızlık denmişti. Yalnızlık övülecek bir şey değil. Bilakis yalnızlıktan kurtulmak lazım. Türkiye’nin başta bahsettiğim farklılıklar bölümünü bir daha gözden geçirmesi ve muhasebe yapması lazım; nerede hata yaptık? Diplomasi üslubuna dönmek lazım. Türkiye’nin ilk dönemlerden itibaren uyguladığı pragmatizm önemli, yani kiminle iyi ilişkiler kurmak gerekiyorsa onunla kuracaksınız. En azından karşına almamaya bakacaksınız. Yeni bir anlayış lazım.
Basının buradaki rolü nedir?
Nerede hata yapıldığını tespit ederken bunların artık tartışılması lazım. Dış politikayı ‘yapıldı bitti’ diye geçiştirmeden, ele alınmasında basının da bir rol oynaması lazım. Akademik çevrelerden, iş çevrelerinden de katkıda bulunacak çok önemli insanlar var. Muhalefet partilerinin yapıcı bir şekilde eleştiri yapmasına imkan sağlamak lazım. Hataların tekrar etmemesi için dış politikayı çok yapıcı bir şekilde tartışmaya açmak bence çok faydalı olur.
Anlattığınız bu farklara birçok açıdan en çok uyan Türkiye-İsrail ilişkileri…
Türkiye dış politikada ideolojik reflekslerle hareket ediyor ve İslam dünyasının liderliğini üstlenme misyonunun da bir sonucu olarak İsrail kategorize ediliyor. Netanyahu’nun politikasına karşı çıkmak mümkün. Bunu herhangi bir ülke yapabilir, yapanlar da var. Ama İsrail’i tehdit olarak görmek fazla zorlama oluyor. Filistinlilerle olan ilişkiler kötü olabilir, davranışı kötü olabilir, bunu çok çeşitli yollardan duyurmanız mümkün. Ama bunun için İsrail’i topyekûn inkar etmek, İsrail ile ilişkileri tamamen kaldırmak ve İsrail’i düşman ülkeler kategorisine sokmak bence gereksiz ve yanlış adımlar. Bu politika devam ettiği sürece ikili ilişkilerde herhangi bir değişiklik öngörmüyorum.
AK Parti iktidarının bahsettiğiniz özelliklerine bir istisna Uygurlar konusu olmalı. Çin’i iyi bilen, ülkeyi ziyaret eden ilk Türk gazeteci olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Doğru bir tespit. Uygurlar kendini Türk ve Müslüman hisseder. Türkler de Uygurları daima kardeş ve soydaş olarak gördüler. Bugüne kadar Müslümanlık pek öne çıkan bir faktör değildi. Çin Sincan’ı yarı bağımsız diyebileceğim, geniş özerklikle idare ediyordu. Çok geniş özerkliğe sahip bir eyalet. Kendi meclisleri var, kendi başbakanı var. Son zamanlarda Sincan’da Çin’in kabul edemeyeceği İslami bir hareket başladı. Unutmamalı ki Çin hâlâ komünist bir sistemdir. Yani din tamamen ayrıldığı gibi, din çok gerilerde bulunur. Birkaç senedir gazetelere de yansıyan kanlı saldırılar oluyor, Çin bunu bastırıyor. Çinlilerin deyimiyle işi terörizme kadar götürüyorlar ve yine Çin’in deyimiyle terör ile mücadele etmek için bunları bastırıyor, kan dökülüyor. Ayrıca tedbir için kamplar kuruluyor. Bunlara ister temerküz kampı deyin, ister eğitim kampı... Çin, “Biz gençleri eğitiyoruz” diyor doktrini de veriyor. Hükümet bu konularda hassas. Türkiye bu konuda 1-2 kere sesini yükseltti. Fakat Çin’den bir heyet yollandı ve dendi ki “Bunlar ilişkilerimizi zedeleyebilecek hareketler, buna tahammül edemeyiz”. Çin ile ilişkiler ve menfaatler ağır bastı ve şimdi ses çıkmıyor. Demek ki âli menfaatler olduğu zaman pekala yapılabiliyor. Ama İslami reflekslerin işlediği haller daha çok.