EDİTH EGER “Auschwitz bana merhametli olmayı öğretti”

Edith Eger, henüz ergenlik çağındayken, Nazi ölüm kampından kurtulmuştu. Hayatını, aynı travmadan acı çeken insanlara adamıştı. Şimdi 91 yaşında. Edith Eger, hayatta kalabilmesinin tek nedeninin, boyun eğmez bir ruha sahip olmasından kaynaklandığını anlatıyor.

Sara YANAROCAK Kavram
31 Temmuz 2019 Çarşamba

Dr. Edith Eger, La Jolla kıyısında, San Diego/ California’da yaşıyor. Uluslararası üne sahip bir psikolog olan Edith’in hastaları genellikle, Holokost kurtulanları ile savaş gazilerinden oluşuyor. Hastalarını evinde kabul ediyor. Nefes kesici güzellikteki evinin duvarlarında, tıkış tıkış sanatsal değeri olan yağlıboya tablolar asılı duruyor. Tabloların temasını genellikle bale ve dans figürleri oluşturuyor. Çünkü bale ve dans, Edith’in asla gerçekleştiremediği gençlik rüyasıymış. 91’inde olmasına rağmen, yaşantısını fişek gibi hareketli geçiriyor. Sadece zaman zaman duraksayıp gözlerini okyanusun derinliklerine çevirip, uzun uzun mavilere dalıyor. Sonra ”Burada yaşadığım için kendimi çok şanslı hissediyorum” diyor.

Edith’in hayatının ilk dönemlerine baktığımız zaman, pek şanslı olduğuna inanmak biraz zor. Yahudi bir ailenin kızı olarak,1928 yılında Macaristan’da doğdu. Aslında o yıllarda tek rüyası yakında yapılacak olimpiyatlara jimnastikçi olarak katılmaktı. Tam o sırada II. Dünya Savaşı patlak verdi. Onları götürmeye geldiklerinde Edith 16 yaşındaydı. Annesi, babası, kız kardeşi Magda ve kendisi, Auschwitz Ölüm Kampına gönderildiler. O sırada konservatuarda öğrenci olan ablası kaçmayı başardı. Edith annesi ile babasını Auschwitz’de kaybetti. İkisi de ‘Ölüm Meleği’ Dr. Mengele’nin emriyle katledildiler.

Edith, Auschwitz’de tam bir yıl boyunca, korkunç dayaklara katlandı, açlıkla savaştı ve her an tecavüz tehditlerine uğramaktan, büyük bir şans eseri olarak kurtuldu. 1945 yılında, Amerikan paraşütçü birlikleri onları özgürlüklerine kavuşturduğunda, olduğu yerden kalkıp ilerlemeye çalıştı ama diğer yatan mahkûmların yanına düştü. Onu bulduklarında çırılçıplak bir vaziyetteydi ve istiflenmiş çıplak cesetlerin üzerinde, bilinci kapalı bir halde yatıyordu.

Savaştan sonra, 19 yaşında iken, Yahudi bir iş adamı olan Bela Eger ile evlendi. Çift bir süre sonra ABD’ye göç etti. Burada birkaç on yıl boyunca, Holokost kurtulanlarının ortak hisleri olan suçluluk duygusu ve göçmen olmanın zorlukları ile mücadele ettiler. Edith, uzun yıllar boyunca ‘travmalar sonrası stresle baş etmek’ (PTSD) konusunda, travmatik ruh hastaları ile uğraştı. Çünkü kendisi de travmatik olduğundan onları çok iyi anlıyordu. Edith; “Onlar beni patakladılar, işkence ettiler, fakat ruhumu asla öldüremediler” diyor.

Edith 91 yaşına rağmen tertemiz ve güzel giyimli, makyajını bile ihmal etmiyor. Sürekli olarak gülümsüyor ama geçmişteki hikâyesini anlatırken durmadan ağlıyor. Önce kendi kitabından söz ediyor. Kitabın adı ‘Seçim’. Edith kitabında anılarını anlatıyor. “Daha bu sabah kitabımdan bir bölümü, kitap kulübümüzde okudum. Oradaki kadınlardan biri, kendi babasının da, Avusturya, Gunskirshen’de savaş sonrasında, aynı benim gibi, tedavi edildiğini anlattı. Ben Auschwitz’den ‘Benim Sevgiyle Andığım Yaralarım’ diyerek bahsediyorum zira onlar bana merhametli olmayı öğretti. Ama artık kafamın içinde devamlı olarak o zamanları düşünmüyorum” diyor.

Edith, Auschwitz’i 1944 yılının, nisan ayına dek hiç duymamıştı. O sabah Alman askerleri kapılarına dayanmış, onu ve bütün ailesini kamyonlara doldurarak trene götürmüşlerdi. Bir hayvan treniyle tıkış tıkış bir şekilde Auschwitz’e varmışlardı. En büyük ablası Klara o sırada konservatuarda olduğu için kurtulmuştu. Daha sonra savaş boyunca saklanmaya devam etmişti. Auschwitz’de o ve kardeşi Magda önce babaları Lajos’tan, sonra anneleri İlona’dan ayrıldılar. Dr. Mengele oradaydı ve Edith’e sordu: “Bu kim, annen mi yoksa ablan mı?” Edith safça “annem” dedi. Mengele kıza, “Anneni kısa bir süre göreceksin. Şimdilik o duş almaya gidecek” dedi ve sol tarafı işaret etti. O an, Edith’in ömrü boyunca lanetle anacağı zamandı. “Ben dünyanın her yerinde unutmak ve tedavi olmak konusunda konferanslar verdiğim halde, bu gün bile o anın etkisinden ve pişmanlığından kendimi çekip kurtaramadım. Geceleri hâlâ o gün hakkında kâbuslar görüyorum” diyor.

Auschwitz dönemi

 Oraya götürüldükleri ilk gecede, Dr. Mengele kamptaki tutukluların kendisini eğlendirmesini emretmişti. Edith dans etmeye mecbur edildi. Mengele onun dansını o kadar beğendi ki, ödül olarak ona bir somun ekmek verilmesini emretti. Genç kız ekmeğini hemen oradaki diğer mahkûmlarla paylaştı. Bu davranış, daha sonra onun hayatını kurtaracaktı.

Yaşlı kadının Auschwitz’deki yaşam hakkındaki anlattıkları çok ürkütücü: “Bazı insanların, tam karşımda, vurularak öldürüldüklerine şahit oldum. İnsanların kaçmaya yeltendikleri zaman, elektrik yüklenmiş, dikenli tellere takılıp çırpına çırpına öldüklerini gördüm. Bazı günler, mahkûmların kendi aralarında kapıştıklarını ve birbirlerine zarar verdiklerine tanık oldum. Bir gün kamptaki bir kız yanıma yaklaştı ve zalimce, annemin şu karşıki bacadan duman olarak uçup gittiğini söylediğinde, o anda yok olmayı dilemiştim. Kendi kendime düşünürdüm, çok güçlü olup, her şeye katlanmaya ve hayatta kalmaya yemin ediyordum. Diğer yandan oradan sadece ceset olarak çıkabileceğime emindim” diye anlatıyor.

“Dayak yemek, günlük olağan işkencelerdendi. Dayaktan daha felaket şeylerin olasılığı için her an demek en doğrusu olur.” Bir gün fırsat bulan Edith tam duş alırken, onu uzaktan gören Mengele yanına yaklaşıp, kıza çıplak olarak, ofisine kadar kendisini takip etmesini söyledi. Tam ofisin kapısına ulaştıkları zaman, masanın üstündeki telefon ısrarla çalmaya başlayınca, homurdanarak telefonu açtı ve sabırsızca konuşmaya başladı. “Orada sırılsıklam beklerken titriyordum. Seks hakkında hiçbir fikrim yoktu. Auschwitz’den önce Eric adında bir erkek arkadaşım vardı ama bu tamamen masum bir ilişkiydi. Tam bir felaketin eşiğinde olduğumu düşünürken, o telefon mucizevi bir şekilde çalmaya başlamıştı. Oradan koşarak kaçtım. Aslında ben her zaman Tanrı’ya inanırdım ama o andan itibaren O’nun varlığına daha fazla inanmaya başlamıştım. Tanrı’yı felaket sırasında yanımda bulmuştum. Başka bir gün genç kadın mahkûmlar arasında -güzel memeler yarışması- düzenlenmişti. Ben kazandım! Bu arada kız kardeşim Magda âşık oldu, genç bir Fransız mahkûmla flört ediyordu. Kardeşim normal insani duygu ve isteklerini hiç kaybetmiyordu.”

Ölüm yürüyüşü

1945 yılının ilkbaharında, Edith ve diğer mahkûmlar ölüm yürüyüşüne çıkarıldılar. Bir kamptan diğerine yaya olarak götürülüyorlardı. Sonunda Edith bütün gücünü yitirdi ve yere düştü. Yanındaki mahkûmlar onu yerden kaldırarak, sırayla onu sırtlarında taşımaya başladılar. Bu mahkûmlar ödül olarak kazandığı bir somun ekmeği paylaştığı aynı kişilerdi. ”Onlara yaptığım jesti hatırladıkları için beni ölüme terk etmemişlerdi” diye minnetle anlatıyor.

Gunskirchen’de kaldıkları kampta Amerikalı paraşütçüler tarafından kurtarıldılar. Edith ve kardeşi Magda, bir Alman ailenin yanına yerleştirilerek nekahat dönemini geçirdiler. Henüz başına gelen felaketlerin sonu gelmemişti. Bir gece sarhoş bir müttefik askeri, Edith’in kapısını zorlamaya başladı. Amacı genç kıza tecavüz etmekti. O sırada kapının önünden geçen başka biri, sarhoş askeri güç bela oradan uzaklaştırmayı başardı.

Edith, “Asker ertesi gün yanıma gelerek benden özür diledi. Bana saldırdığı gece, can havliyle kapıya sıkışıp, birkaç omurumun kırılmasına sebep olduğu için, çok utanıyordu,” diye anlatıyor. 

Kızlar iyice tedavi olduktan sonra Macaristan’a geri döndüler. Gizlenip kurtulan ablaları Klara ile bir araya geldiler. Edith, fiziksel olarak iyileştiği halde, zihinsel olarak iyileşmesi çok zor oluyordu. Edith, “İtiraf etmeliyim ki, Auschwitz’den sonra, çok defa intihar etmeyi düşünmüştüm. Annem ve babam yoktu. Erkek arkadaşım Eric, kurtuluştan bir gün önce Auschwitz’de ölmüştü. Sabahları yataktan kalkmak için hiçbir neden bulamıyordum. Bu halim epeyi bir zaman böyle devam etti, sonunda bir karara vardım, mademki hayatta kalmıştım, demek ki bunun bir sebebi vardı. O halde bu sebep için yaşamaya devam etmem gerekirdi” diyordu.

Kısa bir süre sonra, tanıştığı Bela Eger ile evlendi. Eşi de Slovakyalı bir Holokost kurtulanı idi. Onun da annesi savaş sırasında katledilmişti. 1949 yılında ABD’ye göç ettiler. Göçten sonra Edith acı dolu yıllar yaşadı. Bir keresinde Baltimore’a giden bir otobüse binerken bilet almayı unutunca, biletçi arkasından yüksek sesle bağırınca, o kadar paniğe kapıldı ki, kendisini yeniden toplama kampına götüreceklerini sanarak, her şeyi unuttu, kendini yere atarak korku içinde dehşetle haykırmaya başladı. “Yüksek sesli bağırmalara karşı çok hassastım. Bu gün bile böylesi bağırışlar çok tetikleyici oluyor. Dehşete kapılıyorum. Sonra kendime telkin veriyorum. Korkum uçup gidiyor.”

Genç çift 1947 yılında doğan ilk çocukları Marianne’dan sonra iki çocuk sahibi daha oldular. İkisi de başlarından geçen Holokost felaketini çocuklarına hiç anlatmıyorlardı, acılarını içlerine gömüyorlardı. Nedir ki bu yüzden ikisi de berbat bir hale gelmişlerdi. Eski anılar kafalarını daha fazla meşgul etmeye başlamıştı. Kamptaki açlık günlerini unutamayan Bela, eve durmadan yiyecek maddeleri depoluyordu. Evde her zaman ihtiyaçtan daha fazla yiyecek stokları vardı. Edith ise lokantaya gittikleri zaman listeyi dikkatle inceleyip, siparişini veriyor, yerken doyduğu zaman bile tabağını sıyırmadan, çatalını elinden bırakamıyordu. Eğer tabaklarda artık yemek kalırsa, paketletip evine götürüyordu.

1960’lı yılların birinde, Edith üniversitede psikoloji okurken eline bir kitap geçti. Bu, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı, bir Holokost kurtulanı olan Dr. Victor Frankl’ın anılarını kaleme aldığı kitabıydı. Edith kitabı bitirdiğinde, yazarın verdiği mesaja vurulmuştu. Mesaj, her insanın bazı konular karşısında takınacağı tutumla, karşılaşabileceği koşullara, kendi seçimiyle, onu zarara uğratmasına izin vermeden, ayak uydurması gerekliliği idi. Bu kitap Edith’in gözlerini açtı ve geçmişin mahkûmu olmak yerine, bu gününü layıkıyla yaşaması gerektiğini hatırlattı ona.

Klinik psikolog olarak master derecesini aldıktan sonra terapist olarak çalışmaya başladı. Hastalarına hissettikleri duygularını anlatmayı ve içlerini dökmeyi öğretti. Onların kendilerini emniyette hissetmelerini sağlayan ortamlar sağladı. 

Auschwitz’e ziyaret

1980 yılında Edith Auschwitz’e geri döndü. “Hayatım boyunca ötelediğim -keder ayinimi- artık gerçekleştirmem gerekiyordu. Kız kardeşim Magda, oraya gideceğim için bana ‘geri zekalı’ olduğumu söylüyordu. Ama artık özgürleşmek istiyordum. Aslanın inine geri dönecektim. Dikenli telleri olan kafese… Aslandan artık korkmamayı öğrenmem gerekiyordu. Bu gün bile bu tetikleyici duyguları hissediyorum ama hemencecik korkularıma egemen olup, kurtuluyorum. Oradayken karşıma çıkan üniformalı bir adamı, önce Nazi subayı zannettim.  Elimi hemen mantomun cebine daldırıp Amerikan pasaportumu çıkarıp, içine baktım. O an gerçeği kavradım. Artık kafamdaki hastalıklı düşünceleri kafamdan atmalıydım. Özgür olmayı seçmeliydim.”

Edith artık seçimini yapmıştı, öyle ya da böyle, fakat mutlaka kendini affetmesi gerekiyordu. Annesi ve kız kardeşi ile birlikte, bir genç kız olarak girdiği Auschwitz’e, şimdi orta yaşlı bir kadın olarak yeniden giriyordu. Önünde iki seçenek vardı; ya sağa sapacak ve kurtulacaktı veya sola sapacak ve kendini suçlamanın ağırlığı altında yitip gidecekti. Mengele ona İlona’nın kim olduğunu sorduğunda, annesi sol tarafa yani gaz odasına gönderilmişti. Oysa yalan konuşup ablam dese, sağa ayrılacak ve hayatta kalacaktı. Edith sağ yolu seçmeye karar verdi.

Bugün Edith…

“Kendimi affedebildim mi? Bugün hâlâ bunun üzerine çalışıyorum. Hayatta kaldığım için sadece kendimi suçlamıyorum. Aynı zamanda bunun utancını da taşıyorum. Kimse bunun bana neye mal olduğunu bilemez. Bizim gibiler, kendimizin en kötü düşmanlarıyız. Bunun çok iyi bilincindeyim fakat hiçbir zaman kendimi affetmeyi beceremedim. Edith bir insanoğlu olarak “benim bağrımı delen, sadece olanlar değil, olabilecekleri halde olamayanlardır. Bir gün anneannem, ablama dans elbisesi alırken ağlamaya başlamıştı, çünkü gençlik anıları gözlerinde canlanmıştı. Neden ağladığını şimdi anlayabiliyorum. Oysa benim böyle bir gençlik anım hiç olmadı, olamayacak da…”

Şimdi Edith her hafta, 94 yaşındaki erkek arkadaşıyla dansa gidiyor. Üç yıldır çıkıyorlar. “Eugen ile her pazar günü swing yapıyoruz” diyor. Eşi Bela 1993 yılında vefat etmiş. Edith Bela ile bir kere boşanmış ama sonradan yine evlenmişler. “İlkinde onunla evlendiğimde genç kızdım. Oysa ikinci defa evlendiğimde artık bir kadındım” diyor.

Edith artık günümüzde bugünü yaşamaya gayret ediyor. ‘Keşke’ler ve ‘eğer’lerle yaşamıyorum. Şöyle diyorum, şimdi neler var? Ama eminim ki Eric’i tekrar göreceğim. Hâlâ onu düşünüyorum. Ebeveynimi de tabii ki. Anneme ne mi diyeceğim? Bunun hakkında düşünmeme gerek yok ki. Annem zaten her zaman benimle beraber.”