Ebru Nihan Celkan, b planı- Toy İstanbul ortak yapımı ‘Benimle gelir misin?’de 2013’ün İstanbul’unda, Gezi Parkı olayları sırasında tanışıp birbirlerine, bin yıldır tanıyormuşçasına âşık olan biri Alman biri Türk iki kadının, zamana ve mekâna direnen, beş yıl boyunca giderek yorulan aşkının hikâyesinin gelgitlerini, kronolojiyi kırarak, kâh İstanbul’da, kâh Berlin’de anlatıyordu.
Ebru Nihan Celkan, b planı- Toy İstanbul ortak yapımı ‘Benimle gelir misin?’de 2013’ün İstanbul’unda, Gezi Parkı olayları sırasında tanışıp birbirlerine, bin yıldır tanıyormuşçasına âşık olan biri Alman biri Türk iki kadının, zamana ve mekâna direnen, beş yıl boyunca giderek yorulan aşkının hikâyesinin gelgitlerini, kronolojiyi kırarak, kâh İstanbul’da, kâh Berlin’de anlatıyordu. Öykü ve karakter oluşturması çok sağlam bir yazar olan Celkan’ın çoğu oyunu, sanırım çekingenlikle bağlantılı bir mesafe koruma olarak bende bir eksik bırakılmışlık, bir söylenmemişlik duygusu uyandırmıştır. Bu kez karşımda kontrol mekanizmasının devre dışı kaldığı, duygu ve düşüncelerin serbest bırakıldığı, son derece kişisel, açık, samimi, dört dörtlük, müthiş güzel bir metin var. Celkan’ın tüm duygu ve düşüncelerini özgürce serbest bıraktığı bu son derece kişisel, açık, samimi, dört dörtlük, müthiş güzel metin kanımca yazar olarak olgunluk dönemini müjdeleyen bir iş.
Yirmili yaşlarındayken de bir tiyatro dehası olduğuna inandığım Sami Berat Marçalı, oyunu müthiş heyecan verici bir yorumla sahneye koyuyor ve iki muhteşem oyuncusundan olağanüstü bir verim alarak benzersiz birer karakter oluşturuyordu. Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Janina’nın mesafeli Almanlığıyla, duygusal derinliğini, acı çekme potansiyelini aynı kişide büyük başarıyla harmanlıyor, Elif Ürse, hem müthiş etkileyici Umut yorumuyla hem de finalde ‘Onur Yürüyüşü’nü sahnede bir başına var edişiyle olağanüstü bir iş çıkarıyordu.
Craft Tiyatro’da sahnelenmekte olan Anna Ziegler’in ‘Photograph 51 / Fotoğraf 51’ adlı oyunu, DNA, x-ışınları, fosfatlar ve hırslı bir yarışın ortasında ‘yaşamın sırrını’ bulmaya çalışan bir grup bilim insanına odaklanırken, kesin değerler üzerine kurulu olsa da bilimin, onu yapanların seçimlerinden, yeteneklerinden, karakterlerinden, korkularından, hatta aşklarından bağımsız olamayacağını söyleyen bir oyundu. DNA’nın çift sarmal yapısının keşfinde kilit rol oynamasına karşın, Rosalind Franklin’in, kadın ve Yahudi olarak, bilim insanlarının tüm bilimselliğine karşın hem erkek egemen hem ayırımcı ortamında bilim kadını olarak varoluş mücadelesine odaklanırken, Franklin’e yapılan haksızlıklar üzerinden, bilim dünyasında ve bilimsel araştırmalarda etik kuralların ve dürüstlüğün öneminin altını çiziyordu.
Çağ Çalışkur, Craft Tiyatro’daki sahnelediği ‘Fotoğraf 51’de kalabalık ekibinden, performatif sahnelemeyle anlatıcı tiyatrosunu başarıyla dengeleyen çok etkileyici bir toplu oyunculuk elde etmişti. Tabii ki ‘Fotoğraf 51’in asıl büyük kozu Funda Eryiğit’in Rosalind Franklin yorumuydu. İşkolik ve takıntılı bilim insanının güçlü görünümünü katman katman çözerek, o kırılgan, sevgiye ve önemsenmeye aç kadını adım adım var edişiyle defalarca aldığı Yılın En İyi Kadın Oyuncusu ödülünü fazlasıyla hak ediyordu.
İbrahim Çiçek, 1935 doğumlu Amerikalı oyun yazarı, romancı, senarist, yapımcı, kamu sağlığı ve LGBT hakları savaşçısı Larry Kramer’in 1985’de sahnelenen ünlü oyunu ‘The Normal Heart’ı, duygusaldan kaçmadan, belgeselle duygusal arasında müthiş bir denge oluşturarak Craft Tiyatro’da ‘Kalp’ adıyla yönetiyordu. Çiçek, baskı gören, yalnızlığa itilen gençlerin, yaratılan korku ve ötekileştirme ortamına karşın dayanışmalarının didaktiğe kaçabilecek öyküsünü, olarak yazmış dört dörtlük bir tiyatro olayına dönüştürerek her sahnelemesinde bir öncekinden daha da heyecan verici işler çıkarmaya devam ediyordu.
1980’lerde AİDS salgınını yaşayan, Yahudi ailesinin ‘istenmeyen eşcinsel çocuğu’ Kramer’in, hastalıkla mücadelede bürokrasinin isteksizliğinin, New York Valisi Ed Koch’un eşcinsellere destek vermeyişinin, bütün bu olaylar karşısında eşcinsellerin bilinçsizliğinin yarattığı düş kırıklığıyla yazdığı, yoğun otobiyografik öğeler içeren ‘The Normal Heart’, bir eylemci manifestosu, bir isyan çığlığıydı. Ciddi bir dramaturgi çalışması yapan İbrahim Çiçek, metni bir miktar kısaltarak oyunun üç saatlik süresini, hiç ara verilmeden oynanan iki saate indirmiş, bir sahne sürerken, dekorun başka bir bölümünde sonrakini başlatarak öyküyü iç içe anlatması, soluk soluğa izlenmeyi sağlayan müthiş akıcı bir tempo oluşturmuştu. ‘Kalp’in sevmek, çok sevmek, sevdiğinin yok oluşunu çaresizce izlemek üzerine trajik bir oyun olduğunun bilinciyle en dokunaklı anları, edep sınırlarını zorlamaksızın, aşırılığa kaçmadan, çok gerçekçi bir tonlamayla veriyor, bu inandırıcı tonlama izleyicinin içine akıyor, hislendiriyor, gözünü yaşartıyordu. İbrahim’in metni güncelleştirmek adına, haklı olarak gençleştirdiği iki başkarakteri Ned’le Felix’e nefes kesici birer yorumla can veren Aras Aydın ve Cem Yiğit Uzunoğlu, sahnede rahatlıkla, istekle sevişiyorlardı. Çünkü aşk demek, sadece sevmek demek, sevişmek demektir de… Ama sadece sevişmek değildir aşk… Hastalığın son evresinde altına kaçıran sevgiliyi temizlemektir de… Altına bez bağlanmış sevgiliye sarılıp onu duşa sokmaktır da…
Moda Sahnesinde Koffi Kwahulé oyunları
1977’den beri yazmış olduğu 20’yi aşkın oyun dünyanın her tarafında sahnelenerek çok sayıda ödül kazanan, çağımızın en yetenekli yazarlarından, oyuncu, yönetmen, deneme ve oyun yazarı 1956’da Fildişi Sahili doğumlu Koffi Kwahulé, ilk metinlerinden itibaren, güncel şiddetin içinden çıkan müzikalitesi, yakıcılığı, caz ezgilerini çağrıştıran aksak ve hummalı ritmiyle alışılmış kuralları paramparça eden kendine has yazın diliyle dikkat çekmiş bir yazar.
Ekim 2018 ortalarında İstanbul’a gelen Kwahulé, bitter çikolata rengi teni, 1.90’ı aşan boyu, boyuyla uyumlu eni, metinlerinden fışkıran şiddete karşın sakin, rahat ve güleç yüzlü tavrıyla hepimizin sempatisini kazandı. Moda Sahnesi repertuarında kapalı gişe sahnelenen ‘Blue-s-cat / Arıza’ ve ‘Brasserie / Bira Fabrikası’nı izledikten sonra, oyunlarını dünyanın birçok yerinde seyrettiğini, Türkiye’deki yorumları kendisine en yakın bulduğunu, bu son oyununu da Kemal Aydoğan’ın sahneleyeceğinden mutlu olduğunu söyledi. Böylece üçüncü dünyadaki kalkınma sorunlarını, globalleşmenin ve çok ulusluların aç gözlülüğünün ‘toplumun faydası için’ ahlakı göz ardı edişini, doğal çevreyi yok edişini, giderek doğal felaketlere yol açışını, zenginleşmenin bedeli olarak insani değerlerin kaybını bir aile trajedisi üzerinden sorguladığı ‘L’Odeur des Arbres / Ağaçların Kokusu’, Moda Sahnesi repertuarına giren üçüncü Kwahulé metni olmuştu.
Burkina Faso’da, Kwahulé’nin düş gücünden çıkmış, gökte üç atmacanın uçtuğu, ocak ayında hiç yağmayan yağmurun yağdığı, suskun ve hafızasını kaybetmiş Loropeni’de geçen oyun, kentsel gelişimin beraberinde gelen yozlaşmayı bir ailevi trajedi üzerinden yeriyordu.
Kemal Aydoğan, kesinlikle yılım en iyilerinden biri olan ‘Ağaçların Kokusu’nu, karakter isimlerini koruyarak, fakat güncel giyinmiş beyaz ırktan oyuncularla sahneleyerek, aç gözlülüğün, maddeciliğin, vahşi kapitalizmin yöreseli aşan uluslararası bir olgu olduğunun altını çiziyor, metnin evrensel boyutunu öne çıkarıyordu.
Nefis bir güldürü ‘Tezgah’
ikincikat karaköy’ün kendi mekânındaki yeni oyunu ‘Tezgâh’, Erkan Kolçak Köstendil’in yazdığı, Eyüp Emre Uçaray’ın sahneye koyduğu, hınzır mı hınzır, nefis bir güldürüydü. Basit bir aşk üçgeninden yola çıkarak 55 dakikaya müthiş sağlam bir hikâye ve günümüz ahlak anlayışının, çıkara dayalı ilişkilerinin zeki ve parlak bir yergisini sığdıran ‘Tezgâh’, son derece gerçek üç karakter üzerinden, çağcıl toplumumuzun çok inandırıcı bir portresini de çiziyordu. Özgürce sevişmekten, ağzına nasıl gelirse, icabında küfürlü konuşmaktan çekinmeyen, her türlü konuyu rahatça tartışabilen modern üçlüde, en yakın arkadaşını sevgilisiyle yakalayınca müthiş bozulan müzisyenle yazar kankası, erkek dayanışmasının doğal uzantısı olarak kolayca anlaşırken, güçlü kadın karakter erkek egemen bakış açısının ortaya çıkışına tüm isyanını rahatlıkla ikilinin yüzüne vuruyordu. Ancak, komplekssizce sevişseler de sevmeyi artık unutmuş olan bu insanlar arasında bir çıkar çatışması ortaya çıktığında, kapıları her türlü aldatma bayağılığına açık tutan bir uzlaşma ortamı oluşuyordu.
Zeki, hınzır ve de çok komik bir metnim çok iyi oynanmış, müthiş başarılı bir sahnelemeydi.
Metin ve konseptini yazar-yönetmen-oyuncu Yeşim Özsoy’un, yazar-akademisyen-dramaturg Ferdi Çetin ile birlikte oluşturduğu GalataPerform yapımı ‘Yüz yılın evi’, ulus kavramı üzerine ‘Savaş veya Barış: Tarihin Kesişmeleri 1918-2018 Festivali’ kapsamında geliştirilen, Türkiye’den GalataPerform’un da dahil olduğu, çokuluslu bir projede yer alan,
Özsoy’un anneannesinin öyküsü üzerinden kendi aile geçmişine, gerçeği ve kurguyu iç içe harmanlayarak baktığı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihsel geçmişimizi, eski bir konak ve yıkımı üzerinden değerlendiren bir oyundu.
Eğitmen, oyuncu, yazar Yeşim Özsoy, toplumsal tarihsel boyutun çok kişisel bir öykü üzerinden irdelendiği müthiş parlak bir metin oluşturmuş. Yönetmen olarak, geleneksel gösteri sanatlarımızı günümüzün imbiğinden geçirerek büyük başarıyla kullanıyor. Tek başına sahne aldığı oyunda çağcıl bir meddah gibi kişilere, nesnelere, eşyalara, mekânlara (ve de tabii ki o benzersiz ‘dozer’e) can veriyor.
‘Yüz yılın evi’, dünyanın en büyük Fringe Festivali olarak değerlendirilen Edinburgh Fringe Festivali’nde 1-17 Ağustos tarihleri arasında C-Venues adlı tiyatroda İngilizce sahnelenecek. Hak edilmiş başarısını orada da tekrarlayacağı kesin. Yolu açık olsun.
Haftaya bir başka “en iyiler” yazısında buluşmak üzere…