Adriana Altaras ve kolektif vicdan

Perspektif
21 Ağustos 2019 Çarşamba

Arda Civelek


Geçtiğimiz günlerde Darmstadt, hatırı sayılır bir kısmının sahneyi görmekte zorlanmasına yol açacak ölçüde yoğun bir izleyici kitlesinin ilgisini celp etmiş Berlinli bir konuğu, bir tiyatro insanı ve yazar Adriana Altaras'ı ağırladı. Altaras'ın, kendi anlatımıyla "önce komünist olduğu için, sonra da komünistlerce takibata uğramış" babasına yedi yaşında yeniden kavuşacağı Giessen şehriyle aynı eyalette, Hessen'da bulunan Darmstadt'ta heyecanlı ve meraklı bir kalabalıkça karşılanmasından hareketle, şehrin iyi ev sahipliği sergilediğini söyleyebiliriz.

Altaras, Almanya'daki Yahudi topluluğunun en ‘görünür’ simalarından biri… Alman coğrafyasında Yahudilik konusu her açıldığında lafın tabiatıyla Soykırım'a gelmesi anlaşılır olsa da, Altaras Soykırım’dan ‘birincil’ olarak zarar görmüş bir aileden gelmiyor. Bir radyolog ve akademisyen olan babası Jakob Altaras, Dalmaçya kıyılarında, Split'te dünyaya gelip Zagreb'de askeri hastanede ve tıp fakültesinde çalışmış. Kariyeri, vaktiyle bir cinayete kurban gitmiş kardeşinin politik bağlarıyla ilgili açılan eski defterlerin, onun da devlet ve sosyalizm aleyhine faaliyetlere karıştığını söyleyen sayfaları, başını dönemin Tito rejimiyle derde sokunca çareyi Zürih'e kaçmakta bulmuş. Adriana ise ailenin yeniden bir araya geleceği 1967 yılına kadar halasının yanına Mantova'ya gönderilmiş.

Böylesi maceralı bir çocukluğun ardından; kökenlerine her daim sahip çıkan, hatta Giessen'de savaş sonrası bir Yahudi cemaatinin hayata getirilmesinde öncü rol oynayan bir babanın kimliğinde vücut bulmuş kuvvetli bir kültürel arka plan, Altaras'ın kalemini hangi konuda oynatırsa oynatsın, mensubu olduğu halkın tarihine temas etmesini adeta zorunlu hale getiriyor. "Üçüncü ailem" olarak nitelediği sahne dünyasına dair bir şeyler yazmaya yönelik kuvvetli arzusunu gerçekleştirdiği bu ilk romanında da konu dallanıp budaklanıyor ve karanlık geçmişini araştırmakta olan Musevi kökenli bir suflörün, Sissele'nin anlattıklarıyla birdenbire 1943 yılına, Auschwitz'e varıyor. Sissele'nin o güne değin nafile bir çabayla sürdürdüğü arayışının odağında, Auschwitz'te Sonderkommando olan babası var. Nazilerce, belki de bir insana verilebilecek en insanlık dışı vazifenin yüklendiği bu birliklere ayrılan Yahudi esirler, gaz odalarında katledilen soydaşlarının cesetlerinin yok edilmesinden sorumluydular. Son olarak birkaç sene evvel en iyi yabancı film dalında Akademi Ödülüne -ve bunun yanında birçok saygın ödüle- layık görülen ‘Saul'un Oğlu’ adlı Macar filminde de ele alınan bu temanın, sağlam ve sıra dışı bir mizah anlayışına sahip Altaras'ın keyifli söyleşisinin buna değindiği kısmında izleyicileri derin ve rahatsız edici bir sessizliğe sevk ettiğini belirtmek gerek.

Altaras her ne kadar ne kendisinin Yahudi Soykırımına kurban vermiş bir aileye mensup olmadığının ve bugün bu suça bizatihi iştirak etmişlerin artık hayatta olduğunun altını özellikle çizse de, geçmişin hayaletleri bugünün insanlarına musallat olmaya devam ediyor. Kimi otörlerce post-travmatik stres bozukluğunun bir tipi olarak da değerlendirilen travmanın kuşaklararası aktarımı, Soykırım kurbanlarının ailelerinde gözlenen arazları ele alan yüzlerce makaleye konu oldu. Literaturhaus'un, Altaras'ı keyifle dinleyen konuklarını bu derin sessizliğe gömen şey ‘insanlık dışı’ olana verilen ‘insanca’ bir tepki olmakla açıklanabilir mi; yoksa o vakitler ‘sıradanlaşmış’ kötülüğe ortak olmuşların masum torunları, yine kuşaktan kuşağa aktarılan bir mahcubiyet mi taşıyor diye düşünmeden edemiyorum. Kurbanların torunlarına bıraktığı mirasla kıyas kabul etmeyecek olsa dahi, taşımanın ne kadar güç olduğu su götürmeyen bu miras, geçmişiyle takdire şayan bir biçimde hesaplaşan bir ulusun kolektif vicdanında hatırı sayılır bir yer kaplıyor. Kim bilir; belki de Willy Brandt'ın Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek dilediği o özür, Altaras'ı dinleyenlerin vicdanlarında yeniden dileniyor ve ifadesini, o derin sessizlikte buluyor.

 

Adriana Altaras kimdir?

Adriana Altaras, Zagreb doğumlu, Alman tiyatro ve edebiyat insanı. Tito döneminde siyasi görüşlerinden ötürü takibata uğrayan babası tarafından, henüz küçük bir çocukken annesiyle birlikte İtalya'ya, okul çağına geldiğindeyse Almanya'ya taşındı ve orta öğreniminin sonuna değin bu ülkede yaşadı. Yüksek öğrenimini Berlin ve New York'ta tamamladıktan sonra 80'lerin başından itibaren Berlin'in sanat dünyasında aktris, yönetmen ve yazar olarak çok yönlü bir kariyere adım attı. 2000 yılında Berlin Uluslararası Film Festivalinde Gümüş Ayı ödülüne layık görüldü. USC Shoah Foundation kapsamında Steven Spielberg'le birlikte çalıştı. 2011'de yayımlanan, kendi ailesinin izini sürdüğü ‘Titos Brille’ adlı ilk eserini, son olarak ‘Die Jüdische Souffleuse’ izledi.