Geçen yazımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yakup Almelek ve Yağmur Yağmur’un 4. Levent Sanayi Mahallesi’ndeki bir metal kesim atölyesini başarıyla dönüştürdükleri çok amaçlı performans alanında yer alan, K! Kültüral Performing Arts, Kurucu Sanat Yönetmeni Yağmur Yağmur’un yönetiminde, sanat üretimini merkeze alan, Türkiye’de sahnelenmemiş ya da sınırlı sayıda sahnelenmiş dünya tiyatrosu metinlerine getirilecek yeni yorumlarla sahnelemeyi hedefleyen bir kuruluş...
Kültüral tiyatro mevsiminin sonlarına doğru, Jean Genet’nin 1961’de yazdığı, bugüne kadar Türkiye’de sahnelenmemiş son oyunu ‘Les paravents / Paravanlar’ın müthiş heyecan verici bir yorumunu sahneledi.
Oyunda hiç adı geçmese de Cezayir Savaşı sırasında, Fransız sömürgesi Cezayir’in bir köyünde geçen Paravanlar için Genet, oyuna bahane oluştursa da doğrudan bu savaşla ilgili olmadığını söyler ki, gerçekten de sömürgeciliğin bu çarpıcı eleştirisi, tüm yapıtları gibi, burjuva düzeninin, burjuva ahlakının ve burjuva estetiğinin temellerini sarsan bir çalışmadır.
Batılı sömürgecilerle ailelerinin, subayların, lejyonerlerin, askerlerin, kadınlı erkekli Arapların, hırsızların, mücahitlerin, orospuların, ağlayıcı kadınların, hainlerin, canlılar arasına dönen ölülerin kaderlerinin kesiştiği bu karanlık ve rengârenk karnaval, insanların bel bağladıkları ve inandıkları bütün değerleri altüst ederek, ikiyüzlülüklerini suratlarına çarparak, kurulu düzeni yerden yere vurarak; toplumsal ikiyüzlülüğü, sefaletin her yerde oluşunu, kötülüğün kötülük ve cinsellikle kutsanmasını açığa çıkararak baskıya karşı isyanın savunmasını yinelemektedir.
Kurucu Sanat Yönetmeni Yağmur Yağmur’un Sosi Dolanoğlu’nun çevirisinden yola çıkarak uyarladığı ve yönettiği ‘Paravanlar’daki dramaturgi çalışması, her türlü övgünün üstündeydi. Metindeki sayısız karakteri değişe değişe canlandıran dokuz oyuncunun yorumladığı oyunu, iki bölümlük, ara hariç iki buçuk saat süren bir performansa indirgeyen, oyunun yapımcılığını, proje tasarımını, sahne tasarımını, görüntü ve video art tasarımını da üstlenmiş olan Yağmur Yağmur, çok başarılı bir sahnelemeyle, disiplinlerarası bir proje olarak, müziğin, dansın, ışığın, animasyon ve video artın sahne plastiği içinde harmanlandığı ‘Paravanlar’ın su gibi akmasını da sağlıyordu.
DasDas Tiyatro’nun yeni projelerinden ‘Güle Güle Diva’, Firuze Engin’in yazdığı ve yönettiği, Selen Uçer’in 11 farklı karakteri canlandırdığı tek kişilik bir oyundu.
‘Cambazın Cenazesi’nde, bedenin ses, hareket, düşünce, imgeleme, duygu, nefes vs. tüm olanaklarının kullanıldığı fiziksel tiyatro ile modern meddahı harmanlayarak ‘anlatıcı tiyatrosu’nun farklı ve çok başarılı bir örneğini oluşturmuş olan Firuze Engin, ‘Güle Güle Diva’da, bu çağcıl meddah arayışını daha da ileri bir boyuta taşıyarak, Şehrazat’ınkiler gibi birbirinin içine geçen, sonuçlanma heyecanını koruyan öykücükleri Bin Bir Gece Masallarını yeniden yazarcasına, Günseli’den Serpil’e, Serpil’den Zuhal Hemşireye, ondan Refiye’ye ve Ayşegül’e ve Başhekim Sevilay’a ve Başhemşireye ve Hediye’ye ve de tabii ki Diva’ya uzanan hikâyeciklerle, izleyiciyi bu kadınların dünyasında, soluk soluğa koşulan bir yolculuğa çıkarıyordu.
Tabii ki oyunun bütün yükü, minimal ötesi bir dekorda, puanlı kırmızı elbisesinin pastav işlevi gören siyah kemeri dışında hiçbir aksesuar kullanmadan, bu kadınları ve hayatlarına bir şekilde giren diğer karakterleri, eğlenerek, eğlendirerek, her bir kişiliği bir duruşu ya da bir bakışıyla bile derinlemesine ayrıştırarak, canlandıran, bütün bu kadınların yaşamında yer etmiş olan Diva’nın şarkılarını da söyleyen Selen Uçer’in olağanüstü yorumuydu.
Baba Sahne’de ‘Don Kişot’um Ben’
Mihail Afanasyeviç Bulgakov’un Cervantes’in romanından sahneye uyarladığı ‘Don Kişot’um Ben’, sezon başından itibaren Baba Sahne’de kapalı gişe oynadı.
Sovyet sansürü roman ve oyun yazarı Bulgakov’un (1891 - 1940), ‘Don Kişot’un sahne uyarlamasını yapmasını onayladığında Cervantes’in şövalyesinin arayışını Stalin’in baskı rejimini zarif, incelikli ve de çok güçlü bir şekilde kınayan bir alegoriye dönüştüreceğini beklemiyordu. İğneleyici yergilerinin asıl hedefinin Stalin olduğuna uyanan Sovyet yönetimi Bulgakov’un büıün yapıtlarının yayınlanmasını yasaklanmış, ‘Don Kişot’ ancak yazarın ölümünden sonra sahnelenebilmişti.
‘Don Kişot’um Ben’, bu uyarlamanın da uyarlaması. Irmak Bahçeci’nin çevirisinden yola çıkarak dramaturgiye giriştiklerinde, Ozan Güven, Caner Güler ve Bahçeci, işe Cervantes / Bulgakov’dan farklı olarak, Sanşo Panza’yı bir kadının canlandıracağına, oyuncunun da Günay Karacaoğlu olacağına karar vermişlerdi. Bu radikal çözüm, farklı yorumlara açık, çok daha özgür, çok daha uçuk kaçık bir metin getirmiş, geleneksel tiyatroyla tuluata da göz kırpan çalışma, güncel göndermelerden Nazım’a, ‘Don’t Cry For Me Argentina’dan katırcıyla hancının Karagöz ve Hacıvat parodisine, esprilerin yama gibi sırıtmaksızın metne zekice yedirildiği farklı bir mizah tadı edinmişti. Oyunu sahneye koyan Emrah Eren, süresi iki saati aşan oyunu traji-komik bir müzikal fars olarak, müthiş bir tempoyla, hiç sarmadan, hiç aksatmadan keyif alarak ve keyif vererek izletmişti. Çok başarılı ekip oyunculuğunun başını, Sanşo Panza’da kendini bile aşan benzersiz Günay Karacaoğlu ile kimi zaman stilize, kimi zaman hınzır, ama her zaman müthiş rahat, sevimli, samimi Quijiano / Quixote yorumu ile yıllar sonra tiyatroya dönen Ozan Güven çekiyorlardı.
NoAct Sahne, 1968 Chicago doğumlu Amerikalı romancı, senaryo ve oyun yazarı, müzisyen, sinema yönetmeni Adam Rapp’ın 2005’de kaleme aldığı ödüllü oyunu ‘Red Light Winter’ı ‘Red Light Kışı’ adıyla sahnelemişti. Bir aşk üçgeninin içindeki iki karşılıksız aşka odaklanan ‘Red Light Kışı’, umutsuz bir eylemle başlayan ve bir başka umutsuz eylemle sona eren üç kişilik bir dramaydı.
Rapp’ın etkileyici metnini oyuncusu Ayşecan Tatari ve yönetmeni Edip Tepeli Türkçeye birlikte kazandırmışlar. Duru, yalın, akıcı, kanka ağzı ve argosunu çekinmeden kullanan çok etkileyici bir çeviri. Edip Tepeli, ara hariç iki saati bulan, üstelik olaylardan çok konuşmalara dayanan oyunu, temposunu hiç düşürmeden, seyircinin ilgisini her an ayakta tutarak başarıyla sahnelemişti. Oyunculuktan gelen birçok yönetmen gibi, üç oyuncusuna oyuncu yönetimi de dört dörtlüktü.
‘Bir Avuç Kül’
D22, bu sezonun yeni çalışması olarak 1972 Paris doğumlu Laurent Gaudé’nin 2001’de yayınlanmış ‘Cendres sur les mains’ adlı oyununu ‘Bir Avuç Kül’ adıyla, metni Türkçeye çeviren D22 üçlüsünden Can Kulan’ın yönetmenliğinde sahnelemişti.
“Belki geçmişte, belki günümüzde, belki gelecekte, savaşın harap ettiği bir ülkede, düşmanlara, bir iç savaşın muhalif güçlerine ya da bir etnik temizliğin kurbanlarına ait olduğu bilinmeyen cesetlerle dolu bir ‘no mans land’de iki adam, kendilerine verilmiş olan cesetleri yakarak yok etme görevini titizlik ve coşkuyla yerine getirmekteler…”
Ürkünç distopik bir paralel evrende geçen bu dehşet ve barbarlık dolu öykü, ne yazıktır ki seyircide hak ettiği ilgiyi bulamamıştı. Hâlbuki Can Kulan’ın Beckett’e, İonesco’ya, Kafka’ya yakın duran, böylesine çılgın bir anlatı için oldukça sakin sayılabilecek yorumuyla izleyiciye, daha da çarpıcı, daha da iz bırakıcı bir şekilde aktarılan ‘Bir Avuç Kül’, hem metin hem sahneleme olarak yılın en ilgi çekici oyunlarından biriydi. Bütün oyunculuk alt yapısı olan yönetmenler gibi Can Kulan da üç oyuncusundan kusursuz bir performans elde ediyordu. Mezarcılara sevecenlikle can veren Serkan Rutkay Ayıköz ve Tanıl Yöntem, karakterlerin trajikomik yönünü başarıyla veren müthiş bir ikili oluşturuyordu. Sahneye, bir ölüm meleği, düşmüş bir tanrıça gibi giren, iki uzun monoloğunu bir anlatıcıdan çok bir iç ses olarak başarıyla seyirciye aktaran, ölülere elleriyle hitap eden ‘kadın’ olarak, Duygu Üzüm Kulan olağanüstüydü.
Sami Berat Marçalı, yazıp yönettiği, ilk kez 2012’de İKSV Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapmış olan, ‘Yalnızlar Kulübü’nü yeniden ele alıyordu.
Günümüz kent yaşamının en büyük sorunu olan yalnızlığa odaklanan oyun, her türlü bilgiye, her şeye, herkese her an ulaşabildiğimiz bu iletişim çağında, ilişkilerimiz yüzeyselleştiği, yakın ve derin ilişkiler giderek zorlaştığı için, bireysel iletişimi yeniden öğrenebilmek için ‘kişisel gelişim workshop’larına gereksinim duyan insanların katıldıkları kurstaki on haftalık serüvenini mercek altına alıyor.
Marçalı’nın bu kez 90 dakika süren yeni versiyonu, kesinlikle bir ‘ilâveli ikinci baskı’ değil.
Aradan geçen altı yıl boyunca olgunlaşmış, farklı derinlikler kazanmış bir metindi. Başarıyla sahnelenmiş, çok da iyi oynanmış bir yorumdu. Bizim gibi ilk sahnelenişini anımsayanlar, o dönemin ‘rüya kadrosunu’ nostajiyle ansalar da sonuçta tatmin oluyorlardı.
Bu yazı, sezonda izlediklerim arasında en çok öne çıkanları ele aldığım son çalışma idi. Önümüzdeki hafta Bodrum Klasik Müzik Festivali izlenimlerimde buluşmak üzere…