Küresel ekonomik krizin ayak seslerinin duyulduğu 1920’li yılların sonlarına doğru, bir yandan Versailles Anlaşmasının bazı maddelerinde esnemeler yapılırken, öte yandan bu maddelerin tamamına itiraz eden sesler yükseliyordu, milliyetçiler arasında. Alman ordusunun dağıtılması, Rurh Bölgesi üzerindeki kontrolün Berlin’den alınması, yüksek tazminat talebi Almanya için maddi ve manevi anlamda kabul edilmesi zor maddelerdi.
I. Dünya Savaşı aniden sona ermedi. İlk önce Çarlık Rusya’sının savaş alanını terk edişi söz konusu oldu. Bu durum bir rejim değişikliği sonunda gerçekleşmiş olsa da, kayda alınmaya değer… 1918 Kasımında ise Almanya teslim bayrağını çeker. Benzer şekilde, Avusturya, Macaristan, Romanya ve Osmanlı da İtilaf Devletlerinin karşısında eriyip giderler.
Ateşkes ve sonrasında Paris’teki barış görüşmelerinin bu ülkelerde yarattığı kırılganlıktan söz etmek gerekir. İmza altına alınan anlaşmalar bu ülkelerin tümünde sosyal huzursuzluklara, iç çatışmalara, sınır anlaşmazlıklarından gelişen bölgesel savaşlara, neticede, ulusların varoluşları ile ilintili mücadelelere neden olur. Yerle bir olan devlet mekanizmalarının yeniden oluşması, sosyal yapının esnekliğini yitirdiği bu ülkelerde hiç de kolay bir süreç olmadı.
Kendilerini ‘Barışın Mimarları’ olarak lanse eden savaşın galibi İttifak Devletleri ise, iyi organize olmuş devlet aygıtları ve toplumsal yapıları ile yenilmişlere her tür anlaşma maddesini dikte edecek güçtedirler.
Alman sosyolog Helmuth Plessner 1936’da aşağıdaki saptamayı yapar: “Yenilgi Almanlar için, tıpkı savaş gibi anlamsız ve öyle kalacak… Böylesi bir evrim süreci içerisinde Almanya, siyasi olgunluktan uzak, yeniden oluşan dünya düzeni içinde, kendisine bir yer önerecek durumda değil…”
Oysa milyonlarca Alman savaş boyunca gösterdikleri fedakârlıkların uçup gitmesine tepkilidir. 9 Kasım 1918’de, savaşın bitmesi ile birlikte cumhuriyete evrilen rejimi, kendilerini anlamamak, verdikleri mücadeleye müteşekkir olmamakla suçlarlar… Dolayısı ile Almanya’da yaşanan ‘ateşkesten dikte edilmiş bir barışa’ geçiştir.
Küresel ekonomik krizin ayak seslerinin duyulduğu 1920’li yılların sonlarına doğru, bir yandan Versailles Anlaşmasının bazı maddelerinde esnemeler yapılırken, öte yandan bu maddelerin tamamına itiraz eden sesler yükseliyordu, milliyetçiler arasında. Özellikle Nazi propagandası utanç verici barıştan söz ediyordu. 1869 – 70 savaşında Fransa’yı dağıtan Prusya ordusunun devamı sayılan Alman ordusunun dağıtılması ve sembolik bir sayıta mahkûm edilmesi, Rurh Bölgesi üzerindeki kontrolün Berlin’in elinden alınması, savaş suçlularının yargılanması, yüksek tazminatların talebi Almanya için maddi ve manevi anlamda kabul edilmesi zor maddelerdi.
Yahudi düşmanlığının hissedilmeye başlanması
Bu durumda eski askerlerden, işsizlerden oluşan genç ve kendini ezilmiş hisseden kitleler, Rusya’da yaşanan sınıfsal mücadele formülünü benimsemek yerine, kendilerini milliyetçi – ırkçı bir savaşım içerisinde bulurlar. Yahudi sorunu, işte bu dönemde yeniden gündeme gelir. Yahudi düşmanlığı gittikçe somutlaşan bir olgudur artık toplumda…
Romancı Jajob Wesserman, güney Almanya’da doğmuş büyümüş, ekonomik anlamda pek de rahat olmayan bir ailenin çocuğudur. İlk kez 1914 savaşı esnasında Yahudi düşmanlığının sosyo-ekonomik açıdan göreceli olarak daha alt tabakalarda hızlı yerleştiğini fark ettiğini yazar: “Bu artık gitgide belirginleşen, tavizsiz bir karaktere bürünür… Antisemitizm Yahudi nefretinin derinliğini, büyüklüğünü anlatmak için yetersiz kalıyor…”
Wassermann’ın savaş esnasındaki tespitleri daha sonrası için bir uyarı niteliğindedir. Yahudi sorunu bağlamında, henüz kimse neyin ne demek olduğunu kestirecek durumda değildir. Hitler, Wassermann’ın çizdiği tabloyu birebir gerçekleyen bir tiplemedir.
Münih’te 9 Kasım 1923’te gerçekleştireceği ‘Birahane Ayaklanması’ ve sonrasında hapishanede yazacağı Kavgam, sonsuz bir enerji ve etkileyici bir hitabet ile milliyetçileri etrafına toplamaya başlayacak Adolf Hitler’in, fikirlerini kristalleştireceği ortamı hazırlar. 1918 hezimeti, Yahudilerin Alman ordusunu arkadan vurmaları ile kaybedilmiştir. Uluslararası Yahudi, Alman İmparatorluğunun çökertilmesi için, bir yandan Rus Çarlığını yerle bir etmiş, burada Bolşevik Sovyetleri tesis etmiştir; öte yanda ise, savaşın galipleri ile el ele vermiş, barışın maddelerini balyoz gibi Alman halkının kafasına indirmiştir.
Nasyonal Sosyalizm öğretisi savaş sonrası Weimar Cumhuriyeti döneminde Yahudi düşmanlığı çevresinde gelişmeye başlar. Esas itibarı ile bu öğretinin temellerini 19. yüzyılın milliyetçi antisemit söylemlerine dek sürmek olasıdır. Alman halkının etnik anlamda homojen bir yapı olmadığını, bu anlamda, ulus devlete giden yolda, sosyal eşitliği gözetmenin de yersiz olduğunun altını çizer.
Göbbels 1929’da yayınladığı ‘Her Nasyonal Sosyalist için 10 Emir’ başlıklı notunda şöyle yazar: “Almanya’nın düşmanları sizin düşmanlarınızdır, onlardan tüm kalbinizle nefret edin. Her etnik yoldaş, maddi durumu ne olursa olsun, Almanya’nın bir parçasıdır, onları kendinizi sevdiğiniz gibi sevin!”
Bu bağlamda, Nasyonal Sosyalist manifestosunun – parti programının açık maddesi, anafikri şöyle özetler: “Yalnızca etnik yoldaşlar vatandaş olabilirler… Ve yalnızca Alman kanından olanlar, sosyal ve ekonomik durumları ne olursa olsun, etnik yoldaş olabilirler. Dolayısı ile Yahudilerin vatandaş olması mümkün değildir…”
Kavgam kitabının ilk bölümünün son bölümünde Hitler, politik başarı için reçeteyi yazar… Yığınların milliyetçilik şemsiyesi altında toplanmaları! Buna göre toplum iki ana parçaya bölünmüştür. Bunun küçük bölümü burjuvazidir… Düşüncesinde milliyetçiliği barındıran ancak kendisinden emin olmayan, hatta korkak bir gruptur bu…
Diğeri çok daha büyüktür ve ılımlı karakterdedir. İçinde sosyalistleri, proleterleri, tarım işçilerini barındırır. Bu grup, ezilen, acı çeken, sosyal çatışmalar içinde yaşamaya mahkûm, mutsuz ve durumundan şikâyetçi bir profile sahiptir.
Nasyonal Sosyalizm işte bu iki grubu bir potada eritmek için yola çıkar. Elinde önemli kozlardan biri acımasız güç diğeri ise ırkçılıktır. Alman halkını düşmanları Yahudiler, demokratlar, Moskova’nın casusları, Versailles Anlaşmasını destekleyen Fransız ve Alman siyasetçiler, toplumsal bilinçten nasibini almamış olanlar, savaş zamanı zenginleri, pasifistlerdir…
Toplum bunları kendi dışına itecek, bu zararları unsurlardan kendini arındıracaktır. Bunu gerçekleşmesi için, kesin ve doğrudan talimatlara, emirlere ihtiyaç vardır. Zayıf ve muğlak beyanlar bu yoldaki ilerlemenin önünü tıkayacak niteliktedir. Toplumun alt kademelerindeki bu unsurları üst kademelerindeki Alman halkı ile aynı seviyeye taşımak için girişilecek her çaba, doğanın gelişine terstir ve başarısızlığa mahkûmdur.
Hitler 1930’lu yıllarda yaptığı konuşmalarda bu fikirlerini tekrar tekrar dile getirirken, nefreti Alman halkının tüm katmanlarına yayacak şekilde haykırır. Antisemitizm konuşmacı ile dinleyici arasındaki iletişimi kuran önemli bir girdi olmuştur. Artık onsuz olmayacaktır.
“Yahudi’ye ölüm!” sloganı normal politik düzlemde kabul edilebilecek bir argüman değildir. Ancak olay öyle bir noktaya gelmiştir ki, Yahudi şahıs yalnız ötekileştirilmiş, değersizleştirilmiştir.
Kaiser Wilhem Enstitüsü Müdürü Eugen Fischer 1934’te şöyle yazıyor: “Dünya Yahudilere karşı giriştiğimiz savaşı, ekonomiyi ve entelektüel yaşantıyı onların elinden kurtarmak için yaptığımızı düşünüyor. Bu son derece yetersiz bir tanım. Biz bu savaşı Alman ırkını temizlemek için yapıyoruz. Onu, geleceğini karartacak, yabancı güçlerden, aşağı ırklardan arındırmak için mücadele ediyoruz. Bunun sonuçları elbette ki çok ağır olacak, hatta toplumun bir bölümü için korkunç olacak dahi diyebiliriz. Bu fedakârlık Alman ırkının geleceği için çok mudur? Bunu düşünmek gerekir…”
Sonuç ortada!
Yahudi sorunu, Nihai Çözüm ile çözülmek istendi. Alman halkı yazgısına itiraz etmek bir yana, müttefik orduları tarafından kendilerinden kurtarıldığında bile, olup bitenin farkında olmadılar. Ari ırkının üstünlüğü için atılacak her adım, girişilecek her savaş, yapılacak her katliam mubahtı. Liderlerinin deliliğe varan görüşlerini, büyük çoğunlukla, benimsemiş, bunların gerçekleşmesi için son dakikaya kadar savaşmışlardı. Senelerce Yahudi mallarını yağmalamışlar, zenginliklerine zenginlik katmışlardı. Zayıf olanın ortadan kaldırılmasına, kendi ailelerinden dahi olsa, ses çıkartmamışlar, böylece ırkın arındırılmasına katkıda bulunduklarını düşünmüşlerdi.
Kendilerine dayatılan unutmayı öğrenmekti ve öyle de oldu. Hitler’in bin sene süreceğini iddia ettiği III. Reich’ın düşüşü ile içine yuvarlandıkları derin bir çaresizlikti. Ne başkalarına ne de kendilerine anlatamayacakları yaşanmışlıkları, “Biz işimizi yaptık” veya “Olan bitenden haberimiz yoktu” şeklinde anlamsız yuvarlamalarla kapatmaya çalışmak kalmıştı onlara…
Alıntılar:‘Why the Germans? Why the Jews?’
Götz Aly