Toplumsal yüzleşmeler, bireyin kendisiyle olandan çok daha karmaşık ve boyutludur. Kimi zaman farkındalık sahibi biri çıkarak o günlerin aynasından gördüklerini anlatır.
Zaman, insanlar ve olaylar için farklı akar. Altmış dört yaşına gelen bir insanın yaşamla hesaplaşmasını büyük ölçüde tamamladığı düşünülür. Oysa, altmış dört yıl önce 6-7 Eylül’de yaşanan ve bu toprakların hafıza defterine utançla kaydedilen olaylar bugün hâlâ bir ayna gibi karşısına geçip hesaplaşmamızı bekliyor. Toplumsal yüzleşmeler, bireyin kendisiyle olandan çok daha karmaşık ve boyutludur. Kimi zaman farkındalık sahibi biri çıkarak o günlerin aynasından gördüklerini anlatır. Apoyevmatini Gazetesi’nin sahibi Mihail Vasilidis bunlardan biri... 6 Eylül 2013 tarihinde gazeteci Elif Akgül’e verdiği röportajda 6-7 Eylül Olaylarının zemininde basın yoluyla yaratılan nefret söyleminin öneminden bahsederken, halkın uzunca bir süre düzenli ve sistematik biçimde gayrimüslim Türk vatandaşlara karşı kışkırtıldığını anlatırken bir ismi özellikle anar: Peyami Safa[1].
Yazın dünyamızda daha çok psikolojik romanları ile bilinen ve 1961’deki ölümüne kadar kırk üç yıl aralıksız yazı yazan Safa, günümüzde daha çok romancı kimliği ile anılır. Aradan geçen zamanla, gazete yazıları romanlarının gölgesinde kalmış; yapıtlarının sinema, televizyon ve tiyatro uyarlamaları bu durumu desteklemiştir. Ne var ki Safa’nın satırları, kurgu karakterler ve kurmaca olaylarla örülü olduğu kadar, tartışmalı fikirleriyle de doludur.
Yazın hayatının başında sol tandanslı olduğu bilinen ve ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf eden Safa, II. Dünya Savaşı’yla beraber bu görüşten ayrılarak bir Nazi sempatizanına dönüşür. Niyazi Berkes, Hitler’in Türkiye’de nasıl algılandığını anlatırken, “Özellikle Peyami Safa gibi isterik kişiler onun nutuklarını dinlerken kendilerinden geçerlerdi” demektedir[2]. Safa’nın tek kelime Almanca bilmeden geliştirdiği Hitler hayranlığının ne denli hastalıklı olduğu Nadir Nadi’nin anılarında da yer alır: Hitler’in radyodan yayınlanan Danzing söylevini dinlerken, beti benzi atmış biçimde ‘çağın en büyük devriminin gerçekleştiği’ heyecanına kapıldığını, öyle ki, bir psikiatristin çağrılmasına gerek duyulacak kadar kendinden geçtiğini belirtir[3].
Safa’nın politik savruluşu 1943 yılında basılan ‘Millet ve İnsan’ adlı kitabında açıkca görülür. Kitabın önsözünde ‘kozmopolit milletten, yekpare millete doğru tekamül eden’ dünyanın henüz bu ‘milli teşekkül devresini’ tamamlamadığına değinen Safa, yapıtında bu konudaki görüşlerine yer verdiğini belirtir[4]. Bu anlatıyı oluştururken kullandığı dil oldukça ayrıştırıcıdır. Bugün artık bilinçaltına göre şekillendiğini bildiğimiz dil, Safa’nın satırlarında giderek daha saldırgan, sivri ve ırkçı bir hal alır.
Bu dilin bir örneğini, 3 Temmuz 1958 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan “Bizden” Olduğunu Söyleyenlere başlıklı yazısında görmek mümkündür. Büyükada’da Rumca konuşulmasından yola çıkarak gayrimüslim Türkleri hedef gösteren Safa, “Herhangi bir azınlık mensubu vatandaşımız arada bir, cemaat diliyle de konuşabilir. Ona bu hakkı çok görenlerden değiliz. Fakat Türkçeyi boykot etmişçesine vatanının dilini konuşmayan, konuşanlara da öfkeli bir dikkatle bakan azınlık mensuplarının bu toprağa bağlılıklarına nasıl inanabiliriz?” diye sorar. Kurduğu dilde, kendisiyle aynı kimliği taşıyan vatandaşlara karşı kendini egemen kimlik olarak konumlar. Yazısında kullandığı sıfatlar hayli ilginçtir. Gayrimüslim Türkleri, ‘sapık, şuursuz, şımarık’ gibi sıfatlarla nitelendiren Safa’nın müslüman Türk gençler için seçtiği sıfa, ‘münevver’dir[5]. Dildeki şiddetin devamı iki gün sonraki yazısında iyice belirir.
5 Temmuz 1958 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan En Kestirmesi başlıklı yazısında kullandığı dil tam anlamıyla bir nefret söylemidir. Bu yazısında o dönem gayrimüslim Türk vatandaşlar tarafından işletilen Boğaziçi gazinolarından birinde, Rumca ve yabancı dilde şarkılar söyleyen Zamboğlu müzik grubunu hedef alır. Aldığı bir duyum üzerine yazdığını belirttiği bu yazısında, gidip bizzat görmediği bir gazinoyu, radyoda bile dinlemediğini belirttiği bir müzik grubunu güç sarhoşluğu içinde nefretle eleştirir. Öyle ki, “Bizden olmayanlara bu memlekette nefes aldırmamanın çaresi onların gelir kaynaklarını besleyen iktisadi hava deliklerini tıkamaktır” diyecek kadar ileri giden Safa, bu mekanlara gidilmemesini salık vererek, söz konusu işletmelerin ‘halis Türk müşterilerini’ kaybetmesi halinde bağlılıklarını ispat etmek zorunda kalacaklarını, ıspat etmezlerse de ‘bu memleketten defolup gitmeleri gerektiği’ni söyler[6]. Böylesi bir söylem kullanarak gayrimüslim Türk vatandaşlarını hedef gösterip nefret suçunu körüklemenin ne denli tehlikeli olduğu malum. Bugüne kadar hesaplaşılmayan bu ayrımcı dilin günümüzde hâlâ ne denli diri olduğunu görmek için, geçtiğimiz haftalarda malum gazetelerden birinde yapılan antisemitist haberi hatırlamak yeterli…
Duyum üzerine, nefret hisleriyle, bir grup insanı hedef göstererek yazılan ve toplumun kardeşlik duygusunu parçalamaya yönelik sözlerle hesaplaşmanın zamanı geldi de geçiyor. Neyse ki insandan umudunu hiç kesmeyen zaman bizden yana. Hatırlayalım, düşünelim, hesaplaşalım diye o suskun aynasını belli tarihlerde yüzümüze yüzümüze tutuyor.
[1] 6-7 Eylül Olaylarında Basının Rolü, Elif Akgül
https://m.bianet.org/bianet/toplum/149700-6-7-eylul-olaylarinda-basinin-rolu
[2] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s.162.
[3] Nadir Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1979, ss.44-46.
[4] Peyami Safa, Millet ve İnsan, Akbaba Yayınları, İstanbul 1943, s.3.
[5] Nurdan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var: İstanbul Rumları - Mekân, Bellek, Rituel, İletişim Yayınları, Ekim 2015. s.133.
[6] Agy. s.134.