Siyaset Bilimci Prof. Dr. İlter Turan ile demokrasi ve liderlerin küresel değişimini konuştuk. Prof. Turan, Trump’la kimlik bulan popülist politikacıların yanı sıra Türkiye’nin Suriye ve Doğu Akdeniz politikalarını da değerlendirdi.
Dünya otoriter liderlerin popülist politikalarının sahnesi konumunda. Trump, Putin, Urban hep bu dalganın getirdikleri isimler… İlk sorumu şöyle açalım: Bu küresel lider değişiminden Türkiye’yi soyutlayamayız; dünyayı ve ülkemizi aynı düzlemde değerlendirebilir miyiz?
Günümüzde Türkiye, dünya ticareti ve iletişim kanalları aracılığıyla dünya sistemiyle tamamen bütünleşmiş durumdadır.
Aklıma takılan başka bir soru daha var, Türkiye’de, idarenin/yürütmenin, yasama ve yargı üzerinde her zaman bir baskısı, bir etkisi var; böyle bir eğilim var. Ama bu dönemde bu arttı diye düşünüyorum, ne dersiniz?
Tabii, bu alanda küresel değişimin bize de yansıyan bir etkisi olduğunu söylemeliyiz. Bahsettiğiniz kuvvetler ayrılığının yavaş yavaş silinmeye yüz tutması zannediyorum Türkiye’de dünyadan daha hızlı cereyan eden bir olay. Mesela ABD’de Başkan Trump gerek yasamanın gerek yargının bazı icraatından şikâyetçi olabiliyor fakat o kurumların varlığının önemsiz olduğunu varsayacak bir aşamaya geçemiyor. İzlediğimiz gibi, birçok konuda mahkemeler Trump’ın uygulamak istediği politikaların mümkün olmadığını ifade etti. Aslında geçmişte Türkiye’de özellikle devletin çıkarları ile ilgili olduğu beyan edilen konularda hem yasamanın yürütmeye uyum sağlamaya çalışması hem de yargının yönetimin taleplerine yüksek duyarlık sergilemesi söz konusuydu. Ancak yargının her konuda yürütmeye bu denli duyarlı olması söz konusu değildi. Bu daha önce alışmadığımız bir olay; Türkiye’de yargının yürütmenin taleplerine karşı günümüzde sergilediği duyarlılık, geçmişteki sınırların çok ötesinde. Bunun en canlı örnekleri, yönetim görevinde olan kişilere karşı yapılan eleştirilerin kolaylıkla bir yandan hakaret, diğer yandan terörle işbirliği şeklinde değerlendirilmesidir. İfade özgürlüğü üzerinde getirilen sınırlamalar, kişilerin kendilerini ifade etme konusunda çekingen tutumlar sergilemeleriyle sonuçlanıyor. Bu çekingenlik de, ifade özgürlüğü üzerine bina edilen demokratik toplumun işlerliğini zayıflatacak sonuçlar doğuruyor.
Bizdeki bu durum aslında siyasi geleneğimiz ve siyasi tarihimizle de ilgili bir durum değil mi?
Esas itibariyle iki şeyi birbirinden ayırmalıyız. Bunlardan biri, sizin de işaret ettiğiniz gibi, her toplumun kendine özgü bir yönetim geleneği olduğudur ki, bizim yönetim geleneğimizde devlet gücünün sınırları çok geniştir; bu geçmişten gelen bir tavır. Fakat bir de bütün dünyada cereyan eden başka bir olay var: Bugün dünyadaki hemen her toplumda yönetişim mutabakatı dağılmak temayülündedir. O zaman, bu evrensel olgu neden ortaya çıktı diye sorulabilir. Tabiatıyla her toplumda sebepler aynı olmayabilir ama ortak olarak görebileceğimiz sorun şudur; ‘demokrasi’ aslında sanayi toplumunun yarattığı bir yönetim sistemiydi. Sanayi toplumundaki zıtlaşma veya rekabetçi ilişkiler emek ile sermaye arasındaki mücadeleye dayanmaktaydı. Bugün bu yapı önemli ölçüde aşınmış bulunmaktadır. Emek artık sadece işçilerle tanımlanmıyor, çok farklı bir kapsam kazandı. Hâlihazırda toplumdaki en yaygın meslek türü serbest mesleklerdir, klasik sanayi toplumu modelinde öngörülen ‘işçilik’ değildir. Buna ilaveten, piyasaların da üretimle ilişkisinin giderek zayıfladığını görüyoruz. Nitekim günümüzde en büyük servetlerin sahibi fiili üretim sürecinin içinde yer alan sanayiciler değil; dağıtım, iletişim, tasarım vb. alanlarda faaliyet gösterenler. Bu sebeple, oluşmuş iktisadi yapıyla, onu yönetecek siyasi yapı arasındaki uyum giderek zayıflamakta. Bir başka husus daha var ki, bu sanıyorum demokrasinin bir başarısıdır. Özellikle daha gelişmiş sanayi toplumlarında devletin aldığı sosyal tedbirler sayesinde bugün artık insanlar açlığa mahkûm olmak gibi olaylarla karşı karşıya değil. Çocuklarını ücretsiz okula gönderiyorlar; mecburiyet hasıl olduğunda sağlık hizmeti alabildikleri bir sosyal sistem var, işsizliğe karşı sigorta var, emeklilik sistemleri var. Bunlar gibi başka tedbirler de olduğu için insanlar geleceğe dönük eskisi kadar yoğun endişelerle hareket etmiyor. Dolayısıyla, insanlar genel meselelerden uzaklaşıp, kendi özel ilgi alanlarındaki meseleleri daha yakından takip etmeye başladılar. Bunun belki ilk belirtilerini ‘Yeşiller Hareketi’nin ortaya çıkmasında görmemiz lazımdı. Yeşiller aslında bütün topluma dönük bir yönetişim programı veya modeli önermiyordu. Kimi çevreciydi, kimi LGBT hareketinin yanındaydı, kimi doğum kontrolü taraftarıydı… Tabii, bunun karşıtı dar kapsamlı rakip hareketler de ortaya çıktı. Sosyo-ekonomik ihtiyaçları asgari düzeyde de olsa da karşılanmış ve gelecek endişesi azalmış insanlar, daha dar kapsamlı davalar peşinde koşmaya başlayınca, uzlaşmaya olan yatkınlıkları da zayıflıyor. Günümüzde yönetimlerin toplumdan gelen talepleri çoğunluğun kabul edebileceği bir formüle dönüştürmesi giderek güçleşti. Dikkat edecek olursanız, hemen hemen dünyanın bütün ülkelerinde geçmişte oluşmuş siyasi yapılar parçalanmakta. Klasik çift parti sistemi olarak gördüğümüz veya çok istikrarlı koalisyonların egemen olduğuna şahit olduğumuz İngiltere veya Almanya’daki klasik siyasi saflaşmalar dahi çökmekte. Toplumlar yönetişim için gerekli olan “çoğunluğun kabul edebileceği bir mutabakatı” oluşturmakta şu anda başarılı değil. Bunun üzerine demin bahsettiğim işlerin üretimden ziyade hizmete kaymış olması ve insan emeğinden tasarrufu kolaylaştıran teknolojilerin ortaya çıkmasını eklediğiniz zaman, reel sektörlerdeki emekçiler katında bir işe yaramazlık duygusu gelişiyor, gelecek endişesi yoğunlaşıyor. Tabii, bu durumla karşılaşan insanlar bu dönüşümü değiştirebilecek konumda değiller ama “Göçmen gelmesin, işimi almasın, ucuz rekabetten dolayı benim fabrikam kapanmasın!” diye aslında sorunun köküne inmeyen formüllerle gidişata direnmeye çalışıyorlar. Bütün bu gelişmeleri birlikte ele aldığınız zaman, olayların herkesin her derdine deva olabileceği havası yaratan popülist liderleri yarattığını görüyorsunuz… Popülist liderler aslında doğru siyasa oluşturma ve uygulama uzmanı olmaktan ziyade algı yönetimini iyi bilen kişiler. Bunların en harikulade örneğini Trump’da buluyoruz. Kanımca, siyasetin bir algı yönetimine dönüşmesi uzun vadede daha da büyük sorunların kaynağı olacaktır, çünkü algı yönetimi ile toplumun karşılaştığı somut sorunlar ortadan kalkmıyor, sadece bakış açıları manipüle ediliyor. Mahiyeti değişince; günümüzde siyaset geçmişe göre farklı bir takım insanların girmeye heves ettiği bir alan oldu. Eski siyasette en yüksek mevkilere gelenlerin devlet adamı olması gerekir diye bir anlayış vardı ama şimdi bundan uzaklaşıldı.
Doğu Akdeniz’de tırmanan bir gerilim var; İngilizlerin, Fransızların çok sayıda gemiden oluşan ciddi bir askeri gücü olduğundan söz ediliyor. Birisi bir çılgınlık yapıp bir şey başlatabilir mi? Başlatmayacaksa bu kadar çok geminin orada ne işi var? Türkiye, BM deniz hukuku sözleşmesini imzalamakta neden gecikti? Ve neden Güney Kıbrıs’ın şantajlarına maruz kalıyor gibi görünüyor bu bölge? Oradaki araştırmacı şirketlerin büyüklüğünden mi? Sorunları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlendiği BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamış olması mı yarattı?
Bölgede ortak bir çerçeve yok. Güney Kıbrıs, Kuzey’e “Sana, kendimin takdir ettiği miktarda bir pay veririm veya vermem” diyebilmekte. Tabii, bir de bunun dışında kalan münhasır ekonomik bölgeler sorunu var çünkü Türkiye’ye ait olan münhasır bölgeler yanında bunların Kıbrıs’la ya da Yunanistan’la çatıştığı bölgeler var. Deniz Hukuku Sözleşmesine göre bölgelerin müzakerelerle belirlenmesi lazımdır. Ama Güney Kıbrıs, orayı kendisinin toprağı olarak gördüğü için Kuzey ile müzakereye yanaşmıyor. Üyesi olduğu için de Avrupa Birliği Güney Kıbrıs’ı destekliyor. Bu desteğe muhtelif sebeplerden ABD ve Rusya da katılıyor. Türkiye burada yalnız kaldı. Aslında Türkiye zamanında Doğu Akdeniz çanağındaki diğer ülkelerle anlaşma yapabilirdi. Bu çanakta sadece Güney Kıbrıs yok; Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır var. Bu ülkelerle anlaşmalar yapılabilirdi, yapmadık. Zamanında bu ülkelerle anlaşma yapmadığımız gibi şu anda da kavgalıyız; anlaşma imkânımız bulunmuyor. Tezlerinin ve icraatının hukuki temelleri sağlam olmasa da Güney Kıbrıs yönetimi bu ülkelerin hepsiyle enerji konusunda işbirliği yapıyor.
Bulunduğumuz bölgede daha fazla enerji bulunması dünyaya daha fazla kaynak sağlayabilecek bir coğrafya olması, olayların seyrini değiştiremez mi?
Henüz büyük miktarda gaz çıkarılmaya başlanmadı. Kesinleşmiş bir nakil sistemi de henüz yok. Mesela Güney Kıbrıs’ta ve İsrail’de çıkan gazın dünya piyasalarına en akıllıca sevk yolu Türkiye üzerinden geçirilmesidir, fakat bu ülkelerin Türkiye ile ilişkilerinin bozuk olması dolayısıyla gazın Türkiye üzerinden sevk edilmesi düşünülmemekte. Anladığıma göre, Kıbrıs ve İsrail’den çıkarılacak doğalgazın denizaltından giden ve Türkiye’yi teğet geçerek Batı piyasalarına götürecek olan bir boru hattının yapılma maliyeti o kadar yüksek ki, çıkaracağınız gazın neredeyse bedeline tekabül etmektedir. Yani ‘feasible’ değil. Bu aslında Türkiye’yi her şeye rağmen avantajlı konuma getiriyor fakat bölge ülkeleri başka arayışlar içinde. Gazı LNG’ye dönüştürüp dünya piyasalarına göndermeyi tasarlıyorlar. Ama LNG üretimi boru hatlarıyla gönderilmesinden daha pahalı ve yüklemesi, boşaltılması çok daha tehlikeli ve problemlidir. Dolayısıyla aslında doğal koşullar bu gazın Türkiye üzerinden sevkini gerekli kılmakla birlikte siyasetimiz bizi bu sürecin dışına itti.
υ Suriye siyasetinde başka bir yola dönülmesi gerektiğini fakat bunun şu an ipuçlarının hiç hissedilemediğini ifade ediyorsunuz. Şöyle bir sorum var; Türkiye ile ABD ortak devriye yapıyor, bu ortaklık nereye varır? Bozulabilir mi? ABD, Kürtlerle ittifakta. Burada tam ittifak kurarsa, İdlib’de Ruslarla sıkıntı çıkabilir. Yani, Türkiye garip bir ikilem içinde. Orada gerçekten Kürtler mi yaşıyor? Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin bir kısmı oraya gönderilebilir deniliyor. Sizce bu nereye varabilir ya da varmalıdır?
Şu andaki politikasıyla Türkiye bir açmaza girmiş bulunmakta. Başlangıçta Türkiye Suriye’de değişimi gerçekleştirmek, Türkiye’ye bağlı bir rejim oluşturmak, hatta Mısır’daki gelişmeleri de görünce, bölgenin lider ülkesi olmak özlemleriyle bir geçmişten farklı bir politika izlemeye başladı. Burada uluslararası ortamı ve bu ülkelerin iç dinamiklerini değerlendirmekte son derece büyük yanılgılara düştüğünü söylememiz mümkün. Nitekim Mısır’da şu anda Türkiye’nin selamını bile almayan bir yönetim ile karşı karşıyayız. Suriye’de ise ciddi bir mücadele içindeyiz. Daha da elim ve vahimi, Suriye büyük güçlerin nüfuz yarışına girdiği bir alan oldu ve bu alanda gerek Rusya gerek Türkiye’nin ve gerek Amerika’nın önceliği orada kendi varlıklarını sürdürmek. Diğer ikisi, özellikle Amerika Türkiye’nin duyarlıklarını umursamaz bir tutum içindedir.
Suriye’de bir Kürt devleti kurulur mu? Suriye Kürt devleti kurulursa bundan Türkiye’nin bir menfaati mi, zararı mı olur?
Görünüş o ki, ilk aşamada en azından bir özerk Kürt bölgesi kurulsa bile Kürt devleti kurulmayacaktır. Ancak şimdi burada Amerikan desteğiyle Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ı kapsayacak bir Kürt devleti kurulacak olursa, bu çevredeki bütün ülkelerin istemediği bir oluşum olacağından sürdürülebilirliği yüksek değildir. Amerikan siyaseti de, böyle bir oluşumun maliyetinin yüksek oluşu karşısında, bir süre sonra onu terk edebilecek tıynettedir. Dolayısıyla, böyle bir ihtimal mevcut olmakla birlikte sonucu fazla istikbal vaat etmeyebilir. Bazı analizler böyle bir oluşumu aslında İsrail’in de çok desteklediğini söylüyor. Muhtemelen öyledir ama İsrail kendi izlediği politikalar dolayısıyla bu bölgede Kürt Devleti kurulsa bile rahat edebilecek bir durumda değil, çünkü kendisinin buradaki varlığını kabul edilebilir hale getirmesi için Filistin halkına bir miktar daha saygılı davranması lazım. Bu çerçevede düşünüldüğü zaman, Türkiye’nin Suriye’nin mevcut rejimi ile barışık hale gelmesi uygun bir politika gözüküyor. Neden diyecek olursanız; birincisi Suriye ile uzlaşmamız, Suriye rejiminin büyük devletlere karşı bağımlılığını azaltacaktır. İkincisi, Suriye’nin Türkiye’ye yönelmiş göçün önemli bir bölümünü geri alması lazım. Bunu da ancak bir barış çerçevesi için de yapmak mümkündür. Ülkeler çok kötü ilişkilerden oldukça iyi ilişkilere geçebiliyorlar. Nitekim I. Dünya Savaşı’nın sonrasında Yunanistan başkalarının vekili, taşeronu olarak Türkiye’nin yarısını elinden alma maceralarına girişmiş ve sonunda ağır bir hezimete uğrayarak çekilmek zorunda kalmıştı. Sonra Türkiye ile Yunanistan’ın barıştığını gördük. Her iki ülke de bundan kazançlı çıktı. Bizim de Suriye’de şu ana kadar güttüğümüz politikanın isabetli olmadığını idrak ettiğimizi ifade etmemiz, Suriye rejimiyle barışmaya çalışmamız ve bu ilaveten barışçıl geleneğin yerleşmesi için neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerekir.
Türkiye için önümüzdeki bu süreçte umutlu bir gelecek hissediyor musunuz?
Daima olaylara uzun vadeli bakmaya çalışırım. Doğduğum, büyüdüğüm Türkiye ile bugün Türkiye’nin vardığı yere baktığım zaman, Türkiye’nin önceki yıllarında tahayyül ettiğimin çok ötesinde bir noktaya geldiğini görüyorum. Kritik, derin bölünmeler yaşadığımız zamanlarda bile zorlukları aşabilmiş olduğumuzu görüyorum. Bu çerçevede düşündüğüm zaman Türkiye’nin geleceğine ümitle bakıyorum. Ama özlediğimiz noktaya gelmenin özveri gerektireceğini, oldukça sıkıntılı dönemlerden geçmemiz gerektiğini de farkındayım. Her yaşadığımız dönemde bir kritik sorunu aşarak daha ileri bir noktaya geldik. Şu anda Türkiye’de kültür ikileşmesinin yarattığı gerilim yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Aşırı uçlar itibarını yitiriyor. Tedricen ortaya geliniyor. Bir kritik sorun daha böylece aşılmış olacaktır. Şu anda iktidarın yaşadığı sıkıntıların bir bölümü; bu ortaya gelme eğiliminin güçlü olmasından kaynaklanıyor.