Uyarı ! Bu yazı son yıllarda hatta ömrünüz boyunca işittiğiniz bazı tekrarlar içerir. Eğitim yılı başlangıcı münasebetiyle... Köy Enstitüleri kuruluş felsefesi ve çok kısa ömründe yarattığı ilerici dünya görüşüne sahip mezunlarıyla Türkiye’de bugünle karşılaştırılamayacak bir eğitim kalitesini yakalamıştı bir zamanlar. Ve olmuştu aslında.
Çocukların can ve ırz güvenliğini konuşmaktan eğitimin yerlerde sürünen sonuçlarını görmeye ve ehliyetsiz insanların elinde birkaç neslin feda edildiğini söylemeye ne hacet. 23 Nisan’da mikrofon uzatılan, ilköğretim öğrencisi Vildan’ın Alman vatandaşı olma hayalini eleştiren sözde memleket sevdalılarını, okul bahçesinde kulaklarından tutup havaya kaldırarak öğrencisini cezalandıran idarecileri, atanamayan 460 bin öğretmeni, utançtan bakamadığımız PISA sonuçlarını nereye kadar görmezden geleceğiz.
ÖSYM verilerine göre, 78 üniversiteye bağlı 273 bölümde hiç hoca yok, 1434 bölümde hiç profesör, 743 bölümde hiç doçent yok. Khk’lar veya sudan sebeplerle işlerinden uzaklaştırılan eğitimciler, yönetimlerine müdahale edilen okullar, liyakatsiz kişilerin ellerinde darmadağın olan üniversiteler daha neler neler…
Terör bahanesiyle boşaltılan binlerce köy, sekiz yıla çıkarılarak taşımalı eğitime geçiş, ardından kent ve kasabalara göç, yatılı bölge okulları, istismar yuvası haline gelen yurtlar, özetle yıkılan bir eğitim sistemi.
Öğrenim çağında çocuğu, yakını olan herkesin doğru okul, doğru öğretmen, doğru müfredat, doğru yönetimden umudunu kestiği, birer işletmeye dönen kurumların içler acısı durumu bir yanda; çocuğunun geleceği için, başka ülkelere göç eden aileler, liseyi, üniversiteyi yurtdışında okusa daha hesaplı ve nitelikli eğitim alma umuduyla imkânlarını zorlayan ebeveynler, danışmanlara akıtılan paralar bir yanda. Olanakları olamayanlara dayatılan malum okullar başka bir yanda.
Eğitimde birliğin ve eşitlik ilkesinin ortadan kalkarak Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinin berhava olduğu acıklı bir dönemi yaşıyoruz.
Şerif Tekben’in kurmuş olduğu Malatya, Akçadağ Köy Enstitüsü bugünkü durumu. Foto: Fikri Demirtaş
Bu yıl yine Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünde, Malatya, Akçadağ’da, yer yer yıkılmış yapıların kalıntıları arasında, 80-90 yaşlarını süren, birkaç mezunla bir araya geldik. Akçadağ Köy Enstitüsünün kurucusu Şerif Tekben’in torununun yakın arkadaşlarımdan biri olması nedeniyle konuya biraz aşinayım.
Enstitüler kuruluş felsefesi ve çok kısa ömründe yarattığı ilerici dünya görüşüne sahip mezunlarıyla Türkiye’de bugünle karşılaştırılamayacak bir eğitim kalitesini yakalamıştı bir zamanlar. Ve olmuştu aslında.
1940-1946 yılları arasında Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu sırada, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un liderliğinde, Türkiye’nin ziraat ve hayvancılığa elverişli 21 noktasında Köy Enstitüleri kuruldu. Yerleşim yerlerinin dışında ama demiryolu ile ulaşılabilen bölgeler seçilmişti.
Amaç ilkokul mezunu çocuklara birçok yönde beceriler kazandırarak köy öğretmeni yetiştirmekti. Yüzyıllardır sürü muamelesi yapılan köylüye, mevcut gerçeklikleri içinde, zamanın bilgileri dâhilinde özgüven ve vatandaşlık bilinci kazandırmaktı. Şehirli çocuk alınmıyordu. Tarımdan, sağlıktan, yurttaşlık bilgisinden, zanaattan anlayan bir köy önderi yetiştirme, köyü ve köylüyü eğitim yoluyla canlandırma, kalkınmanın köyden başlaması düşüncesi vardı temelinde. Bir nevi sivil toplumu yaratacak mecralar olacaktı.
Kuruluş felsefesi Atatürk Devrimleri’ne dayanan, hümanist ve çağdaş uygarlıkçıydı.
1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığı, genç cumhuriyetin eğitim politikasını belirlerken, tanınmış düşünür ve eğitim kuramcısı John Dewey’i fikirlerinden yararlanmak üzere Türkiye’ye davet etmişti.
Dewey’in raporu
Pragmatsist felsefeci Dewey’e göre okulun amacı, topluma insan kazandırmak ve edinilen bilginin işlevsel hale gelebilmesiydi. Deneyerek öğrenmek, çalışırken eğitilmek işin anahtarıydı. Düşüncenin değerinin, yararlılığıyla ölçülebileceğini söylerken kastettiği sadece maddi fayda değildi elbette; bir fikrin, bir sözün insanı aynı zamanda hareket ve faaliyete sevk etmesini ve olguları değiştirebilme gücünü işaret ediyordu.
Hazırladığı raporda, dönemin şartları içinde köylere okullar açılması ve meslek edinilmesi konularında bir vizyon önermişti. Özellikle köy okulları sosyal hareketin merkezi olmalı, köyler kalkınırken bir yandan da bu kurumlar devletin bir organı haline getirilmeliydi ki aynı zamanda buralara kültürel, sosyal ve sağlık hizmetleri götürebilmesi için kırsalda birer istasyon haline gelsinler. Temsil salonları, kütüphanesi ve sergileme alanlarıyla köyün kültür mekânları olması yani sadece eğitim değil sosyal ve kültürel yaşamın da merkezi olması hayal edilmişti.
Zaten Tonguç çağdaş felsefe ve kuramcıları izleyen, bilgili ve öngörülü genç bir eğitimciydi, kurucusu, uygulayıcısı ve yöneticisi olduğu bu projenin hayata geçmesi için çok çalışmaktaydı.
İsmail Hakkı Tonguç öğretmen olarak hayata atıldığında Kurtuluş Savaşı devam ediyordu, aynı dönemde Almanya’ya giderek Karlsruhe Baden Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi aldı ve öğretmenliğinin yanı sıra farklı sanat ve eğitim disiplinleriyle ilgili çalışmalar yaptı. Hem uygulamada iyi bir eğitimci hem de kuramcı olarak, ezbere dayalı eğitim ve amaçsız okul düşüncesine karşıydı. Meslek sahibi olmak okullu olmaktan daha önemliydi. Bir kişinin varlığını sürdürmek için harcadığı çabanın ‘meslek’ olduğunu sık sık dile getiriyordu. Ona göre, eğitim, öğretim, sanat ve bilim için planlı bir politika ve sistemli bir çabaya ihtiyaç vardı.
Öğretmenler ve usta öğreticiler her bakımdan donanımlı yetiştiriliyordu. Tarımdan hayvancılığa, bağcılıktan dikiş-nakışa, güzel sanatlardan sağlık hizmetlerine, metal işlerinden marangozluğa, müzikten tiyatroya günlük hayatta gereken çeşitli temel ustalık becerilerinin de uygulamalı eğitiminin verildiği eğitim kurumlarıydı. İşinin ehli ustalar, sanatçılar ve zanaatkârlar deneyimlerini aktarıyordu buralarda. İş içinde, üreterek öğretim ve sanat eğitimi modellenmişti. Düşünün ki Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu, Ruhi Su, Aşık Veysel ve daha kimler kimler bu okullarda öğretmen adaylarına eğitim verdiler.
Eğitmen kursunu bitiren usta öğreticiler, görev yerlerine gitmek üzere kendi yaptıkları tahta bavullurıyla
Güzel sanatlar eğitimindeki amaç sağlam bir duygu ve beğeni eğitimi vermekti. Akordeon, mandolin ve davulların katılmasıyla, kızlı-erkekli 800-1000 kişinin söylediği türküler ve marşlarla iş günü başlardı; cinsiyetçilikten uzak, ‘biz’ demeyi öğreten ve hem bedenlerini hem de motor becerilerini geliştiren bir uygulamayla. Serbest okuma, radyo ve plaktan batı müziği dinleme saatleri, hafta sonu eğlenceleri, resim, müzik, tiyatro, şiir, fotoğraf, heykel gibi dallarda eğitim alan çocuklar arasından yazarlar, oyuncular, ressamlar, besteciler yetişti.
Sabahattin Eyüboğlu’na göre, “Enstitüde öğrenci bir işçidir, kendi hayatını ve dünyasını kazanan, ekmeğini ve bilgisini taştan çıkaran bir işçi. İş sözden önce gelir, öğrenciye bilgi verilmez, öğrenci kendisi bilgiyi alır.”
Eğitim bireye, hayat sorumluluğu, vizyon, muhakeme kabiliyeti, karakter gelişimi gibi olanaklar verir. Daha da önemlisi özgürleşme potansiyeli sağlar. Konu özgürleşme, çocuğun aktif olduğu bir metotla eğitime gelince burada Jacques Ranciere’nin Cahil Hoca’sına kulak verelim:
Mevcut sistem, açıklayan olmaksızın öğrencinin herhangi bir şey öğrenemeyeceği inancına dayanıyordu. Birine bir şeyi açıklamak, ona bir şeyi kendi başına anlayamayacağını göstermek demekti. Bu sistem aptallaştırma anlamına gelecekti. Halkı aptallaştıran asıl unsur, eğitimsizlik değil, zekâsının yetersiz oluşuna duyduğu inançtı. Açıklama yapan bir hocanın varlığıyla, bir zekâ başka bir zekâya tabi kılınıyordu. Oysa kendi kendine öğrenme yönteminin kullanılabilmesi için öğrencinin özgürleştirilmesi gerekiyordu. Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırmaktaydı. Eskiden yetişkin ve çocuk zekâlarının eşit olmadığına inanılırdı. Bugünün evrensel yöntemine göre zekâlar eşittir, zihinsel kapasite hiyerarşisinin varlığı kabul edilemez.
Tonguç’un hedefi kültür ve sanatı kendi doğal çevresinin ürünleriyle evrensel bir yoruma taşımaktı
Bu eşitlikçi dünya görüşünün kuşaklararası olduğu kadar sınıflar arası bir yansımasını da Tonguç’ta görüyoruz. Kültür ve sanat olanaklarını bir imtiyazlı azınlığın entelektüel uğraşısı olarak gören seçkinci bir yaklaşımın karşısındaydı. Kültür ve sanatı kendi doğal çevresinin ürünleriyle evrensel bir yoruma taşımaktı hedefi. Tonguç’un Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve devrimleri yapan kuşakla ortak özelliği Batı’yı bildiği kadar Anadolu’yu da bilmesiydi. Batılı kalarak yerel koşullara uyma becerisine sahipti.
Dikkat çeken noktalardan biri de Tonguç’un sanat eğitimi almış biri olarak, sanatçı olmak yerine yaşamını eğitimci olarak sürdürmesi ve belki yaratıcılık deneyimini bu alanda kullanmış olmasıydı. Bireyin zevkinin eğitilmesini önemseyerek, estetiği öğretimin tüm alanlarına yaymayı istedi. Sanatın incelikli bir ruh ve kişilik gelişimi için önemli bir araç olduğunu dile getirirken, bilim ve sanatsal faaliyetlerle çocuğun yaratıcılığının ortaya çıkarılmasını hedefledi. Yaşamla nitelikli bir bağ kurmayı amaçlayan hümanist bir bakış açısıydı bu.
Bu kurumlar feodal bir zihniyetin işine gelmediği kadar, ülkesini yarım yamalak tanıyan sözde aydınların da rahatsızlığıydı. Eğitim konusu tüm ulus devletlerin inşa süreçlerinin en önemli konularından biriydi ve yeni cumhuriyet her alanda olduğu gibi bu konuda da gençlerini eğitilmek üzere Avrupa’ya gönderiyordu. Yönetici sınıfın ‘modern’ olması batılı bir anlayıştı. Kuruluş yıllarında modernleşme, bir istisna dışında resmi kanaldan, yani yukarıdan aşağı gerçekleşiyordu. O istisna Köy Enstitüleriydi. Köylünün çocuğunu göndererek, gerek iş gücü, gerek arazi bağışı, gerekse moral destek vererek aşağıdan bir kabulle, yani bir tür imeceyle proje hayata geçirilebilmişti. Ancak kısa sürede geleneğin sahiplenicileri tarafından modernin yukarıdan aşağıya temsili bir sorun haline geldi. Çok partili sisteme geçilen bir dönemde hükümet, milliyetçi ve anti-laik cereyanın etkisi altındaki muhafazakârları karşısına almak istememişti. Kendi elleriyle kurduğu enstitüleri bu politika uğruna kurban vermişti. Fiilen 1954’te lav edilse de 1946 yılında Hasan Ali Yücel ve Tonguç’un görevlerinden alınıp, öğretmenlerin sürülmesi ve müfredatın tamamen değiştirilmesiyle zaten kapanmıştı.
Abidin Dino tarafından yapılmış İsmail Hakkı Tonģuç Portresi
Türkiye’de, 1938’de 6500 köy okulu, 500 binin altında ilkokul öğrencisi, 8000 köy öğretmeni mevcuttu. Enstitülerin faaliyet gösterdiği gelecek 10 yıl içinde, okul sayısı 20 bine, öğrenci sayısı 1,5 milyona, köy öğretmeni sayısı 18 bine ulaşmıştı. Ancak 1946’da kapatılmasıyla eğitimde geldiğimiz malum noktada, mazinin kalbimizde açtığı yaralardan biri oldu Köy Enstitüleri.
Tonguç bu modelle dünya eğitim tarihine bir sayfa eklemişti. Bilimsel ve pedagojik başarısı Avrupa eğitim çevrelerinin de dikkatini çekmişti.
100 yıl öncesine göre tüm dünyada kent ve köy nüfus oranları yer değiştirdi, köy nüfusu toprağının sahibi olmaktan çıkarıldı, devlet kırsalda şirketlerin tahakkümüne bekçilik yapar hale geldi. Atanamayan öğretmenler, yurtdışında eğitim alan on binlerce genç, işi elinden alınan binlerce eğitimci arasından mutlaka sistemi yeniden sağlam temeller üzerine inşa edecek kabiliyette olanlar çıkacaktır.
Tüm bu olumsuz tabloya rağmen ben umutsuz değilim, her yıkılışın ardından iyi bir başlangıca, daha doğrusu iyiliğin olasılığına inancım büyük. Hiç köy romantizmi yapmaya gerek yok, zaten ortada köy de yok, bugünün şartlarında çözüm üretecek olanaklar da insanlar da var.
Tonguç’un hikâyesine baktığımızda, durumun günümüzdekinden daha vahim olduğunu görüyoruz. Zamana ayar verecek ve yarını gençler yönetecekken, felaket tellallığı yapmak büyük haksızlık ve öğrenilmiş çaresizliğe izin vermek demek. Herkes sussun ve neler yapabilecekken yapmadığını bir düşünsün.
Çağla Ormanlar Ok ve Mine Özerden’e özel teşekkürlerimle...