Zengin programıyla filmekimi ekim ayının önde gelen sanat etkinliklerinden biri oldu
Filmekimi’nin ağır toplarından ‘Acı ve Zafer’, festivalin bitmesine üç gün kala vizyona girdi. Geçirdiği ameliyatların ardından gelen depresyonundan ve iç dünyasından samimi bir üslupla bahseden Pedro Almodovar, acı veren hatıralarıyla izleyicisini etkiliyor. Japon usta Hirokazu Kore-Eda, ülkesi dışında çektiği ilk film ‘Saklı Gerçekler’ ile sinema dünyasının kulislerine ayna tutuyor. Marco Bellocchio’nun özgün Mafya filmi ‘Hain’ ile Arnaud Desplechin’in polisiyesi ‘Suç Mahalli’ filmekimi izleyicilerinin beğenisini kazandı. Politik komedi ‘Alice ve Belediye Başkanı’ ile genç yönetmen Justine Triet’nin ‘Sibyl’i festivalin iki başarılı Fransız filmiydi.
Bu yazımda geçen pazar günü sona eren filmekimi’nde öne çıkan yedi filmden bahsedeceğim.
Bir anne-kız hesaplaşması
Geçen yıl ‘Arakçılar’ filmiyle Altın Palmiye kazanan Hirokazu Kore-Eda’nın son filmi ‘Saklı Gerçekler/La Vérite’ bu yıl Venedik Film Festivali’nin açılışını yaptı.
Ülkesi dışında yaptığı bu ilk filmde, Catherine Deneuve- Juliette Binoche- Ethan Hawke gibi uluslararası bir oyuncu kadrosu ile çalışan Japon yönetmen, bizlere bir anne-kız hesaplaşması anlatıyor.
Ustası olduğu bir konuyu, aile dinamiklerini gözlemlerken, oyunculuk mesleğine şiirsel bir açıdan yaklaşan film, ünlü bir aktris olan anne ile senarist kızı arasındaki gerilimi ustalıkla işliyor.
Anılarını kitaplaştıran annesinin yanında olmak gayesiyle aktör kocası ve kızıyla yaşadığı ABD’den Fransa’ya gelen, annesinin gölgesinde yaşamaktansa kendisinden uzaklaşmayı tercih eden bu yetenekli kızın öyküsünü izliyoruz.
Yıllar sonra yüzleşme fırsatını bulan, halının altına süpürülen ihtilafların kaçınılmaz bir şekilde tartışıldığı bu buluşmayı, Kore-Eda duygu yüklü anlatımıyla mutlu sona bağlıyor.
Senaryosunda ustalıkla çizilmiş karakter portreleri eşliğinde, sinema dünyasının karanlık labirentlerini, kulisini, sanatçıların egolarını gözler önüne sererken Japon yönetmen, kahramanlarının küçük dünyalarının ‘yalanlar, gurur, pişmanlık, hüzün, neşe, uzlaşma ve barışma çabaları’ gibi temaların hakkını veriyor.
Egosu şişik, ünlü olmak için her yolu mubah sayan Makyavelist Fabienne’in otobiyografik kitabını kutlamak için ABD’den gelen kızı Lumir arasında geçmişe dayanan kapanmamış yaralar vardır. Bu iki rolde Fransız sinemasının divası Catherine Deneuve ile ‘İngiliz Hasta’daki rolüyle Oscar Ödülü kazanmış Juliette Binoche karşılıklı döktürürken, izlenmesi keyif veren bir resital sunuyorlar.
Sinema endüstrisini çok iyi bilen, deneyimli bir yönetmen ile bir aile dramını inanılır kılan iki usta aktrisi buluşturan ‘Saklı Gerçekler’ filmekimi izleyicilerinin beğenisini kazanan yapıt oldu. Çok iyi anlatılmış konusuyla, kusursuz mizanseni ve sinematografisiyle, sinema sanatının kulislerine ayna tutmasıyla film Kore-Eda’nın formunu koruduğunu da gösteriyor.
İki seviyeli Fransız filmi
Henüz üçüncü uzun metrajlı filmine imza atan genç senaryo yazarı-editör-yönetmen Justine Triet’nin ‘Sibyl’i bu yıl Cannes’da çok övgü aldı. Filmin ilginç üç kadın kahramanı var; arzuladığı romanı yazabilmek için asıl işi psikiyatriyi bırakan Sibyl, ilk filmini çevirirken partnerine aşık olan Madelaine ve filmin yönetmeni Mika.
Psikoterapist Sibyl (Virginie Efira), takıntı haline getirdiği romanı yazmaya kendini ne kadar verse de yaratıcılığı tıkanmıştır. Madelaine (Adéle Exarchopoulos) film çekimi devam ederken, yönetmen Mika’nın (Sandra Hüller) eşi olan filmin başrol oyuncusu İgor’a (Gaspard Alliel) âşık olmuş ve kendisinden hamile kalmıştır.
Ne yapacağına karar veremez durumdaki Madelaine’in yardım çığlığına ilgisiz kalamayan Sibyl, planlamadan hamile kaldığı için bunalıma giren hastasının anlattıklarını kendi erotik romanına dâhil eder. Yakışıklı aktör İgor’un cazibesine kapılıp aynı yatağı paylaşması, Mika’nın kocasının bütün çapkınlıklarından haberdar olması, olayları bir çıkmaza götürür. Akıcı ve çılgın bir tempoda anlatılan film, annelik, yaratıcılık, birliktelik, tutku, orta yaş krizi, kişilik, hatta sinema gibi temaların hakkını veriyor.
Yine bu yıl Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde En İyi Film Ödülü’nü kazanan ‘Alice ve Belediye Başkanı/Alice et le Maire’, hem düşündüren, hem güldüren bir politik komediydi.
Nicolas Pariser’in son derece zeki tespitler içeren senaryosundan yola çıkarak, mükemmel bir sinematografiyle yönettiği film, Lyon şehrinin deneyimli ve başarılı Belediye Başkanı Paul Théraneau’yu (Fabrice Luchini) merkezine alıyor.
Meslekte ve siyasette geçirdiği 30 yılın ardından artık iyi fikirler ve projeler gelişmediğini fark eden Paul, bu varoluşsal meseleyi halledebilmek için felsefe mezunu, genç, akıllı, özgün fikirli, parlak Alice’i (Anais Demoustier) danışman olarak işe alır.
Kendisine bir misyon yükleyen, aklından cumhurbaşkanlığına adaylığı geçen, ama derinlemesine düşünmeyen Paul ile çokça düşünen ama amacı olmayan Alice, hep çatışacak ama sonuçta iyi fikirler üretecektir.
Yoğun bir diyalog bombardımanı ile Frankofon izleyicileri mest eden bir filmdi.
İkisi iyi, biri kötü üç film
Sekseninde üretkenliğini sürdüren Marco Bellocchio, İtalyan tarihinin en büyük Mafya çatışmasını, Tomasso Buscetta’nın itiraflarından sonra 475 kişinin tutuklanmasını ve yargılanmasını ‘Hain/İl Traditore’de anlatıyor.
Stanley Kramer’in başyapıtı ‘Nürenberg Mahkemesi’nden bu yana, sinemadaki en iyi mahkeme filmlerinin birinde izleyici, Palermo duruşmalarını heyecanlı bir tenis maçı temposu içinde izliyor.
Cesaret, ihanet, aile değerleri, sadakat gibi temaların hakkını veren film, Hollywood Mafya filmlerinden ayrılarak, Buscetta ve Mafya’nın korkulu rüyası savcı Falcone’yi birer kahraman veya anti-kahraman olarak değil, onları insani yönleriyle yansıtmayı etik buluyor. ‘Vincere’den on yıl sonra, politik sinema türünün bu büyük ustası formunu koruduğunu kanıtlıyor.
Roubaix doğumlu Fransız yönetmen Arnaud Desplechin, bu şehre bağlılığını ‘Un Coute de Noel’ (2008) ile ispatlamıştı. Son filmi ‘Suç Mahalli/Roubaix, Une Lumiére’ ile portresini çizdiği şehre sadakatini sürdürüyor. Kuzey Fransa’nın bu şehrinde yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkan film, bir polis müfettişinin vahşice öldürülen yaşlı bir kadın cinayetini soruşturmasına odaklanıyor.
Yaşlı kadının komşuları, uyuşturucu müptelası, alkolik ve lezbiyen iki kadının peşine düşen müfettiş, Georges Simenon’un polisiye romanlarını akla getiren bir yöntemle, bu iki kadını itirafa zorlar. Dürüstlük, itiraf, polislik mesleği, sabır, çıkışsızlık, fakirlik gibi temaların hakkını veren filmde Roschdy Zem, Léa Seydoux ve Sara Forestier’li oyuncu kadrosu başarılı.
Bu yıl Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Film Ödülü’nü kazanan ‘Görünmez Yaşam’ını izledikten sonra senaryosunda büyük boşluklar ve mantıksızlıklar barındıran bir filme nasıl ödül verildiğine hayret etmiştim. Maço kültürünün baskın olduğu 1950’lerde Rio de Janerio’lu iki kız kardeşin öyküsü anlatılıyor filmde. Yolları ayrılan ve ölümlerine kadar birbirlerini bulamayan bu inandırıcılıktan uzak filmden sizin de uzak durmanızı tavsiye ederim.
PEDRO HAKKINDA HER ŞEY
Pedro Almodovar’ın iç dünyasını en samimi haliyle paylaştığı otobiyografik filmi ‘Acı ve Zafer/Dolor Y Gloria’, filmekimi’nin ağır topları arasındaydı. Festivalin bitmesine üç gün kala, İspanya’nın bu en özgün sinemacısının son filmi vizyona girdi.
Hep kadınları anlatan Madridli yönetmen, sıra erkeklere gelmişken, ‘Acı ve Zafer’de kendinden, geçirdiği ameliyatların ardından gelen depresyonundan bahsetmeyi tercih etmiş.
Bunu yaparken itiraf, acı veren hatıralar, suçluluk duygusu, aile bağları, samimiyet ve aşkın derinliği gibi temaların hakkını veriyor. Bu otobiyografik filmde, Almodovar büyük bir sanatçı olmanın bilincinde, ancak narsisizmden uzak içini dökme fırsatı buluyor.
Evine kapanan ve üretmekten mustarip olan orta yaşlı yönetmenin öyküsü, tüm erkeklere, tüm erkek çocuklara ve tüm annelere sesleniyor. Fellini’nin ‘Sekiz Buçuk’unu (1963) akla getiren filminde, geçmişini gözden geçiren Almodovar, varlığını sorgularken vicdan muhasebesini ihmal etmiyor. Hem zihinsel hem de fiziksel anlamda yorgun düşmüş olan yönetmen, yaşlandıkça eski şaşaalı günlerinin özlemini daha sık çeken bir sanatçının, 1960’lardan günümüze yaşam öyküsünü çok duygusal ve çok kişisel bir bakış açısıyla anlatıyor.
Bunu da fetiş oyuncusu Antonio Banderas üzerinden yapmayı deniyor. 22 yıl aradan sonra Hollywood’dan ülkesine dönen Banderas, kendisine altın tepsi üzerinde sunulan senaryonun hakkını veren, belki de kariyerinin en olgun performansını çıkararak, Cannes Film Festivali’nde En İyi Aktör Ödülü ile taçlandırılıyor.
Film, deneyimli ama geçirdiği depresyondan sonra gençlik günleri geride kalmış yönetmen Salvador Mallo’nun, geçmişten bugüne yaşadığı seçimleri ve yaşamında iz bırakan olayları konu ediyor.
Filmde Mallo’nun çocukluğunu yaşadığı 60’lı yıllara, annesiyle birlikte köylerinden ayrılıp, daha rahat bir yaşam umuduyla Valencia’ya göç etmesine, 80’lerin Madrid’inde kalbinin hızla çarpmasına neden olan yazı ve sinema ile tanışmasına ve kendini tanımasına yol açan olaylara değiniliyor. Filme adını veren ‘zafer’ Salvador Mallo’nun parlak geçmişini ‘acı’ ise yaşadığı travmayı ve emeklilik günlerini tarif ediyor.
İçe dönük filmlerin günümüzdeki en önemli temsilcileri arasında gösterilen Almodovar, bu son derece kişisel filmiyle trilojisini tamamlamış oluyor. ‘Kötü Eğitim/La Mala Educasion’ (2004) ve ‘Tutkunun Kanunu/La Ley del Deseo’ (1987) bu trilojisinin ilk iki ayağı idi.
Almodovar ‘Annem Hakkında Her Şey’den beri 20 yıldır (8 filmde) birlikte çalıştığı, Oscar’a üç kez aday gösterilmiş besteci Alberto Inglesias (64), her zaman olduğu gibi mükemmel müzik partisyonuyla yönetmenin mizansenine katkıda bulunuyor.
Aynı teknisyenlerle çalışmaktan hoşlanan Almodovar, bu filmde kamerayı İspanya’nın veteran görüntü yönetmeni Jose Luis Alcaine’ye teslim etmiş. ‘Kötü Eğitim’den bu yana 15 yıldır Almodovar ile birlikte çalışan 81 yaşındaki bu usta, yönetmenin takıntısı parlak ve göz alıcı renklerle çalışma alışkanlığına katkı veriyor.
Temennimiz ‘Acı ve Zafer’in Almodovar’ın sinemaya yazdığı son bir veda mektubu olmaması.