Todd Philips’in yönettiği Joker filmi, hasılat rekorları kırarak sinemaseverlerin başını döndürmeye devam ediyor. Gösterimde olduğu ilk on günün sonunda Amerika’da 55 milyon USD, dünya genelindeyse 192,7 milyon USD gişe yapan film, daha gösterime girmeden tartışılmaya başlandı. Tartışmalar bir yana dursun, tüm eleştirmenlerin hemfikir olduğu konu Joaquin Phoenix’in muhteşem oyunculuğu.
Beyaz perdede son yılların en iyi performanslarından birini sergileyen Phoenix bu film için tam yirmi üç kilo verip ciddi oranda kas kaybetmiş. Oyunculuk gücünü neredeyse kirpiklerine kadar kullanırken, oyuncunun bedeninin ne denli önemli bir enstrüman olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Phoenix’in cılız bedenindeki güçsüz hal, Arthur Fleck karakterinin sağlıksız ruhunun hemen anlaşılmasını sağlıyor. Üflesen devrilecekmiş gibi olan beden duruşu, bakışlardaki güvensizlik ve tedirgin tavırlarla bu ruh hali perçinleniyor. Nöropsikiyatrik bir durum olan ve kızgınlık, üzüntü gibi duygu durumlarında ağlamak yerine engellenemeyen gülme hali olarak ortaya çıkan psödobulbar etki bu sağlıksız tabloyu daha da çarpıcı hale getiriyor.
Hayatının hep bir trajedi olduğunu düşünen, ancak aslında bir komedi olduğunu anladığını sıklıkla tekrarlayan Arthur’un hıçkıra hıçkıra ağlamak istediği zamanlarda haykırarak gülmesi, bu iki karşıt duygunun bir arada sunulması, bizi sıra dışı gücü olan bir portreyle karşı karşıya bırakıyor. Gülmenin bulaşıcı hali Arthur’un kahkahalarından bize ulaşamıyor. O, gözlerinden yaşlar akarak gülerken biz ona acıma duygularıyla bakıyoruz. Aciziyetin gizli gücünün ne denli büyük, ne denli engellenemez ve yeri geldiğinde bir insanı delirtecek kadar güçlü olduğuna şahit oluyoruz.
Arthur’un gözyaşlarını gömdüğü kahkahalarını Joker’e dönüşümüne güç veren devrimci isyanlar olarak değerlendirmek mümkün. İçindeki güçsüz ve aciz olanı yok ederek kendinden bir kahraman yaratma çabası, yüzüne kendi kanıyla kocaman bir gülen surat yaptığı o zafer anına kadar hiç hız kesmeden tırmanarak devam ediyor. Böylelikle çocukluğundan beri yüzüne takması tembih edilen mutlu suratı bir maske gibi tenine sabitliyor. Joker’in bu sabit gülüşüne karşı Arthur’un ağlarken kullandığı üç ayrı kahkahası olduğu göze çarpıyor. Bunlardan birinde öfke, diğerinde acı, bir diğerinde ise kurban olma haline karşı duyulan isyan var. Gerçekten gülmek istediği anlarda ise yüzünde, taşımaya alışık olmadığı belli olan, utangaç bir tebessüm beliriyor.
Joaquin Phoenix bir röportajında, bu sahneleri çalışırken sinema tarihinin önemli komedyenlerinden Buster Keaton’ı model aldığını belirtmiş. Filmin gösterime girdiği hafta 124. doğum günü nedeniyle anılan Keaton, gülme mimiği yapmamasıyla ünlü bir oyuncu. Kariyeri Chaplin tarafından kesildiği iddia edilen beyaz perdenin bu asık suratlı komiğinin kendi suratında oluşturduğu bu somurtkan maske o denli önemsenmiş ki, yalnızca beyaz perdede değil, sosyal hayatında da gülümsemesi sözleşmelerle yasaklanmış. Joker’in sabitlenmiş gülücüğü gücünü Keaton’ın bu sabitlenmiş somurtkanlığından almakta. Filmde sekanslar halinde kullanılan Modern Zamanlar ile Charlie Chaplin’in de görünmesiyle bu iki ustaya anlamlı bir selam gönderilmiş.
Bir çizgi roman uyarlaması olan Joker aslında gayet düz bir hikâyeyi konu alıyor. Sinema eleştirmenlerinin özellikle şiddet konusunda eleştirdiği film, önceki uyarlamalarıyla da sıkça karşılaştırılmakta. Bunlardan birinde Heath Ledger’in oynadığı Joker karakterinin Nietzschean ve Hegelvari bir zemine dayandığı, felsefesinin daha güçlü olduğundan söz ediliyor. Todd Philips’in Joker’inde ise böyle bir felsefi zemin bulunmadığını, üzgün bir palyaçodan deli bir palyaçoya geçişin sahnelendiği belirtilmekte. Oysa Arthur karakterine dikkatle bakıldığında bu yoruma katılmak pek mümkün görünmüyor.
Arthur’un çekingen adımları, solgun renkli kıyafetleri, kısıtlandırılmış beden dilinden çıkıp rengârenk kıyafetler giyen ve sanki diyonizyak bir ayindeymiş gibi coşku dolu danslar ederek kendini bir ‘üst insanmışçasına’ yeniden var eden Joker’e dönüşümü hayli Nietzschevari. Sistem onu akıl hastanesine kapatırken eklemlerini sonuna kadar açıp havaya tekmeler atarak dans eden Joker, Nietzsche’nin “Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanır” sözünü akla getiriyor. Ne var ki, bu üst insan erdemleri, güçlü yanları ile öne çıkan bir kahraman değil, itilmişliğinden aldığı güçle kendini zayıflıkları, acizliklerinden var eden bir anti kahraman.
Güvenilir bir anne-baba modeli olmayan, komşusu genç kadının dudaklarına yapıştığı an ve şiddet uyguladığı sahneler dışında bir erkek gibi algılanmayan, toplumun safrası niteliğindeki bir insanın bu dönüşümünü, kahramanlık hikâyesi izler gibi hayranlıkla seyretmiyoruz. Aksine, filmin başından sonuna kadar kurtulamadığımız bir acıma duygusu ile yaklaşıyor, masumiyetini nasıl kaybettiğini, nasıl kayıp gittiğini, nasıl şiddete bulaştığını görüyoruz. Sonunda anlıyoruz ki kötülük, masum olanı, acınanı bile bozup kendine benzetebiliyor. Shakespeare’in dediği gibi “Hiçlikten hiçlik, kötülükten kötülük doğuyor.” Kötülük gibi, deliliğin de sıradanlaştığını, kimi delilik durumlarında olduğu sanılan gizemli halin, üzerinde kocaman bir gülümseme olan maskenin ardından bize baktığını fark ediyoruz. Bu tuhaf bir yüzleşme… Onunla bir ortaklık kurabilir miyiz? Ona hâlâ acıyabilir miyiz? Hem aklımızı hem masumiyetimizi aynı anda koruyabilir miyiz?
Hayat günden güne zorlaşıp duygularımız bir uçtan diğerine savrulurken, içimizde taşıdığımız uçuruma atlayan birinin ardından öylece baka kalıyoruz. Başımız dönmesin diye kendi içimizdeki uçurumlardan kaçarken, onun baş döndürücü düşüşünü acıyarak izlesek de kendimize sormadan edemiyoruz. Deliren sadece Joker mi? Yoksa hepimiz, toplu halde aklımızı kaçırıyor muyuz?