Kırklareli’nden İstanbul’a uzanan yaşam öyküsü: NADYA BENSUSEN

1930 yılında Kırklareli’nde dünyaya gelen Nadya Bensusen ilkokulu Giresun’da okuduktan sonra Arnavutköy Amerikan Kolejine yatılı olarak devam etti. Babasının görevi dolayısıyla birçok şehir değiştiren Bensusen ailesini ve o günlerdeki yaşantısını paylaştı.

Dora NİYEGO Toplum
23 Ekim 2019 Çarşamba

Çocukluğunuzdan başlayalım mı?

1927 yılında Kırklareli Osmanlı Bankasına atanan genç bir müdür olan babam Binyamin Bensusen, üç yıl sonra Kırklareli’nden Gaziantep’e atandı. Bu yolculukta yalnız da değildi. Geçen üç yıl içinde evlenmiş, baba olmuştu. Yanında genç karısı ve henüz birkaç aylık bebek kızı - ben - da vardı.

Babamın, manifaturacı Eliya Adato’nun kızını alması kolay olmamıştı. Eliya Efendi, “Sen memur adamsın. Bugün buradasın, yarın kim bilir nerelere yollayacaklar seni. Ben çocuklarımdan ayrılmak istemiyorum, kızımı vermeyeceğim sana” demişti. Babam ise sonunda Eliya Efendi’yi ikna eden şöyle bir söz vermiş: “Nerede olursak olalım tatillerimizi sizlerle Kırklareli’nde geçireceğiz, buradan hiç kopmayacağız.”

Gerçekten, Kırklareli’nde annemin sevecen ailesi ile geçirdiğim yaz tatilleri çocukluk anılarımın en güzellerindendi.

Gaziantep’ten sonra ver elini Giresun…

Evet, 1935 yılında babam Giresun’a atandı. Orada yaklaşık on yıl yaşadık. Giresun, yeşillikler içinde bir doğa harikası, cennetten bir parça, tarifsiz güzel bir şehirdi. Hele orada ilk kez gördüğüm engin deniz ve kilometrelerce uzayan doğal plajlar, kumsallar beni büyülemişti.

Giresun’a varışımızdan bir süre sonra Kırklareli’nden bir de misafirimiz geldi: Annemin küçük kız kardeşi Alegra Teyze. Alegra Teyze çok dertliydi. Devamlı iki gözü iki çeşme ağlıyor, artık Kırklareli’nde yaşamak istemediğini, nişanlısıyla ancak onu Filistin’e götürmesi şartıyla evleneceğini söylüyordu.

1934’te ‘Trakya Olayları’ olarak bilinen Yahudi karşıtı eylemlerde, teyzem evlere giren gözü dönmüş yağmacılardan canını kurtarmak için bitişikteki ahırdaki saman yığınları arasında korkudan titreyerek geceyi geçirmiş, bu sebeple büyük travma yaşamıştı.

Tatillerinizde Kırklareli’ye dönüyordunuz. Kırklareli’nden çok güzel anılarınız olmalı…

Kırklareli’ndeki o kötü günlerde kâbus geçtikten sonra hayat normale dönmeye başlamıştı. Hatta en büyük eğlencemiz olan dere sefası pikniği bile yapılabiliyordu. Dere sefası için aile ve komşular gün kararlaştırır, tek atlı dört köşe odun arabaları ısmarlanır, günü geldiğinde hazırlanan yemekler, kilimler, tefler - darbukalar, tavlalar, oyuncaklar, sonra da, ailece bizler arabaya doluşurduk. Şarkılar, türküler eşliğinde ağaçlar altındaki serin derenin kenarına varırdık. Orada kilimler serilir, yemekler yenilir, dereye girilir, oyunlar oynanır, akşamüzeri de arabalar yüklenir, şarkılar söylenerek yorgun argın ama çok mutlu evlerimize dönerdik.

1936 yazında teyzem de evlendi. Düğünlerinden birkaç gün sonra genç evliler kaçak olarak Filistin’e gittiler. O zamanlar Filistin toprakları İngiliz mandası altında idi ve Yahudilere yasaktı. 1939 yılında orada kaçak göçmen olarak yakalandılar. İngilizler tarafından sınır dışı edilerek tekrar Kırklareli’ne döndüler.

1941’de kocası askere alındığında onu bir kez daha Giresun’da ağırladık. Hem de kucağında bir bebekle.

Giresun’daki yaşamı ve orada geçen yıllarınızı anlatır mısınız?

Dünyada yetişen en kaliteli fındığın büyük bir kısmının üretildiği Giresun küçük, kozmopolit bir şehirdi. Halk fındığı yetiştirip, topluyor ve işliyordu ama ihracatını oradaki Avrupalı (İsviçre, Fransız, Alman) şirketler gerçekleştiriyordu. Bu şehirde çok değişik insanlar ve yaşam biçimleri gördüm. Ailece görüştüğümüz bu Avrupalı şirket çalışanları ve aileleri için, Giresun’da eski bir kilise bile vardı. Bu aileler ve onlar gibi yaşayan şehrin Müslüman idarecileri ve ileri gelenleri ile görüşürdük. Bu kesimin hanımları ve beyleri berberce katıldıkları kabul günleri düzenlerdi. Yemekli, danslı, kart oyunlu toplantılarda beraber eğlenilirdi. Dinlerin farklılığına rağmen bayram ziyaretleri de ihmal edilmez, bayramlar hep beraber yaşanırdı. Hıristiyan dostlarımızın Noel’de süsledikleri çam ağaçlarına ve Noel kutlamalarına çok imrenirdim. Bizden başka hiçbir Yahudi’nin olmadığı bu şehirde neden biz de bir ağaç süslemez, neden Ramazan’da evde hiç oruç tutulmazdı anlayamazdım.

Bazı hafta sonları da kimseciklerin olmadığı muhteşem doğal kumsala gider, hep beraber denize girerdik. O zamanların çarşaf giyilen ortamında, mayolu kadınlar ve onlarla beraber denize giren erkekler çok yadırganırdı.

Yardımcımız Emine Bacı bazen bizi çocuklarla oynamak üzere, kardeşinin çalıştığı muhteşem bir köşke götürürdü. O köşk, aynı evde üç karısı ve yedi çocuğu birlikte yaşayan zengin bir toprak ağasına aitti. Beyefendinin üç karısı kardeş kardeş geçinir, çocukları beraberce büyütürlerdi. Kızlara baskı yapılır, erkek çocuklara ise her şey serbestti.

Emine Bacı bizi kendi arkadaşlarına da götürürdü. Arkadaşları çöpçünün, mahalle bekçisinin veya bankadaki temizlikçisinin eşleriydi. En sevdiğimiz ev ise bakırcının eviydi. Bu ev, her katında sadece bir oda olan iki katlı bir barakaydı.

Öğlen olduğunda bakırcının hamarat karısı duvara dayalı yuvarlak bir yer softasını ortaya koyar, üzerine ocaktaki tencereyi yerleştirir, sonra odada kaç kişi varsa sayar, yer sofrasına o sayıda kaşık koyardı. Sonra da hepimiz yere oturup, tencereye kaşıklarımızı daldırarak yemek yerdik.

Emine Bacı bir keresinde bakırcının karısına bizi göstererek, “Bunlar Müslüman değil” demişti. Ne dediğini hiç anlamamıştım ama verilen cevabı hiç unutmadım: “Yüce Tanrı her şeye kadirdir. İsteseydi onları da Müslüman yaratırdı. Hepimiz aynı Tanrı’nın sevgili kullarıyız. Onun gözünde eşdeğeriz.”

Emine Bacı’ya çok soru sorardım. Meraklıydım.

Gaziantep’e atandıktan sonra yaşamınız nasıldı?

Bu küçük ailenin beş yıl süreli (1930-1935) Gaziantep yaşamları rahattı. Babamın görevi, tercihleri, annemin de katkıları, onları şehrin değişik iş ve aile çevreleriyle buluşturdu, onlara bir kısmı ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı. Daha sonra atandıkları Giresun ve Mersin’de de çok güzel dostluklar edindiler.

1932’de, o günkü yaşantımdaki en büyük kazancım, kız kardeşimin doğması oldu.

İlkokul yıllarınızdan ve Erzincan Depreminden bahseder misiniz?

1936’da ilkokula başladım. Tüm sorularımıza özenle cevap veren, sevecen ve görevini hakkıyla yerine getirmeye çalışan güler yüzlü bir öğretmenimiz vardı. 1939 kışında korkunç bir felaket yaşadık. Erzincan zelzelesi. Erzincan’a komşu olan Giresun da bir dakika içinde harabeye dönmüştü. Yüzlerce ölü, yıkılan binalar, yarılan binalar, tarifsiz bir korku, panik... Ara ara tekrarlanan sarsıntılar… Yangın korkusundan yakılamayan sobalar ve evlerde paltolarımızı çıkartmadan geçirdiğimiz bir kış. Okullar da aylarca tatil edildi tabii.

Bu felaketten sonra şehirde sağlam kalan nadir binalardan biri de, bizim oturduğumuz, şehrin tek üç katlı betonarme yeni apartmanıydı. Bu binanın son katı dışında hepsini banka kiralamıştı. Giriş katı bankanın deposu, birinci kat banka, ikinci kat oturduğumuz daire, son katı da ortak bir teras ve çamaşırlık. Ev sahibimiz üst kat komşumuz Dr. Ali Nuri, zarif cana yakın bir kişiydi. Genç yaşta vefat eden ilk eşinden kızı Perihan benimle yaşıttı. Evde beş kişiydiler. Doktorun dul annesi, kız kardeşi ve benden biraz büyük kızı ile Doktor Nuri’nin ikinci eşi Zehra Hanım. Zehra Hanım bu evde bir eş ve bir de aile bulmuştu. İki çocuk da o doğurmuştu. Hep beraber uyum içinde yaşarlardı.

Komşuluk ilişkileriniz nasıldı?

Bu üst kat komşularıyla da değişik bir ilişkimiz vardı. Birbirimizin evine kapı çalmadan girebilirdik. Komşuluk güzel ama değişikti. Beyler sadece beylerle, hanımlar da sadece hanımlarla görüşürdü. Ailece görüşme yoktu.

Babamla Dr. Nuri müşterek terasımızda saatlerce oturur, kahvelerini içer, sohbet ederlerdi. Arada Perihan’la benim derslerimizle ilgilenir, yardım ederler, sorular sorarlardı. Bize güzel kitaplar vererek okuma zevkimizi de geliştiren onlardı. Sayelerinde Perihan’la ilkokulu ikimiz de birinci bitirdik. Aldığımız ödüllerin asıl sahipleri ise onlar olmalıydı.

Komşu hanımlar ise, gün içinde annemle beraber olur, yemek tarifleri, mecmualar, el işleri, ufak tefek dedikodularla vakit geçirirlerdi.

Yirmi Sınıf Askerliğini dinleyelim sizden…

1941 yılında, yaşları 20 ile 40 arasındaki gayrimüslim vatandaşları askere aldılar. Ailemizden, eşleri, oğulları, babaları askere giden on hanım Giresun’a bize misafir geldi. Onlar için bahçeli, güzel bir ev kiralandı. Birkaç ay sonra da asker eşler, babalar terhis edildiğinde herkes evlerine döndü ama Giresun’u hiç unutmadılar.

Türkiye’nin zor yıllarıydı onlar…

O günler harbin karanlık zor günleriydi. 1939 sonbaharında başlayan II. Dünya Harbi, Almanların Balkanlar’a kadar inmesiyle genişlemişti. Türkiye bir milyonluk orduyu devamlı silah altında tutuyor, Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’yi harbin dışında tutabilmek için bir tarafsızlık politikası uyguluyordu.

Memlekette üretici kesimin orduya alınması, üretimi çok düşürmüş, un, yağ, şeker, tuz gibi temel gıda maddeleri bulunamaz olmuş ve ciddi bir yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Çare olarak, önce ekmek vesikaya bağlandı. Kişi başı önce günde bir, sonra yarım, sonra da bir gün yarım - bir gün çeyrek ekmeğe düşürüldü.

Giresun’da ise bol yetişen mısır, denizden bereketli balık bize kıtlığı pek hissettirmedi. Balıkçılar her gün tuttukları balıkları sahile yayar, “Bir kap bir kuruş” diye satarlardı. Getirdiğimiz kabın boyunu ise kimse sormazdı. O zamanlar bol balık, mısır ekmeği ve tabii ki fındıkla beslenirdik. 

Son olarak kolej yıllarınızı dinleyelim sizden… 

1941 yılının sonbaharında, Perihan’la beraber orta ve liseyi okuyacağımız Arnavutköy Amerikan Kız Kolejine geldik. O zamanlar Karadeniz’den İstanbul’a karayolu yoktu, ancak deniz yoluyla gelinebilirdi. Harp zamanı olduğundan, güvenlik nedeniyle Karadeniz mayınlanmıştı. Bu yüzden gemiler sadece gün ışığında yol alıyor, geceleri limanda bekleyip gün ağardığında tekrar yola devam edebiliyorlardı. Bu yüzden İstanbul yolculuğu en az bir hafta sürüyordu. Gemide bir hafta, hele biz çocuklar için çok eğlenceli geçerdi.

Okulda beni güzel sürprizler bekliyordu. Gaziantep’te oynadığım ve beraber anaokuluna gittiğim yaşıtım iki arkadaşım oradaydılar. Yine Antep’ten büyük sınıflarda iki ablamız da oradaydı. Beni o kadar sıcak karşıladılar ve yardımcı oldular ki, o yaşta ailemden ayrılmış olmanın üzüntüsüne rağmen, okula kolay adapte oldum. Kolej benim için bambaşka bir dünyaydı, her şeyi ile okulu çok da sevmiştim.