Düşünülebilenin ötesinde kayıplara sahne olan bir dönem, geleceğe büyük bir yıkım bırakarak basit birer imza ile son bulur. Daha doğru bir deyişle, yeni bir evreye girer. Bundan sonra mahkemeler kurulacak, suçlular cezalandırılacaktır. Yıkılan ülkeler yeniden inşa edilecek, dünya düzeni, değişik dinamiklerle yeniden tesis edilecektir.
7 Mayıs 1945…Alman Genelkurmayını temsilen General Jodl, Avrupa’daki savaşın, ertesi gün itibarı ile bittiğini, Almanya’nın tüm cephelerde Müttefiklere teslim olduğunu ilan eden imzayı atar. Her ne kadar ülke baştanbaşa Müttefik ordularının istilası altında ise de, Danimarka, Hollanda ve Norveç’in tamamı ile Çekoslovakya’nın bazı yerlerinde hâlâ Alman ordusunun hâkimiyeti söz konusudur. Ancak Hitler’in intiharı sonrasında yönetimi Alman halkı adına devralan Amiral Dönitz, savaşa devam etmenin mümkün olmadığını ve en doğru adımın teslim olmak olacağı konusunda çoktan kararlıdır.
Jodl, pazarlık şansı olmamakla beraber, Alman ulusunun batıdan gelen ordulara teslim olma isteğini dile getirir. Bu talep müttefiklerin daha önce yapmış oldukları anlaşmalara aykırı olduğundan geri çevrilir. Almanya, tüm cephelerde, kayıtsız şartsız teslim olur.
Müttefik Orduları Komutanlığından Amerikalı General Walter Bedell Smith ile General Alfred Ferdinand Jodl, tarafları temsil ederler... Fransız Generali François Sevez ile Sovyet Generali Ivan Suslaparov da, metni tanık olarak imzalarlar. Sovyetlerin talebiyle, 8 Mayıs günü, bu kez Berlin’de de bir imza töreni gerçekleşir.
Düşünülebilenin ötesinde kayıplara sahne olan bir dönem, geleceğe büyük bir yıkım bırakarak basit birer imza ile son bulur. Daha doğru bir deyişle, yeni bir evreye girer. Bundan sonra mahkemeler kurulacak, suçlular cezalandırılacaktır. Yıkılan ülkeler yeniden inşa edilecek, dünya düzeni, değişik dinamiklerle yeniden tesis edilecektir.
Tek suçlu Almanlar mıydı?
Mahkemeler adaleti sağlamaya yetmiş midir? Galip devletlerin öncülüğünde, benzer yıkımların tekrar yaşanmaması adına kurulan Birleşmiş Milletler, barışı gözetebilmiş midir? Yaşanan travmalardan etkilenen nesillerin hayata dönmeleri sağlanabilecek midir? Soruları çeşitlendirmek olası elbette.
Suçlu olan yalnız Almanlar mıydı? Avrupa’yı felakete tek başlarına mı sürüklemişlerdi? Savaş değirmenine su taşıyan ülkeler, liderler yok muydu? Savaşın içinde, ona hemen paralel, hatta zaman zaman önünde, hiç hedef saptırmadan devam eden Nihai Çözüme gerekli yanıtı vermeyenler kimlerdi, neredeydiler? Avrupa’yı baştanbaşa kat eden ve değişik coğrafyalardaki Yahudileri, planlı bir şekilde ölümlerine götüren trenleri, demiryollarını, köprüleri imha etmeyenleri, ya da kollarına kazılan numaralarla yaşamaya mahkûm edilenleri görmezden gelenleri neden yargılamamıştı Nürnberg Mahkemeleri?
Ya da, Nazilerin, dünya üzerinde tek bir Yahudi kalmayıncaya dek devam ettirmeye kararlı oldukları uygulamaları bile bile, Manda idaresi topraklarına göçü yılda 15 bin kişilik kotalarla kısıtlamaya devam edenleri, neden yargılamamıştı Nürnberg Mahkemeleri?
Londra hükümetinin Filistin Manda İdaresine göç konusunda Mayıs 1939’da yayınladığı Beyaz Kitaba bağlı kalması, maddelerini savaştan sonra dahi kaldırmamış olması basit bir talihsizlik değildi elbette. Neticede, savaşa bir imparatorluk heybeti ile giren Britanya, galip gelen ülkeler arasında olmasına rağmen tükenmişti. Savaş öncesinden beri başına dert olacağını bildiği Manda idaresinin savaş sonrası akıbetine gelinceye dek, yapılması gereken o denli fazla şey vardı ki! Uluslararası prestiji yitirmeden koca imparatorluğu sökmek, çıkarlara en az zararı verecek şekilde parçalanmasında söz sahibi olmak çok acı, bir o kadar da ironik olsa gerekti…
Gerçi, Londra hükümeti mülteci alımındaki kısıtlamaları kaldırmış olsaydı çok bir şey değişmeyecekti. Manda idaresi toprakları ne büyüklük anlamında ne de maddi olanaklar anlamında geniş kitlelere ev sahipliği yapacak durumdaydı. Kabul edilmesi gerekir ki İngilizler de Yahudi Ajansı da, Filistin’deki günlük olayları toparlamaya daha çok önem veriyorlardı. Kurulan atölye ve fabrikalarla bir yandan savaşa destek sağlanıyor, bir yandan da kuzey Afrika’da gelişen Çöl Harekâtının olası sonuçları değerlendiriliyordu. Manda idaresinin toprakları, Beyaz Kitabın Yahudi karşıtı şartlarına, Arapların Nazileri desteklemelerine rağmen, İngiliz ordusu için önemli bir lojistik üs görevi yapıyordu.
Öte yandan Araplar, Yahudileri de İngilizleri de affetmiyorlardı. Tarihçi yazar Tom Segev’in ‘One Palestine Complete’[1] başlıklı kitabında referans olarak aldığı Arap entelektüeli El Sakakini anılarında bu durumu teyit eder. Nazilerin Avrupa’da Yahudilere karşı acımasız bir katliam yaptıklarını öğrendikleri zaman dahi, El Sakakini’ye göre, ‘Araplar Yahudileri affetmiyordu’.
El Sakakini, İstanbul açıklarında haftalarca bekledikten sonra yeniden Karadeniz’e gönderilen ve burada, içindeki 800’e yakın yolcusu ile sulara gömülen Struma’yı duyduğunda, içinin burkulduğunu ifade eder. Ancak, neticede, bu acı olayda hayatını yitirenler onun için mülteci değildiler. Filistin kıyılarına ulaşmış olsalardı, onlar da, tıpkı kendilerinden önce gelenler gibi, işgalci olacaklardı!
Savaş süresince Arapların takındıkları tutum, sonrasında pek çok spekülasyona neden olacaktır. Yahudi Ajansına göre, Manda idaresinde yaşayan Arapların Nazi rejimine duydukları sempati, yalnız siyasi temellere dayanmıyordu. Bu biraz da ideolojik bir yaklaşımı barındırıyordu içinde. Hacı Emin El Hüseyni’nin önce Roma’da Mussolini’yi, sonrasında Berlin’de Hitler’i ziyaret etmesi ve Araplarla Almanlar arasında bir pakt önermesi, Beyaz Kitabın bağlayıcı hükümlerine rağmen, Arapların Almanların arkasına takıldıklarını, geleceklerini onların başarılarına bağladıklarını göstermekteydi.
Bu duruma rağmen, Yahudi Ajansının Araplar arasında yaptığı araştırmalara göre, Filistin Manda idaresi altında yaşayan Arapların yalnız yüzde 60 kadarı Almanlara sempati ile bakıyor, onları destekliyordu.[2] Britanya’nın Arap davranışlarını değerlendirmesi biraz daha karmaşıktı. Manda idaresi idarecilerine göre, Araplar, son tahlilde savaştan galip çıkacaklar ile bir olacaklardı.
Bölgedeki Amerikan kaynakları ise Arapların davranışlarını çok daha değişik görüyordu. Gerçi Araplar, Alman başarısını destekliyorlardı ancak görünürde, Almanların Arap emellerine sahip çıktıklarına dair hiçbir işaret yoktu. Nitekim El Hüseyin’in Hitler ile yapmış olduğu görüşmelerde verdiği mesajlar ile bunların geri beslemesinin eş değerde olmadığı, Alman kayıtlarında görünmekteydi. Dolayısı ile ortada, ‘düşmanımın düşmanı düşmanındır’ gibi bir önerme söz konusuydu ve bundan öteye giden bir durum yoktu. El Hüseyin’in ısrarlı bir şekilde, Mussolini ile Hitler’in birlikte yayınlayacakları ve Manda İdaresi topraklarında Arap hâkimiyetini desteklediklerine dair mektuptan haber yoktu! Benzer bir şekilde, Ortadoğu’da Alman ordusu saflarında savaşacak bir Arap Lejyonu kurulması fikri de, daha acil konular arasında yer bulamamıştı.
II. Dünya Savaşında, tıpkı birincisinde olduğu gibi, Araplar bir tercih yapmışlardı. Her ikisinde de kendilerine daha çok vereni, daha çok avantaj sağlayanı seçmişlerdi. Birinci savaşta, Halife Padişah yerine Britanya’yı tercih etmişlerdi; ikinci savaşta ise, Britanya’nın yerini Almanya almıştı, o kadar!
Sonuç itibarı ile Filistin’deki yaşam İngilizler için giderek içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Kimseyi memnun edememişlerdi. Yahudiler, en azından bir kısmı, Beyaz Kitabın içeriğinden vazgeçmediklerinden dolayı, namlularını kendilerine çevirmişti. Yahudi Ajansının kontrol ettiği Haganah, gerçi hâlâ İngilizlere destek veriyordu… Ancak, Etzel ve Lehi grupları, özellikle 1943 Nisan’ındaki Varşova Gettosu ayaklanması ile, gerilla eylemlerine başvurmaktan geri kalmamışlardı. Bu eylemler, savaş sonrasında da artarak devam etmişti.
Durum öyle bir hal almıştı ki, Londra hükümeti bu topraklarda neden kalındığını ordu mensuplarına, bürokratlarına anlatmakta, onları ikna etmekte yetersiz kalmaya başlamıştı. Bunalan bürokratlardan biri de, Tom Segev’in aynı kitabında, anılarına yer verdiği Jock Jardine’di[3]: “Bana savaş olmayan, tehdit olmayan, dikenli tel olmayan bir ülke verin. Kendimi savaştan soyutlamak istiyorum. Heyecanlı nutuklardan, boş milliyetçilikten bıktım. Olgunlaşmamış, eğitimsiz, çamurda debelenen bir toplum içinde olmaktan sıkıldım. Kendimi çaresiz hissediyorum. Atamamı nereye yaparlarsa oraya giderim. Hiçbir yer burası kadar korkunç olamaz…” Cenneti düşlüyordu… Şüphesiz evini özlemişti!
Britanya, 1920 San Remo Konferansı ile Milletler Cemiyeti tarafından kendisine verilen Filistin Manda İdaresinden hiçbir şey kazanmamıştı. Daha öte, hem Arapların hem de Yahudilerin öfkesine maruz kalmıştı. II. Dünya Savaşındaki ölüm kalım mücadelesinden başarı ile çıkmıştı ancak, güçsüzdü… Bu coğrafyayı artık taşıyacak durumda değildi.