“Ölümcül bir suçu saklamak gizlenen bir sevgiyi saklamaktan çok daha kolaydır. Aşkımı dile getirdim diye beni küçümseme. Aranan sevgi iyidir. Ama daha iyisi, karşılık beklemeden verilen sevgi…”
Profesyonel tiyatro yaşantısına 1948 yılında Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’ adlı oyununda Olivia rolü ile başlayan Yıldız Kenter’in sahnedeki ilk replikleri bunlardı. Hayattayken efsaneye dönüşen Cumhuriyet tarihimizin en önemli sanatçılarından Kenter, doksan bir yıllık hayatını tıpkı bu replikte olduğu gibi hiçbir karşılık beklemeden, sadece çok sevdiği ve çok inandığı için tiyatroya, bizlere armağan edip aramızdan ayrıldı.
Yıldız Kenter’in kaybı ile yalnızca efsanevi bir sanatçımızı, bir anıt insanı kaybetmenin çok ötesinde bir eksiklikle baş başa kaldık. Cumhuriyet dönemi Türk tiyatrosunun neredeyse tüm tarihi boyunca sanat evrenimizi aydınlatan bir dinamoyu, bir inanç abidesini, arkamızda olduğunu bildiğimiz dayanaklarımızdan en kıymetlilerinden birini kaybettik. Artık bu yeri doldurulamayacak yaşamı hatırlayıp onu anarak güç kazanacağız. Bu ayrıcalıklı hayatın değerleri bize pusula olacak.
Kenter’in yaşamının varoluşsal değerlerinin başında sevgi geliyor denebilir. 1928 yılında İstanbul’da doğan ve sonrasında çocukluk ve eğitim hayatına Ankara’da devam eden Yıldız Kenter yaşam sevgisi ailesinden aldığını belirtirken, “Yaşadığımız onca maddi zorluğun ortasında biz birbirimize aşkla bağlı bir aileydik. O yıllardan aklımda kalan en güzel şey, annemle babamın arasındaki aşktı. Biz kardeşler de birbirimize aşkla bağlıydık. Ailemizi saran bu aşk, bana hayatı sevgiyle yaşamayı öğretti” diyerek tanımlar[1]. Söyleşileri tarandığında bu aşkı elini attığı her şeye taşıdığı görülür. Öğrencilerine, hocalığa, tiyatroya, öğrenmeye, insanlara ve yaşama aşkla bağlı olduğu görülür. Bu beklenmeden verilen aşkın gücünü alığını bir diğer kaynak Cumhuriyet’in insana umut aşılayan ferah nefesidir.
1934’te bizzat Atatürk tarafından çıkarılan bir kanunla kurulan Ankara Devlet Konservatuarının ilk mezunlarından olan Kenter 1959’a kadar burada oyunculuk ve sahne derslerine girip, Devlet Tiyatrosunda sahne almaya devam eder. Muhsin Ertuğrul’un kurumdan atılması karşısında hocalarının uğradığı haksızlığı içlerine sindiremezler ve onu yalnız bırakmayarak kardeşi Müşfik Kenter ile birlikte İstanbul’a giderler. Bir röportajında o günleri anlatırken “Biz Muhsin Bey’in peşine takıldık. Onun tiyatrodan uzaklaştırılma şekli bize çok dokundu. Protesto ettik güya... Kimse bize aldırmadı ama iyi oldu. İstanbul’da yepyeni bir hayat başlattık. Bu çalışmadan Kenter Tiyatrosu doğdu” diyecekti[2]. Onların bu çok da planlı olmayan İstanbul kararı, yazar Vedat Nedim Tör’ün zarif ve coşkulu karşılaması ile İstanbullulara duyurulur. “İstanbullular! Sevinin. Övünün. Bayram edin! Şehrimizin kültür kesafetini yükselten iki artist kazandık: Kenter Kardeşler” der Tör. Bu heyecan dolu karşılama İstanbul’un kültür hayatına senelerce damgasını vuran Kenter Tiyatrosunun kurulmasıyla taçlanır. Böylelikle Yıldız Kenter oyunculuk ve hocalığın yanı sıra tiyatro yöneticiliği, yönetmenlik ama en önemlisi bitmeyen bir mücadeleci figür haline gelir.
Biyografisini yazan Prof. Dr. Dikmen Gürün, “Yıldız Kenter’in hayatı, salt ışıl ışıl bir yıldız olduğu için değil, bu ülkenin kültür ve sanatla pek de barışık olmayan ikliminde bir özel tiyatronun mücadeleci tırmanışını ve yüzleşmekte olduğu sorunları yansıttığı için de önemlidir. O, böylesi çorak bir sanat ikliminde adeta tırnaklarıyla kazıyarak, oyunculuğun ötesinde çok önemli bir adım atarak, ilk özel tiyatro binasını, Kenter Tiyatrosu’nu inşa etmek için 1960’larda elini taşın altına koyan kişidir. Elbette tüm uğraşlarında en büyük destekçisi Müşfik Kenter olmuştur. Şükran Güngör ve Kamran Yüce bu sacayağının değerli sanatçılarıdır ama kabul etmek gerekir ki Kenter Tiyatrosunun temelini atan kişi Yıldız Kenter’dir” diyecektir[3].
Yokluk nedir bilen bir kuşaktandır. Bu yüzden paranın satın alabildiği ama ruhu olmayan şeyler Kenter’in hayatında hiçbir zaman öncelik olmamıştır. O para ile satın alınamayan ancak ruhu olan değerlerle ilgilidir. Küçük şeylerin kıymetini bildiklerinden bahseder. İleri yaşta verdiği röportajlardan birinde, “Bu yaşa geldik, para yemeyi bilmiyoruz, öğrenemedik. Sıkıntılı dönemleri yaşayan insan kıymet bilen insandır” diyecekti. Özel tiyatro yöneticisi olarak yaşamı boyunca maddi sıkıntılarla boğuşur. Ancak bu durum onu yıldırmaz. ‘Bana soruyorlar: Zengin mi oldun? Yok. Hanların, apartmanların mı var? Yok. Tiyatro yüzünden ömrümce borçlu yaşadım. Ama bana çok şey kazandırdı tiyatro. Bir kere mutluluk verdi. Sevdiğim işi yapmanın mutluluğunu yaşadım. Çok acı çektim. Çok ağladım. Çok yoruldum. Ama karşılığını aldım. İki elin çıkardığı sesi bol bol dinledim. Tiyatro bana itibar kazandırdı. Neyin var derlerse, hiçbir şeyim yok itibarım var diyebilirim. Bundan daha güzel bir şey olamaz’[4]. Bu herkese kısmet olmayacak ve hayat boyu yaptığı her tercihle güçlenen büyük zenginlik bugün bir miras gibi bizlere emanet edilmiş durumda.
Yaşamı boyunca tiyatronun ne denli önemli bir sanat dalı olduğuna dikkat çekmekten vazgeçmeyen Kenter, zaman zaman nezaket dolu sözlerle toplumun sanat algısını eleştirmekten geri durmaz. Tiyatronun sadece eğlence tarafıyla algılandığından dert yanar. Tiyatronun sosyal bilimlerin felsefe, tarih, kültür tarihi gibi dalları, dans, müzik gibi sanat alanlarında derinlemesine bilgi istediğinden ve tiyatrocuların böyle bir eğitimden geçtiklerini anlatmaktan vazgeçmez. Tiyatronun ona verdiği itibarı, tiyatroya geri vermek için bir ömür boyu didinir. Kenter’lerin ailece verdikleri emekler, yetiştirdikleri öğrenciler bugün Türk tiyatrosunun omurgasında önemli halkaları oluşturuyor.
Kenter Tiyatrosu ile ilgili gelişmeleri üzüntüyle karşılayan Yıldız Kenter, son röportajlarından birinde, ‘Tabii ki Kenter Tiyatrosunun bugünkü haline üzülüyorum. Mümkün mü üzülmemek? Onca emek harcayarak ortaya çıkardığımız böyle bir tiyatronun satılmasını değil, yaşatılmasını, yaşamasını istiyorum. Hayatta en büyük arzum bu. Ama Kenter Tiyatrosunu yaşatmak için çağrı yapmak bana düşmez. Asla böyle bir şey yapmayı düşünmem” sözleri bugün artık vasiyet niteliğinde.
Duyulması, korunması ve yerine getirilmesi dileğiyle… Ruhu şad olsun…