‘Hand to God / Tanrı’nın Eli’

Bir Two Two Production & Şaft Ortak Yapımı

Erdoğan MİTRANİ Sanat
20 Kasım 2019 Çarşamba

Tanrı’nın Eli’

“Kurtarıcıyı ararken onu nerede bulacağını bilemezsin. Bu, az önce şeytanı gördüğün yer bile olabilir.”

1980 doğumlu Amerikalı oyun yazarı Robert Askins’in 2011 ve 2014’te ‘Off- Broadway’ ve 2015’te ‘Broadway’de sahnelenmiş, inanç ve ahlak kavramlarının kırılgan yapısını sorgulayan karanlık traji-komedisi ‘Hand of God / Tanrı’nın Eli’, çevirisini de yapan Kerem Pilavcı’nın yönetmenliğinde Toy İstanbul’da sahneleniyor.

Amerika’nın bazı tutucu Hıristiyan cemaatlerinde, kuklalar aracıyla çocuk ve gençleri Şeytan’dan koruyarak İncil’e yöneltmek yöntemi yaygındır. ‘Tanrı’nın Eli’ küçük bir kilisenin bodrumunda bir kukla atölyesinde başlar. Amacının dul kadının oyalanarak acısını azaltmak olduğunu iddia eden, ama aslında hâlâ genç ve güzel kadında gözü olan Papaz Gregg, atölye yönetimini, yenilerde kocasını kaybetmiş Margery’ye vermiştir. Atölyenin üç yeniyetme üyesi, Margery’nin içe dönük ve sessiz oğlu Jason, Jason’un tutkun olduğu komşu kızı Jessica ve okulun abazan zorbası, aklı fikri Margery’yi yatağa atmakta olan Timothy’dir.

Babasının kalp kriziyle ölümü ve bilinçaltında annesini suçlaması sebebiyle bunalımda olan Jason, çoraptan yaptığı adını Tyrone koyduğu kuklasıyla dertleşirken, kukla öz benliği olan bilinçli bir varlığa dönüşür. ‘Şeytan’ olduğunu iddia eden bu hınzır, kötücül, ağzı bozuk kukla belki gerçekten şeytan, belki de Jason’ın söylemek istediklerini haykırabilmek için var ettiği, bilinçaltının şeytanî ve haylaz somut halidir. Tyrone, Jason’ı domine etmeye, şeytani isteklerini ona yaptırmaya başlayınca talihsiz, ürkünç ama bir o kadar komik olayların kapısı aralanmış olur…

Robert Askins, ölüm, cinsel bunalım, baskı altına alınmış duygular, dinî riyakârlık, içimizde var olan kötülüğü şeytana yükleyen bireysel ikiyüzlülük gibi ciddi konuları zekice hicvederken, neredeyse bir mutlu sonla bitirirmiş gibi yaptığı oyunu, Tyrone’u kuklacısıyla birlikte sahneye çıkararak, kabahatini şeytanlarının üzerlerine aktararak sayısız masum insanı katleden izleyicileri suçlayarak bitirir.

Kerem Pilavcı’nın usta işi sahnelemesine Makbule Mercan’ın dekor, Ayşe Sedef Ayter’in olağanüstü ışık tasarımları ve Sedef Güvenç’in kostüm tasarımı büyük destek veriyor. Ekibin ‘mutfağından’ kuklaları tasarlayan Anna Karayorgi ile oyunun yardımcı yönetmeni ve kukla eğitmeni Sezgi Deniz, özel birer tebrik hak ediyor. Bir elle kafa ve yüz ifadeleri belirlenirken, diğer elle de kolları hareket ettirilen bu kuklaları oynatmak müthiş zor bir iş. Çorap-kukladan canlı kuklaya dönüşen Tyrone ile Jessica’nın kuklası Jolene ile Tyrone’un o benzersiz sevişme sahnesi ancak Sezgi’nin eğitimi sayesinde bu kadar inandırıcı olabiliyor

Pilavcı’nın en büyük kozu başarıyla yönettiği oyuncuları.

Uzunca bir süre sahnelerden uzak kalan Şenay Gürler’in Margery yorumu olağanüstü. Dindar ve acılı Hıristiyan dul ile taze kalmış bedeninin ve duygularının arzuladığı cinselliği yaşamak isteyen hâlâ genç ve güzel kadının ikilemini, müthiş dengeli ve etkileyici bir oyunculukla aktarıyor. Mazbut dindar anneden, azmış bir kadının şiddet dolu sado-mazo seks sahnesine inandırarak ve hiç bayağılığa kaçmadan geçebiliyor. İlk kez tiyatroda izlediğim Cansu Diktaş’ı hem oyuncu hem kuklacı olarak çok beğendim. Alp Özbayram, tüm oyun boyunca çok başarılı bir Timothy canlandırırken, Şenay’ın üst düzey performansının karşısında dengeyi tutturarak ezilmeden var olmayı başarıyor. Buna karşın deneyimli oyuncu Şencan Güleryüz, Margery’nin hemen fark ettiği o hesapçı ve ikiyüzlü bilinçaltını izleyiciye yeteri kadar hissettiremediğinden Şenay Gürler’in karşısına bence biraz donuk kalıyor. Tabii ki bu izlenimim prömiyerde izlediğim oyunun ilk gece heyecanından da kaynaklanıyor olabilir.

Barış Gönenen, iki farklı sesle konuşarak, en ufak ayrıntısına kadar derinlemesine etüt edilmiş, müthiş nüanslı yorumuyla tek bir bedende hem Jason’u hem Tyrone’u ayrıştırarak var ediyor. Tyrone’u hiçbir zaman vantrolog gibi konuşmuyor. Tam tersine, hem konuşmasına hem az önceki masum yeniyetme yüzüne onun şeytani ifadesini yansıtarak Tyrone oluveriyor.

Başarılı bir kara komedinin çok etkileyici sahnelemesi. Barış’ın olağanüstü performansı da cabası. Sakın kaçırmayın. 28 Kasım, 3, 10, 17, 24 Aralık ve sezon boyunca Toy İstanbul’da.

 

TİYATRO MUNDUS’DAN NEFİS BİR ABSÜRT DENEME

‘Uzun Zaman Önce Mayısta’

Tiyatro Mundus, adı yeni kendisi eski bir teatral oluşum. 2014-2018 arasında faaliyet gösteren Marmara Drama Topluluğu artık Tiyatro Mundus adıyla devam ediyor.

Kimi eski oyunlarını da sahnelemeye devam edecek olan Mundus, sezonun yenisi olarak, Roland Schimmelpfennig’in yazdığı, Sibel Aslan Yeşilay’ın çevirdiği, Erkan Kılıç’ın yönetip koreografisini yaptığı ‘Vor langer Zeit im Mai / Uzun Zaman Önce Mayısta’ adlı oyunla karşımızda.

Türk seyircisinin ‘Altın Ejderha’ ve ‘Arap Gecesi’nden tanıdığı Schimmelpfennig, 1967’de Göttingen’de doğmuş; 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul’da gazetecilik yapmış. Ardından Munich, Otto-Falckenberg-Schule’de yönetmenlik eğitimi almış. Mezun olduğunda, okulun bağlı olduğu Munich Kammerspiele’de çalışmaya başlamış. Uzun süre, yönetmenlik ve yazarlığı birbirinden ayrı iki etkinlik olarak yürütmüş. Hâlen Hamburg, Deutsches Schauspielhaus’da ‘resident’ yazar.

Her zaman ayrıksı ve farklı metinler yazmış olan Schimmelpfennig’in ‘Uzun Zaman Önce Mayısta’ oyununun yazarın diğer eserlerinin yanında bile farklı ve ayrıksı bir yeri var.

Sahnede bisiklet üzerinde dolanan bir adam (bisikletli adamı bisiklet olmadan sadece bir video tasarımı ve oyuncuların beden diliyle var eden Erkan Kılıç özel bir tebrik hak ediyor), devamlı düşüp kalkarak koşuşturan bir kadın, arada bir sahneyi süpüren bir başka kadın, içinde ne olduğu belli olmayan bavullar, elde bavul dolanan sessiz bir adamla sevgilisi, bisikletler, bavullar ve kadınlar hakkında anlamsız ve karamsar bir diyaloglu leitmotiv gibi durmaksızın tekrarlayan bir çift…

Fiziksel Tiyatro ile çağrışımsal diyalogları içi içe geçiren, kişilerle davranışları harmanlayan, geçmişle (iki sevgili), şimdiyi (çift) aynı zamana getiren Schimmelpfennig, bir aşkın, bir ayrılığın ya da bir ömrün anıları olabilecek öyküsünü, birbirine benzeyen fakat aynı olmayan yapboz parçaları olarak anlatırken sanki müzikal ‘tema ve çeşitlemeler’in teatral karşılığını arıyor…

Devamlı tekrarlanan minimal diyaloglara karşın, Anıl Çalım, Beyza Seyhan, Merve Ayteş, Selin Eresin, Sena Sonat, Sercan Şekerci’ın dört dörtlük bir ekip oyunculuğu ve olağanüstü bir beden hâkimiyetiyle soluk soluğa götürdüğü, 80 dakikanın nasıl geçtiğinin fark edilmediği ilginç bir çalışma.

Tüm sanatlar gibi evrilmek zorunda olan tiyatronun, günümüzde nerelere kadar gidebileceğin gösteren, benzerine pek rastlanmayacak, çok etkileyici bir sahneleme.

 23 Kasım Beyoğlu Gri Sahne, 15 Aralık 4. Levent Sanayi Kültüral Performing Arts ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.

 

Ferhat Göçer  Sabahattin Ali’yi canlandırıyor

‘ALDIRMA GÖNÜL’

“Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. Bugün böyle düşünenlere saf hatta enayi derler. Fakat ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız.”

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Devlet Konservatuarı Şan Bölümü mezunu Ferhat Göçer’in müthiş zengin bir repertuarı var. Klasik Türk Müziği’nin yanı sıra opera aryaları, müzikaller, 60’lı yılların İngilizce parçaları, chansonlar, rembetikolar, İngilizce, Fransızca ve Yunanca parçalar söylemiş, Klasik Batı Müziği ile Etnik Türk Müziğini birleştirerek Anadolu Aryaları adıyla yorumlamış.

Sabahattin Ali’nin şiirlerinden bestelenmiş, çok sayıda şarkıcı tarafından söylenmiş şarkıları yeniden ele alacağı bir konser projesi olarak başlayan ‘Aldırma Gönül’ zamanla Ali’nin yaşamını da aksettiren bir ‘müzikli tiyatro’ya dönüşmüş.

Haldun Çubukçu, Sabahattin Ali’nin heyecanlarını, aşklarını, hüzünlerini, hasretlerini, kısaca hayatını yansıtan dört dörtlük bir sahne metni oluşturmuş. Bu başarılı metinde Sabahattin Ali’nin şiirlerinden bestelenen şarkılar alışıldığın dışında daha anlamlı, derinlikli bir yere oturmuş.

Mustafa Bal’ın ışık tasarımıyla desteklenen Naz Erayda’nın dekor tasarımı, bir yandan Ali’nin iç dünyasının zenginliğini sahne fonuna görsel olarak yansıtırken, diğer yandan da bir kentten ötekine, bazen de bir hapishaneden diğerine yolculuklarını iki ucu birkaç basamaklı kısa bir yolla simgeliyor. Erayda’nın kostüm tasarımında Ferhat Göçer’in dönemine cuk oturan giysisi yedi kişilik orkestranın elemanlarına da yansıtılıyor.

Yönetmen Ezel Akay, bu sahnelemesiyle artık tiyatromuzda da söz sahibi olduğunu belgeliyor. Tabii ki en büyük kozu Ferhat Göçer. Göçer, yıllardır sahnede olan, seyircisiyle birebir iletişim kurmakta usta bir sanatçı. Ancak burada, şovmen tarafını olabildiğince geriye çekerek, tüm yeteneğini Sabahattin Ali’nin hizmetine sunuyor. Sahne deneyimi bir yana, oyuncu olarak da çok başarılı. Üstelik hem konuşmasında, hem şarkılarında diksiyonu kusursuz.

Sabahattin Ali’ye müthiş saygılı, hem oyunculuk, hem müzik olarak çok başarılı bir çalışma. 18 Ocak ve yıl boyunca Uniq Hall’de.

Hepinize iyi seyirler dilerim.