“İstanbullu Gelin öğrenilmiş imgeleri sarstı”

Türk tiyatrosunun duayenlerinden Tilbe Saran ile bir röportaj fikri bile son derece heyecan vericiyken, kendisini tanıdıktan sonra insan hayranlığına hayranlık katıyor. Sesiyle, bilgisiyle, farkındalığıyla, duyarlılığıyla, dayanışmacı haliyle hatta ve hatta Fransız ekolünden gelme mükemmeliyetçi tavrıyla zaten sanat aşıklarının sonsuz saygısını ve sevgisini kazanan Saran, Muğla’nın Portakallık köyünde kullanılmayan bir ahırı, restore ettirip atölyeye dönüştürdü. Tilbe Saran ile Atölye Portakallık sayesinde köyde oluşturdukları mikro ekonomiyi, İsrail’de fırtınalar estiren İstanbullu Gelin’i ve hep diri tuttuğu çocuk yanını konuştuk.

Zehra ÇENGİL KÜÇÜK Yaşam
11 Aralık 2019 Çarşamba

 

 

Muğla’nın Portakallık Köyü'nde 15 yıldır kullanılmayan ahırı, bir grup kadın girişimciyle beraber restore ettirip tiyatro ve birçok etkinliğin yapılacağı atölyeye dönüştürdünüz. Hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?

Atölye Portakallık, iyi şeyler yapmak isteyen herkese açık bir yer. Şiir olur, turşu olur… Bilgilerini takas etmek isteyenlerin buluşma noktası olmasını hayal ediyorum. Yorgun, sıkıntılı bir televizyon işi sonrası çocukluk arkadaşım Lale sürecime tanık olmuştu. Köyüne döndüğünde beni aradı “Bir miktar para yollayabilir misin, ev alacağım?” dedi. Ben de şaşırdım! “Sana alacağım. Sen orada ölüyorsun farkında değilsin. Gel ağaca bas, toprağa dokun buralarda” diyerek kapattı. O kadar tatlı ısrar etti ki, mimar arkadaşım Engin’le gittim. Karanlık, gri, çekilmez bir İstanbul’dan 31 Mart gecesi gittik, masmavi bir gökyüzüne ve portakal çiçeklerine uyandık. İki yer baktık, en son köy yolundan kıvrılarak gittiğimizde bir ahırla karşılaştık. Baktım, bayağı bir mekândı o. Ekonomik olarak almaya gücüm vardı ama sonrasına yoktu. Kapısında kalakaldım. Engin, kızı Irmak’a sordu ve üç kadın “Yapıyoruz biz burayı” dedik. Yan köylerde yaşayanlardan bir ekip oluşturduk, Ağustosun ilk haftası odamıza girdik. Sonrasındaki dönem bir arkadaşımız geldi, çığlığıyla uyandık. Bir baktık yatakta keçi var. Dördüncü yazımızda eylül ayında öğrencilerimi davet ettim. Ayşe Akarsu ile ‘Beden Perküsyonu’ atölyesi ve akabinde Forum Tiyatro etkinliği yaptık. İnşaat mühendisi bir arkadaşımız bizi Muğla Büyükşehir Belediyesi ile irtibatlandırdı. Kenti iyiye dönüştürecek beş proje yapmaya karar verdik. Şimdi nisan sonunda gene Muğla Belediyesinin katkılarıyla mini bir çocuk festivali gerçekleştireceğiz.

Projeye üç kadın olarak başladınız… Kadın girişimciler sizce de son dönemde bayağı ön plana çıkmadı mı?

Kadınların şifalandırma becerileri olduğunu düşünüyorum. Onlarla çok rahat ve güzel çalışıyorum. Belki detaycılık uyuşuyor, belki birbirimize verdiğimiz gaz iyi geliyor. Projede üç kişiyiz ama herkesin nefesi var. Saint Benoit mezunuyum, lise arkadaşlarımın kimi bardak, kimi çarşaf, kimi battaniye yolladı. Biz liseden ayrıldıktan epey sonra yeniden buluştuk. İlk toplantımız 25 yıl sonra oldu. 40. yılımızda da özel orman kurduk. Her yıl buluşup, konuşup, seyahatlere gidiyoruz. ‘Sosyal iyilik’ projelerinde hızla bir araya geliyoruz. Atölyeye de yeni malzeme istemedik, birçok şey dönüştürüldü. İnşaattan çıkan eski eşyaların hepsi duruyor, yeri ve zamanı geldiğinde değerlendirilecek.

 

“PORTAKALLIK KÖYÜNDE ÖZGÜR BİR MİKRO EKONOMİ OLUŞTURACAĞIZ”

Bahsederken bile çok huzur dolu görünüyorsunuz Atölye Portakallık’tan. Nasıl bir etkisi oldu sizin üzerinizde?

Kapısında çakıldım ben gerçekten. Aşığım oraya, komşularımı çok seviyorum. Bizi görüyorlar, deli gibi hazırlanıyoruz… Bütün gayretimiz ayrıca köyde de bir ekonomi oluşturmak. İnşallah kooperatif kuracağız, ‘Kadın Emeğini Değerlendirme Kooperatifi’.  İlaçlardan kurtulup, doğal tarıma geçelim istiyoruz. İmece usulü harika bir oluşum oldu. İnşallah orada mikro, özgür bir ekonomi oluşacak.  

"Yerelde değişimini odağa alabilecek farklı alanlarda her türlü atölyeye mekân olmak” istediğinizi belirtmişsiniz. Ekşi maya ekmek atölyesi, ilaçsız geleneksel tarım atölyesi, kendi kendine çal atölyesi... Permakültür atölyesi… Yakın dönemde bunlardan hangisi gerçekleşecek?

Umarım hepsi. Ben çok arsızım ve çok az zamanım var. O bölgede kentten köye geçen o kadar çok insan var ki… Bizden daha deneyimliler. Hepsiyle ilişki kurup, bilgi paylaşmak benim ajandam. Kısa süreli master class’lar düşünüyoruz. Tiyatro, oyunculuk, ses, dans üzerine. Biz işletmeci değiliz, ağırlıyoruz gelenleri. Onlar bizim misafirimiz.

Storytel’de Harry Potter serisini seslendirdiniz… Kitap seslendirmek sizin için nasıl bir duygu? Siz de dinler misiniz sesli kitap? Giderek yaygınlaşıyor mu sizce?

7 bin sayfa seslendirdim. Bu kültür giderek yaygınlaşıyor. Şehirde olanlar artık hiçbir şeye tek başına zaman ayıramıyor. Kitap dinlemek yolda, trafikte, uçakta çok iyi bir eşlikçi. O kitaplar kendime verdiğim bir hediye gibi. Hiçbir şey düşünmeden odaya kapanıp harika bir dünyaya dalıyorum. Açık Radyo’ya yaptığım Madam Bovary, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler de beni çok besledi.

St. Benoit’da okudunuz. Paris'te sahnelenen ‘Sur Le Seuil’ oyununun Türk oyuncularından biriydiniz. Fransız terbiyesi almanın insana katı bir duruş kattığı söylenir… Doğru mu?

Bizim zamanımızda bu kanı çok yaygındı. Şimdi dünyayla daha entegre bir yapı görüyorum. Ben okurken kızar ve söylenirdim, eksik bulurdum. Şimdiki gençler de öyle düşünüyordur belki günümüz için. Çok iyi bir disiplin aldım okuldan, ama sadece oradan değil annem ve babamdan da… Meraklı olmak, kurallı ve sistemli çalışmayı öğrendim. Mükemmeliyetçilik konusunda hepimiz dertliyizdir, “Bizi bu okul mu böyle yaptı?” diye düşünürüz. Hep bir eksiklik duygusu… Her şeyin pırıl pırıl olduğu bir dersi hiç hatırlamıyorum.

‘İstanbullu Gelin’ dizisindeki psikiyatrist İdil rolünüz diziye değer katan karakterlerden biriydi. Psikolojiyle ne kadar ilgilisiniz, kendiniz çözümleme yapar mısınız?

Çok. İnsan kendi üzerine düşünmeyi seviyor. Lise yıllarından başlayarak psikoloji okumayı çok istemiştim. Konservatuvarı daha iyi tamamlayacağını düşündüğüm için Sanat Tarihi’ni seçmiştim. Keşke psikolojiyi seçseydim. Daha sonra analizden geçtim. Çok öğrendiğim ve mesleğe ilişkin sağlamlaştığımı düşündüğüm bir süreçti. Bizim mesleğimiz insan ruhu aslında. İnsan kendisini tanımadan başkasını anlayamıyor. Çok iyi bir senaristimiz vardı, o sahneler çok çok iyi yazılıyordu. Gerçek, sahici ve samimiydi. En mutlu olduğum işlerden biri. Olağanüstü bir geri dönüş oldu, başka hiçbir işte olmadı bu kadar. Benim için ‘Çok şey öğrendim, hayata dair düşündüm’ gibi yorumlar almak çok değerliydi. Toplumsal bir ihtiyaçmış. Bilerek olmadı belki ama…  

 

“İSRAİL’DE ARKADAŞIMDAN ÖZCAN DENİZ BİLETİ İSTEMİŞLER”

İstanbullu Gelin İsrail’de de fırtınalar estirdi, adeta iki ülke arasında kültürel bir köprü oluşturdu. Dizilerin böyle bir misyonu var mı sizce?

Televizyonda komedisi bile yapıldı. Faruk’la ilgili konuşan kişinin videosunu bana arkadaşım yollamıştı. “Kızım sen bir şeyde oynuyormuşsun, çok meşhurmuş. Bu nedir, herkes onunla yatıyor kalkıyor. Konser varmış benden bilet istiyorlar” diye sordu. Böyle köprüler çok hoş. Yabancı bir ülkede tanışıklık hali hissetmeleri çok güzel. Sanat ne kadar ortak tarafımız olduğunu hatırlamaya yarıyor.

İstanbullu Gelin’in bu derece sevilmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce hangi noktaya dokundu?

Çok sağlam bir hikayeyle başlamıştı. Geleneksel ve modernin çatışma alanı yarattığı bir durumdu. Genç bir kadının dört erkek evlatla verdiği hayat mücadelesi ve o mücadelede ne kadar eril olduğu. Zaman içerisinde hepsiyle karşılaşma… 50’sinden sonra da insanların her şeyi yaşadıklarını, cinsellikleriyle, duygusal dünyalarıyla, hayalleriyle, geleceğe umutlarıyla… Bunları hatırlatan bir tarafı da olması kadın izleyicide etkili oldu diye düşünüyorum. Hem anne olmak, hem annelik imgesini kırmak, iş kadını, flört eden bir kadın olabilmek öğrenilmiş imgeleri sarstı. Olması istenen imgeyle ters düşerek hem de.

Hayalinizdeki ilk meslek gerçekten aslan terbiyeciliği miydi? Aslan terbiyeciliğinden oyunculuk hayaline nasıl uzandınız?

O zaman iyi bir şey zannediyordum, hayvanlarla beraber olmak gibi. Tek çocuktum ve o dönem televizyonda bir sirk dizisi vardı. Öyle bir dünya hayal ediyordum. Tiyatro da ondan çok uzak değil. Oyunculuk ortak üretilen bir iş. Kurguda yaşamaya devam etmek, çocukluğu sürdürmek bir anlamda. Hep kalabalık.

 

Anneniz Nephan Saran antropoloji profesörü, babanız İsmail Hakkı Saran hukukçuymuş, bu derece ciddi bir ailede büyümek size nasıl bir vizyon kazandırdı? Annenizin çok otoriter ve baskın karakterli olduğunu söylemişsiniz. Ailenizden size hangi özellikler miras kaldı?

Çok sıkıcıydı, ben de aynı derecede sıkıcı bulurum kendimi. Hayat daha gevşek olabilmeyi öğretiyor. Biz de bir de anneanne faktörü vardı, kadınların hâkim olduğu bir evdi. Asıl otorite oydu. Artık yaşadığım her şeyin sorumluluğu bana ait. Yanlışım varsa bendendir.

 

“BURGAZADA ŞİFALANMA YERİM”

Burgazada aşığı olduğunuzu biliyoruz. Sizin için bir kaçış noktası mı?

Evet, yanımda beş kitap götürdüm. Bir tek sayfa açmadan sadece yürüdüm. Okumak bile zihinsel, ruhsal hazırlık gerektiriyor. Son gidişimde ormana çıktım, çamlara sarıldım, hepsine teşekkür ettim. Başka da hiçbir şey yapmadım. Kendimi iyileştirme, şifalanma yerim orası.

Halihazırda iki tiyatro oyununuz devam ediyor. Sinemada görecek miyiz sizi?

Çağan Irmak’ın ‘Selim Bey’in Yolculuğu’ adındaki yeni filminin çekimlerine başlıyoruz aralıkta. Vicdanımı rahatlatan bir iş olacak