“Azınlıklara hiçbir zaman eşit davranmadılar. Osmanlı’da vergisini verdiği zaman rahat yaşardı. Cumhuriyet döneminde bir tek Atatürk ‘Ne mutlu Türküm diyene” dedi. Eşit gördü ayrımcılık yapmamaya çalıştı. Atatürk’ün ölümünden sonra devletin eski refleksleri yerine geldi. Trakya olayları budur. O da Atatürk zamanında olmuştur ancak 48 saat sonra söylendiği için müdahale edememiş. O da bir bilinmez. Varlık Vergisi mesela. Sen Müslümansın ben Yahudi´yim. Aynı mal varlığımız var. Sana vergiyi 1 verdiler bana bin verdiler. Niye ben yabancı unsurum çünkü. Para bendeydi, bunun paralarını alıp Müslümana vermeliyiz dediler. Sermaye transferi yaptılar. Bizi Türk görmediler, o yüzden böyle azınlık psikolojisinde kaldık.” İVO MOLİNAS – (MELİKE ÇAPAN RÖPORTAJI) www.independentturkish.com
Netanyahu hakkındaki suçlamalar ve ülkedeki siyasi tıkanıklık, İsrail sağ-siyonist siyasetin en büyük parçasını oluşturan Likud partisinde de yeni lider arayışlarına yol açtı.
Yargılama yolunun açılmasıyla partideki liderlik koltuğu sallanmaya başlayan Netanyahu’ya ilk meydan okuma tıpkı 2016-2018 yılları arasında Savunma Bakanlığı görevini yürüten Avigdor Lieberman gibi Netanyahu’nun siyasete kazandırdığı bir başka isim olan Gideon Sa’ar’dan geldi. İsrail siyaseti içerisindeki yerini milliyetçi tavırlarıyla sağlamlaştıran eski avukat-gazeteci Sa’ar, 2005 yılında İsrail’in Gazze’den çekilmesine ve bağımsız Filistin devleti fikrine kökten karşı olmasıyla dikkat çekiyor. Gideon Sa’ar’ı Netanyahu’ya karşı bayrak açmaya iten sebep ise Netanyahu’nun siyaseten en kırılgan dönemini yaşaması oldu. Sa'ar, yargılama sürecinin başlamasıyla, liderliğini yürüttüğü Likud’la bir şekilde ilişiği kesilmesi muhtemel olan Netanyahu’nun 2 Mart 2020’de gerçekleştirilecek seçimlerden önce parti liderliğinden istifa etmesi gerektiği yönünde bir çıkış yaptı. Bu çıkışın parti taraftarları nezdinde, sessizce oturup şartların olgunlaşmasını beklemekten daha cesurca bir tavır olarak algılanacağı düşünülebilir. Ayrıca, iktidarda olmaya alışkın Likud partisi yöneticilerinin seçimlerde rakip Mavi Beyaz Hareketi karşısında bir hezimete uğramamak adına muhtemel bir lider/kan değişikliğine gidilmesi gerektiği inancı, Sa’ar’ı Netanyahu’nun yerini alma noktasında harekete geçiren sebeplerin arasında sayılabilir.
Sa'ar, 21 Aralık’ta gerçekleştirilecek olan ve Likud’un liderinin belirleneceği parti içi ön seçimler öncesinde partinin önemli figürlerinden olan Merkez Komite Başkanı Haim Katz’ın desteğini aldı. Geçmişte İsrail uçak sanayiinde işçi lideri olan ve Likud’a binlerce işçinin üye olmasını sağlayan Katz’ın Sa’ar’a desteği, parti içindeki lider değişikliği beklentisinin açık bir göstergesi. Ayrıca, Netanyahu liderliğindeki Likud’un seçimlerde bir öncekine göre daha iyi bir başarı elde etmesinin mümkün görünmediğine işaret eden anket sonuçları, Likud içerisindeki lider değişimi motivasyonunu da yükseltebilir. Kamuoyu araştırmalarına göre İsraillilerin yüzde 50’sinden fazlasının Netanyahu’nun yargılama süreci nedeniyle başbakanlık koltuğundan istifa etmesi gerektiği görüşünde olması da Sa’ar’ın elini güçlendiren bir başka faktör olarak yorumlanabilir. Öte yandan, parti içerisindeki bu değişim motivasyonunun farkında olan Netanyahu’nun, kendisine karşı gelişen muhalefeti engellemek amacıyla, parti içi başkanlık seçimlerinde etkili olabilecek 100 ismi ihraç ettirdiği iddia ediliyor.
Şimdilik Sa’ar’ın elinde Netanyahu’yu koltuğundan indirecek bir güç olmasa da ilerleyen süreçte Sa’ar’a avantaj sağlayabilecek faktörler mevcut. Eski Genelkurmay Başkanı Benny Gantz öncülüğündeki muhalefet içerisindeki belirli isimlerle yakınlığı bulunan Sa’ar’ın Gantz liderliğindeki Mavi Beyaz Hareketi’ni bölebileceği ihtimali, elini güçlendirebilecek etmenlerin başında geliyor. Zira muhalefet sıralarındaki belirli isimlerin Netanyahu’nun varlığı dolayısıyla Likud partisi ile arasındaki mesafeyi koruduğu biliniyor.
Sadakat unsurunun son derece ön planda olduğu 46 yıllık Likud geleneğinde hiçbir lider koltuğundan olmamasına rağmen, parti içerisindeki muhalefetin harekete geçmesiyle Netanyahu koltuğundan indirilse bile, ortaya çıkan liderlik yarışı, Likud’un 2020 Mart’ında yapılması planlanan seçimlere istediği şekilde hazırlanmasına engel teşkil edebilir.
BURAK DAĞ
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/netanyahu-nun-siyasi-gelecegi-sona-yaklasiyor/1676084
Son günlerde Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin merkezinde olduğu baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Aslına bakılırsa Türkiye’nin gecikmiş hamleleri olarak da isimlendirilebilecek bu olaylar, başta kıyıdaş ülkeler olmak üzere tüm dünya tarafından dikkatle takip ediliyor. Bunlardan biri de Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarından çıkarılacak doğal gazın Avrupa’ya ulaştırılması için uzun süredir alternatifler arayan İsrail.
Hatırlanacağı üzere Türkiye ve İsrail, uzun bir ilişkisizlik döneminden sonra, başta Doğu Akdeniz’deki gazın Türkiye’ye ve buradan da Avrupa’ya ulaştırılması için bir boru hattı projesi ortaklığı olmak üzere, dönemin siyasi konjonktürünün gereklilikleri nedeniyle Haziran 2016’da normalleşme anlaşması imzalamışlardı. Fakat anlaşmanın hemen ardından yaşanan 15 Temmuz hain darbe girişimi, ilişkilerin hemen düzelmesini engellemişti. Birkaç aylık bir nekahet döneminden sonra heyetler arası görüşmeler başlamış ve doğal gazın Kıbrıs’ta bir anlaşma olması halinde Kıbrıs üzerinden, anlaşma olmaması durumunda ise doğrudan denizden Türkiye’ye taşınmasını sağlayacak boru hattının inşa edilmesi hususunda prensipte anlaşılmıştı. İsrail tarafının gazın üçüncü ülkelere satışına dair getirmeye çalıştığı bazı kısıtlamalar ve projenin finansmanına yönelik endişeler bu süreci biraz uzatmış olsa da, nihayetinde siyasi irade bu gibi zorlukları aşacak kararlılıktaydı.
Fakat ilerleyen aylarda, Kıbrıs’taki çözüm çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Türkiye ile işbirliğine soğuk bakmaları nedeniyle İsrail yönetiminde yaşanan kafa karışıklığı, ABD’nin Kudüs kararı ve buna Türkiye’nin göstermiş olduğu tepkiler ve belki de en önemlisi Filistinlilerin başlatmış olduğu “Büyük Dönüş Yürüyüşüne” İsrail’in göstermiş olduğu orantısız tepki, taraflar arasındaki muhtemel iş birliğini imkânsız hale getirmişti. Akabinde karşılıklı olarak elçilerin çekilmesi/gönderilmesi ve liderler seviyesinde yaşanan söz düelloları, ilişkilerin onarımını zorlaştırmıştı.
Fakat bu dönemde, başını İsrail’in çektiği ve içinde Mısır, Yunanistan ve GKRY’nin de olduğu ülkelerin Doğu Akdeniz’de kendi çıkarlarını önceleyen bir dizayn peşinde oldukları gözlemlenmişti. Muhtemelen bu ülkeler, (Suriye’de devam eden iç savaş nedeniyle yüzleşmek durumunda kaldığı tehditlerin) Türkiye’nin enerjisini tüketeceğini ve bu sebeple Doğu Akdeniz’deki menfaatlerini yeterince savunamayacağını düşünmüşlerdi. Ayrıca 2018'in yaz aylarında Türkiye’ye yönelik başlatılan ekonomik operasyonlar nedeniyle ülkenin ekonomisinin de zor günler geçirmeye başlamasıyla bu ülkelerin iştahlarının kabardığı ve Türkiye’nin hassas durumundan istifade etmek istedikleri görülmüştü. Arkalarına AB'nin ve ABD’nin de desteğini alarak yayınladıkları tek taraflı haritalarla Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırlarını daraltıp neredeyse kıyılarına hapsetmeye çalışanlar, kendileri içinse paylarına düşenin çok ötesinde hayali sınırlar belirlemişlerdi.
...
İsrail’deki pozisyon değişikliğinin, henüz Türkiye ile Libya arasındaki anlaşma imzalanmadan kendini gösterdiği, basına yansıyan bazı haberlerden anlaşılıyor. İsrail basınında geçen hafta çıkan haberlerde, 19 Kasım tarihinde Bat Galim isimli İsrail araştırma gemisinin -tam olarak saha bilgisi paylaşılmasa da- muhtemelen GKRY’nin ruhsatlandırdığı fakat Türkiye’nin de kendi MEB'i olduğunu beyan ettiği, adanın güneyindeki 12 numaralı parselden, Türk savaş gemisinin ikazlarına istinaden ayrılmak durumunda kaldığı bildirilmişti. Asıl dikkat çekici olan ise haberin içeriğinden ziyade zamanlamasıdır. Zira bu zaman, tam da İsrailli firmaların ortağı olduğu konsorsiyumun, GKRY’nin parselliği Afrodit sahasındaki çalışmaları, Türkiye ve GKRY arasındaki anlaşmazlığı gerekçe göstererek sonlandırmaları ve akabinde Türkiye-Libya anlaşmasının açıklanmasıdır. Tüm bu sayılanlar bir araya getirildiğinde ise mevcut denklemde Türkiye’yi oyunun dışında tutmaya matuf bazı ön kabullerin değişmeye başladığı görülmektedir.
Daha ilginç olanı ise bu haberlerin ardından, daha ilgili taraflar ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, İsrail medyasında isim verilmeden üst düzey dışişleri yetkilerine dayandırılarak servis edilen “Türk ve İsrail yetkililerinin boru hattı konusunda işbirliğine hazır olduklarına” dair haberlerin ortaya çıkmasıdır. Sonrasında İsrail medyasında "ilk görüşme talebi Türkiye’den geldi" gibi düzeltmeler yapılsa da, haberi teyit etmek isteyen Türk basını İsrail dışişlerinden gelişmeleri doğrulatmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’nin sürdürdüğü aktif ve çok katmanlı dış politika ve sahadaki sert gücü sayesinde artık başka çaresi kalmadığını fark eden İsrail yönetimi, tekrar Türkiye ile masaya oturmaya karar vermiş görünüyor.
Türkiye’nin Libya ile yaptığı anlaşma sonrası bir çağrıda bulunarak, GKRY hariç diğer kıyıdaş ülkelerle benzer anlaşmalar yapmaya hazır olduğu açıklamasının tetikleyici bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerden asla taviz verilmeyeceğinin tekrarlanması ve gerekirse bu konuda sert güce başvurulabileceğinin altının çizilmesi, diğer kıyıdaş ülkelerin fikirlerinin değişmesinde etkili olmuşa benziyor.
HAYDAR ORUÇ
Brexit krizi, Donald Trump’ın başkanlığı ve "Yeniden Büyük Amerika" projesi, Çin lideri Şi Cinping’in "Büyük Diriliş" fikri, Hindistan’da Modi’nin Hint milliyetçiliği ve Rusya’da görülen Avrasyacı jeopolitik revizyonizmi gibi dinamikler, küresel siyasette kültürel ve ulusal uyanışı besliyor.
Kozmopolit fikirler ve değerleri savunan siyasi elitler ise sağcı siyasetçiler tarafından kendi dar çıkarlarını düşünen, sınırları ve ulusal kültürü silmeyi dert edinmiş kişiler olarak kodlanıyor. 1980’lerin sonunda liberalizm ve milliyetçilik Sovyet tehdidine karşı birbirini besleyen ideolojiler olarak öne çıkıyordu, 2000’lerin başında ise bu durum tersine dönmüş durumda. Küresel siyasetin yeni dalgası popülizm ve onun ikon figürleri paranın, sınırların ve hukukun kontrolünü etraflıca çevrelemek istiyorlar. Macaristan, Polonya, ABD, İngiltere ve İsrail’de görülen bu siyaset stili ve hükmetme biçimi siyasi düzeyde koalisyon inşa ve konsensüs oluşturma süreçlerini tıkıyor. İspanya’da dört yıl içinde dört kez seçime gidilmesi, İngiltere’de Brexit dolayısıyla erken seçim yapılması ve İsrail’de bir senede üç kez seçime gidilmesi ve hâlâ hükümet oluşturulamaması, esasında küresel siyasette yükselen “demokratik kilitlenmeyle” de bağdaştırılabilir. Bu yeni siyasi fenomenle seçimler demokratik siyasetin hızlı ve etkin işlemesi sonucunu doğal olarak beraberinde getirmiyor. Özellikle nispi temsile dayanan seçim sisteminin hâkim olduğu ülkelerde bu daha net görülüyor. İki partiye dayanan siyasi sistem bozuluyor. Siyasetin kimlik ve kültür merkezli kutuplaşması küçük ve özgün çıkarların siyasallaşmasını doğuruyor. İsrail’de küçük ölçekli partilerin dar çıkarları büyük partilerin koalisyon ve konsensüs süreçlerini baskılıyor.
Son zamanlarda İsrail akademik çevrelerinde anayasaya duyulan ihtiyaç ve seçim sisteminin değişikliğinin gerekliliği vurgulanmakta. İsrail’de erken seçim sonrası siyasetin nereye evrileceği merak konusu. Ama bildiğimiz ve değişmesi pek de mümkün gözükmeyen şey ise İsrail’de toplumun yapısı, lider tipleri ve küresel siyasetin kısa vadeli eğilimleri.
GÖKHAN ÇINKARA
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/israil-de-siyaset-krizinin-temel-dinamikleri/1679397
İsrail’deki her olayın sonucun Türkiye’deki Yahudilere bağlanmasına ilişkin olarak Molinas, “Irkçılar Yahudi’yi bir bütün olarak gördüğü için İngiltere’deki, Türkiye’deki Yahudi aynı. Türkiye’deki Yahudi mallarını boykot etme saçmalığına gidiyorlar ama bunu kaç kere anlattık. İsrail devletinin Yahudileri bizim sadece dinsel anlamda belki akraba olmamızla ilgili bir gönül bağımız var. Onun dışında ben yıllardır Netanyahu’nun hükümetini eleştiriyorum. Bir İzhak Rabin gelmesi lazım diyorum İsrail’e barışın peşinde koşacak ama yok” diye konuştu.
Okullar, sinagoglar, gazete… Kapısı sıkı sıkıya kapalı. Olası bir saldırı ihtimaline karşılık güvenlik önlemleri en üst düzeyde.
Molinas, “Bu korku ve tedirginlikle nasıl, nereye kadar yaşarsınız?” sorusuna şöyle cevap verdi:
Doğru bir soru. Başka bir ülkeye de gidebilirim ama gitmek istemiyorum. Burası benim ülkem, ben burayı seviyorum. Bu korkuyu aşmanın yolu yok. Devlete diyorum cezai müeyyide uygula. Okullarda holokost eğitimi verelim.
Holokost eğitimi diye bir şey var ama yapamıyoruz daha. En azından soykırımı öğretsinler. 6 milyon kişinin 1,5 milyonu çocuk olmak üzere Hitler tarafından öldürülmüş bir toplumdan bahsediyoruz. Bunun bari eğitimini verelim bırak İsrail konusunda daha objektif şekilde haberler verelim unuttuk onu.
Son 15 yıldır İsrail konusunda son derece manipülatif ve dezenformatif haberler var. İsrail ne zaman Gazze’yi bombalasa haber yapılıyor, ama Gazze’ye neden saldırıldığı yazılmıyor. Gazze’den insanların üzerine atılan dandik füze de olabilir, olmaya da bilir. Arada bir insanlar ölüyor, 24 saat boyunca insanlar sığınaklarda kalıyor.
En azından Gazze’den Hamas’tan İslami cihattan bu saldırının başlatıldığı bunun üzerine İsrail’in orantısız bir şekilde onları vurduğunu yazsınlar. Sadece İsrail Gazze’yi bombaladı yazıyorlar. Dolayısıyla böyle bir dezenformasyonun olduğu ülkede Yahudi düşmanı olmaz mısınız?
“6 milyon Yahudi öldürülürken Avrupa’da bir Allah’ın kulu ne Amerika ne Vatikan bırakın Avrupa’yı zaten yoktu. Allah dahil herkes yüzünü çevirdi Yahudilere. Kimse ilgilenmedi” diyen Molinas, “Amerika 1942’de Auschwitz ölüm kampını yukarıdan fotoğraflamış. O gün müdahale etselerdi belki yanlış bir strateji olacaktı. Çünkü önce Rusya’ya gitmesini o soğukta kırılmasını ve sonra Amerika’nın saldırması doğru bir stratejiydi. Ancak 1942-45 arasında en az 4 milyon Yahudi öldü. Demek ki insanın canının hiçbir önemi yok devlet açısından. Dolayısıyla Yahudiler dedi ki bu devleti kurduğunda bana kimse yardım etmedi, sadece ben kendimim yardım edecek. En ufak bir saldırıda yüz katı karşılık vererek yaşamımı sağlamak zorundayım diye düşünüyor. 2 bin yıl sonra kurduk bu devleti kendimi kimseye ezdirmem diyor. Böyle bir devlet psikolojisi var. Ben buna hayatta kalma refleksi diyorum. Bunun durması lazım artık. Orantısız güç kullanarak dünyada yalnızlaşıyorsun bazen” diye konuştu.
İvo Molinas, Türkiye’de azınlık olmayı şu sözlerle anlattı:
Azınlıklara hiçbir zaman eşit davranmadılar. Osmanlı’da vergisini verdiği zaman rahat yaşardı. Cumhuriyet döneminde bir tek Atatürk ‘Ne mutlu Türküm diyene” dedi. Eşit gördü ayrımcılık yapmamaya çalıştı. Atatürk’ün ölümünden sonra devletin eski refleksleri yerine geldi. Trakya olayları budur. O da Atatürk zamanında olmuştur ancak 48 saat sonra söylendiği için müdahale edememiş. O da bir bilinmez. Varlık Vergisi mesela. Sen Müslümansın ben Yahudi'yim. Aynı mal varlığımız var. Sana vergiyi 1 verdiler bana bin verdiler. Niye ben yabancı unsurum çünkü. Para bendeydi, bunun paralarını alıp Müslümana vermeliyiz dediler. Sermaye transferi yaptılar. Bizi Türk görmediler, o yüzden böyle azınlık psikolojisinde kaldık.
Türkiye’de azınlık olmak yani sayıca az olmak ve dil, din, ırk ayrımı üzerinden ötekileştirmenin ne demek olduğunu yine Hrant Dink’den okuyalım:
….Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. İşte size bedel.
MELİKE ÇAPAN
Şimdi diğer işbirliği eksenine geliyoruz. Kahire Deklarasyonu’nun imzalanmasından iki yıl sonra buna paralel bir başka üçlü işbirliği mekanizması ortaya çıktı. Aktörlerden ikisi aynıydı: Yunanistan ve KRY. Üçüncü aktör ise kıta sahanlığında zengin doğalgaz rezervleri bulunan İsrail...
Bu üçlü yapının ilk toplantısı 28 Ocak 2016 tarihinde KRY Cumhurbaşkanı Anastasiadis’in ev sahipliğinde Lefkoşa’da gerçekleştirildi. İsrail’i Başbakan Binyamin Netanyahu, Yunanistan’ı ise başbakan olarak bu kez Aleksis Çipras temsil etti.
Yayımlanan deklarasyonda üç ülke arasında pek çok alana yayılan geniş bir işbirliği tasarlanırken ilk sırada enerji sıralandı. Doğu Akdeniz’de bulunan hidrokarbon rezervlerinin bölgede barış, istikrar ve işbirliği için bir “katalizör işlevi” görebileceği belirtildi, özellikle doğalgaza atıf yapıldı. En önemlisi, İsrail doğalgazının Avrupa kıtasına ihraç edilmesine ilişkin ‘East-Med boru hattı projesi’nin hayata geçirilmesi konusundaki taahhüdün ifade edilmesiydi.
ardından Mısır’la kurulan mekanizmaya benzer bir işleyiş, örneğin liderler zirveleri gibi, bu eksende de yürümeye başladı. Altıncı zirve geçen mart ayında Kudüs’te yapıldı. Gelgelelim, bu kez masada dördüncü bir katılımcı da vardı: ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo... Böylelikle, üçlü mekanizma ABD’nin de katılımını sağlayarak eşik atlamış oldu. Yayımlanan 20 Mart tarihli deklarasyonda, “Yakın zamanda Doğu Akdeniz’de doğalgaz bulunmasından duyulan memnuniyet” ifade edilerek, bunun “enerji güvenliği ve çeşitlendirilmesine katkı sağlama potansiyeli” vurgulandı.
SEDAT ERGİN
Sinemacı Hakan Ganimgil, Beyoğlu’nun bir dönem simgesi olan Mordi’nin fotoğrafını paylaşarak şöyle yazdı:
Asla gereksiz klakson çalmaz, yayalara ve araçlara yol verirdi…
O yıllarda moda olan havalı klakson sesini dahi çıkaracak kadar gelişmeyi takip ederdi..
“Kör” olmasına rağmen izleyeceği yolu iyi bilir yalpalama, sapma yapmadan, bir duvara çarpmadan devam ederdi…
Nerden aklıma geldi şimdi?
Ekşi Sözlük yazarı sifsi ise şöyle yazıyor:
çocukluğumun geçtiği hasköy’de, elinde bir otomobil direksiyonu ile gözleri görmeden yollarda tek başına her yere giden bir adamdı mordi…
gözleri görmezdi. görmeyen gözlerine rağmen hasköy‘den yola çıkardı. aynalıkavak yokuşunu tırmanırken güya vitesi önce ikiye sonra bire düşürürdü. sonra ağzından bu vites düşürmelerinin her bir safhasının efektlerini çıkarırdı. kimseyi umursamazdı. o yolun sağ tarafından giderdi. en sağdan. hiç kimse ile çarpışmadı. mordi hiç kaza yapmadı. gözleri görmeden kullandığı arabası ile aynalıkavak yokuşunu hep ikinci vitesi ile çıktı. sonra karakolun önünden sağa doğru giderdi. benzinliğin oradan geçerken hep klakson çalardı. niçin bunu yapardı bilemiyorum. ama klakson çalardı. o benzincinin arkası eskiden arnavut muharrem‘in bahçesiydi. şimdi apartmanlar doldu o bahçeye. mordi yoluna devam ederdi. yeşilçam‘ın eski film platolarının olduğu yer vardı. sonradan yandı buralar. çünkü o zamanlardaki sinema filmlerinin tabanları nitroselülozdan yapılıyordu ve çabuk alev alıyordu. bu filmlere yanar film de denirdi. bu platoları geçtikten sonra daracık mezarlık arasından kasımpaşa’ya doğru giden yolda mordi devam ederdi. zindan arkasından kasımpaşa meydanına ve şişhaneye gelirdi. gözleri görmeden her yeri gezer ve hiç benzin almadan akşam hasköy‘e geri gelirdi.
taner yılmaz‘ı tanımıyorum. ancak yazısından anlıyorum ki çocukluğumuz aynı yerlerde geçmiş: taner yılmaz, mordi‘nin gözlerinin görmediğinden bahsetmiyor. bu kısmını enteresan buldum. uzun yıllar yahudiler ile iç içe yaşadım. ilk patronum, aynalıkavak‘taki sinagogun köşesinde bulunan marko bakkal idi. sinagog’un bekçisi de avram isminde oldukça yaşlı biri idi. deli ester de mahallemizin belalı bir çiçeği, sabetay da tuhafiyecimiz idi. ben o zaman mahallemizin tombişi marko ile çalışmıştım. o’na çıraklık yapmıştım. sonra baçtar sokaktaki ideal lastik fabrikasında işçi olarak çalıştım. sahibi yasef saban beni ortaokula yazdırmıştı. konumuz tabi ki mordi.
1965 yılından başlayarak hasköy‘den bir göç başladı. yahudi göçü. hasköy dışındaki semtlere ve israil’e kadar uzanan bir göçtü bu. önce varlıklılar gitti. sonra daha az varlıklılar. en son hasköy‘de yoksullar kaldı… sinagog kapandı. yüksek duvarlarının ardında o ibadethane çürümeye bırakıldı. hasköy‘de bir de ihtiyarlar yurdu kaldı. hala ihtiyarlar yurdu tek tük hastasıyla birlikte faaliyet göstermektedir.
o semtten ayrıldım. doğal olarak, darı tanesi gibi yetiştiğimiz mekandan başka mekanlara saçıldık. saçıldığımız yerlerde bitmeye çalıştık. bizi var eden kimyamız damarımızda kokuyordu. hep özledik o eski hasköy‘ü…
2005 yılıydı. tünel tarafına doğru yürüyordum. eski istanbul bankası‘nın duvarına yaslanmıştı mordi. elini açmıştı. mordi dileniyordu. gözleri görmüyordu. dileniyordu. direksiyonu da yoktu. üstü başı perişandı. gözleri görmüyor ve konuşmuyordu. ama avucu açıktı. orada duruyordu. sessiz…
bir süre baktım. o beni görmüyordu. kaşlar beyaz, yüz kırış kırış ama bu bizim mordi idi… ne yapacağımı bilemedim. bir süre seyrettim. sonra kendimi toparladım. mordi‘ye doğru yürümeye başladım. cebimdeki tüm parayı avucuna bırakıp hiç bir şey demeden gidecektim… yürüdüm… mordi‘ye yaklaşmaya başladığımda, iyi giyinmiş bir kişi benden atik davrandı ve o’na yanaştı. aramızda 4-5m kadar vardı. mordi‘nin kulağına eğildi bir şeyler söyledi. adam bir tarafa gitti. mordi başka tarafa… hiç bir şey anlamadım. ama tahminim; yahudi cemaatinden birisi kendisini “dilenme” konusunda uyarmıştı…
bu mordi’yi son görüşümdü…
http://www.xn--kltrsanattv-thbc.com/beyoglunun-simgesi-mordi/
İlk başta İsrail ve Kıbrıs açıklarından çıkan gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması planlanıyordu. Bryza da bizzat bu görüşmelerin içindeydi. Ama Ankara-Tel Aviv hattı kopunca, Mısır oyuna girip bölgedeki gazı Batı’ya taşıma fırsatını kaptı. İşte EsatMed adı verilen bu proje güzergahı çok uzattığı için, boru hattı çok daha maliyetli duruma geldi. Zaten Bryza bu yüzden EastMed için “Finansal olarak anlamsız ve hiç çekici değil” diyor.
Bryza bu yeni denklemde AB’nin tutumunun kritik olduğu görüşünde. Avrupa Birliği aslında İsrail-Türkiye boru hattı konusunda hep “nötr” kaldı. Üyeleri Güney Kıbrıs ve Yunanistan karşı çıktıkları için. Ama Bryza’ya göre “2017’de Kıbrıs’ta çözüm sağlansaydı, AB bu hattı desteklerdi”.
AB, EastMed’e ise yine Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın baskıları nedeniyle destek verdi. Ancak buna rağmen Libya anlaşmasıyla ilgili “Tanımıyoruz” demekle yetindiler. Yani sanki gidişata bakıyor gibi bir halleri var.
Bryza, “Türkiye-AB ilişkileri şu anki halinde kalırsa, Libya anlaşması konusunda Türkiye ile ihtilafa girmek istemeyeceklerdir. EastMed’i de unutur giderler. Ancak ilişkiler daha kötüye giderse, Türkiye’yi EastMed’e destek vererek cezalandırmak isteyebilirler” diyor.
Bununla birlikte, şu anki denklemi değiştirebilecek asıl faktörün Türkiye’nin İsrail ve Güney Kıbrıs’la ilişkileri olduğunu vurguluyor. “İsrail’le anlaşma sağlanıp boru hattı kurulursa, ileride Lübnan ve hatta Suriye’deki gaz da Türkiye’den Avrupa’ya taşınabilir” diye önemli bir not düşüyor. Bu da Türkiye’nin bölgede -tarihte hiç olmadığı kadar- merkezi bir rol üstlenmesi demek.
Zaten devletin en üst erkânından peş peşe gelen açıklamalar da böyle bir vizyona işaret ediyor. İsrail ve Mısır’la kurulacak “enerji köprüleri” ufukta gibi.
VERDA ÖZER
http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/verda-ozer/turkiyeden-sah-mat-6105656
Hanuka, Helenistik baskıya karşı yakılmış bir ışıktır. M.Ö. 150’li yıllarda Suriye Yunan Krallığı Yahudiler’e karşı zulme başlamıştı. Suriye-Yunan kralı Antiyohus, Yahudiler’in farklı yaşam politikalarına tahammül edemiyordu. Küçük ve önemsiz Yeuda krallığını, kendi güçlü imparatorluğunun gözüne batan bir diken gibi görüyordu. Ve bundan dolayı da onlara sınırlamalar getirdi.
Antiyohus, Yahudilere üç konuda yasak getirmişti:
Şabat kutlanmayacak, Roş hodeş ilan edilmeyecek ve sünnet olunmayacak… (Roş hodeş: her ayın başı için kullanılan bir terim)
Yahudiler gizli şabat mağarasında ibadetlerini yerine getirir olmuşlardı. Yunan kralının yanında olan helenistler sebebiyle mağara bulundu ve içinde bulunan 1000 küsur kadın-erkek ve çocuk yakılarak öldürüldü.
Yahudiler çok zor günler yaşıyorlardı.
Yeuda Makabi 7000 Yahudi savaşçıdan bir ordu oluşturdu ve Yunan krallığına karşı savaş başlattı. İnanmış olan bu 7000 kişi büyük Yunan ordusu karşısında galip geldi.
Mabetlerini tekrar inşa ettiler ve tamir işiyle uğraştılar. Sekiz gün devam eden bir çalışma yaptılar. İnşaat bitince menorayı yakmak için yağ aradılar ama sadece bir günlük ihtiyacı karşılayacak yağ vardı.
Bu bir günlük zeytinyağı, mucize olarak menoranın sekiz gün boyunca yanmasını sağladı.
Hanuka zeytinyağının bir mucizesi ve ışığın karanlığı aydınlatmasıdır.
Hanuka’da yakılan mumlar, ışığın karanlığı aydınlatması ve insanın karanlıklar içinde kalmaması içindir. İnsanın Yaratıcı’nın verdiği nimetleri hatırlaması, yaşanan olumsuzluklardan ders çıkarılması ve kendi içsel yolculuğudur.
Bir günlük yağın sekiz gün yetmesi de paylaşmadır. Hanuka’da, olmayanlara verme yani infak etme vardır.
Mumlar yakılırken sıra önemlidir. İlk gün bir mum, ikinci gün iki mum ve bu böyle artarak devam eder. Bu da, bize kutsallığın ‘paylaşılarak’ arttığını gösterir.
SİNAN ESKİCİOĞLU
https://www.ocakmedya.com/zeytinyaginin-mucizesi-hanuka/
Netten okumalar
https://www.youtube.com/watch?v=MYOflvJjx2g
https://odatv.com/o-afisler-hakkinda-karar-18121904.html
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50835014
http://www.askenaz.org/askenazlar?ls=TR
http://platform24.org/yazarlar/4134/hitler-uzerine-notlar---3---taktik-gaddarlik
https://www.birartibir.org/kultur-sanat/525-yikimi-unutmak-yikimin-ta-kendisidir
https://www.haberekspres.com.tr/yarini-kim-bilebilir-makale,8378.html
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/uluc/2019/12/22/en-unutulmaz-gezilerimdenauschwitz
https://odatv.com/bizler-bu-dilin-son-kusagiyiz-sonrasinda-yasamasi-mumkun-degil-21121936.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1710131/gecmisi-hic-ozlemiyorum.html
https://www.birartibir.org/siyaset/527-gercek-yuruyor
Takılan tweetler
Eren Kotil@KotilEren
Kırım Nazi işgali altındayken 90 Yahudi çocuğu Tatar gibi göstererek yetimhanede saklayan ve hayatlarını kurtaran kahraman Tatar kadını Saide'nin hikayesi.
''Bir çocuk için edilmiş dua, asla başkasının duası değildir.''
via @SALOMgazetesi
https://www.salom.com.tr/koseyazisi-112733-baskasinin_duasi.html
Saide öğretmen sakladığı bütün Yahudi çocuklara Tatar dilini, Kırım Tatar kültürünü ve dualarını öğretmişti. Hepsine Tatar isimleri vermişti ve ayrıca çocukların resmi evraklarını Kırım Tatarı şeklinde düzenlemişti. Çocukların hepsi hayatta kaldı.
Saide Öğretmen; Naziler tarafından tutuklanarak zindana atıldı, Kırım'dan çıkması yasaklandı ve kimliğine ''güvenilmez'' damgası vuruldu. Ağır işkencelere maruz kaldı ama hiçbir şekilde çocukların kimlikleri konusunda bilgi vermedi.
Sovyet işgalinin başlamasının ardından Kırım'dan sürülen Saide Arifova, kurtardığı çocukları bir daha göremedi. En büyük dileği o çocukları tekrar görmek olsa da, buna ömrü yetmedi ve 12 yıl önce vatanı Kırım'da hayata veda etti.
https://twitter.com/KotilEren/status/1207310677905412096
Merve Taşçı@mervetascib
Antisemitizmde bugün. Birincisi Amerikan Yahudi Komitesi otomatik olarak İsrail lobisi değil. Kaldı ki çoğu zaman İsrail'in çıkarları ile Amerikan Yahudilerinin çıkarları çatışır. Bunu en basitinden destekledikleri başkan adaylarından görebilirsiniz.
https://twitter.com/mervetascib/status/1207192235814653954
Kapheros@sigaramcamel
Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun yasayı, “Bu kanun, bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldıracak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” diyerek savunmuştu.
Varlık Vergisi görünüşte 2. Dünya Savaşı’nın çetin koşullarında sosyal adaleti sağlamak için çıkarılmıştı. Hesaba göre, karaborsacılık ve vurgunculukla zenginleşenler, bedelini ödeyecekti. Özellikle gayrimüslim azınlıkların payına düşen vergi miktarları, ödeyebileceklerinin çok üzerindeydi.
1942’de Başbakan Refik Saydam aniden vefat edince yerine gelen Şükrü Saracoğlu ilk iş olarak ekonomiye odaklandı. Çünkü Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemesine rağmen, savaş, halkın belini bükmüştü. Ekmek bile karne ile dağıtılıyordu. Bir yandan da karaborsacılar türemişti.
Bu yüzden çare devlet gelirlerine ek kaynak sağlayacak bir defalık bir vergide, Varlık Vergisi’nde bulundu. Bu verginin mağdurları Saracoğlu’na yıllar sonra “Haraçoğlu” lakabını takacaktı.
Yeni Başbakan, 5 Ağustos 1942’de hükümet programını okurken, niyetin sadece devletin kasasına para girmesi olmadığını şu sözlerle anlatıyordu: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız… Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Bu kanun sayesinde piyasaya egemen olan azınlık tüccar sınıfı ortadan kaldırılarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”
Kısa süre sonra bazı gazetelerde karaborsacılıkla ilgili yazılar yer almaya başladı. Ama haberlerin hemen hepsinde özellikle gayrimüslim tüccarlar başroldeydi.
Mizah dergilerinde de para çuvallarını sırtlamış Yahudi tüccar karikatürleri sık sık boy gösteriyordu. Halk, yavaş yavaş yeni yasanın muhataplarına ve olası yaptırımlarına alıştırılıyordu.
Maliye Bakanlığı’nın, 12 Eylül 1942’de İstanbul Defterdarlığı’na atanan Faik Ökte’den gizli bir ricası vardı. Savaş dönemindeki haksız kazançları vergilendirmek için cetveller hazırlanacaktı. Ama kimin, ne olduğu özellikle belirtilmeliydi.
Emir büyük yerdendi. Böylece Müslümanlar M, gayrimüslimler G, dönenler D, Ecnebiler E harfleriyle kodlandı. Varlık Vergisi Kanunu, Saraçoğlu hükümetince 9 Kasım 1942’de TBMM’ye gönderildi. İki gün sonra 350 milletvekilinin oy birliği ile kabul edildi.
Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hasan Ali Yücel ve Celal Bayar gibi tanıdık isimlerin de aralarında olduğu 76 milletvekili oylamaya katılmadı.
İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin hocası Prof. Fazıl Pelin, gazetelerde okuduğu kanun metnine inanamamıştı. Özellikle vergi oranlarının belirtilmemesi ve kanunda itiraza, temyize ait bir hüküm olmaması Pelin’i isyan ettirdi. Hatta öğrencisi Ökte’ye “Oğlum siz toptan deli mi oldunuz?” diye itiraz etti.
Kanun görünüşte herhangi bir dini veya etnik grubu hedef almıyordu. Ama pratikte durum farklıydı. Bu kanunla Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Musevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sermayeleri, mülkleri ve servetleri ellerinden alındı; sermaye ve servetin Türklere geçmesi sağlandı. Bu sayede yeni zenginler türedi. Hatta yeni türeyen bu muhafazakar sermayedarlara “Hacı Ağa” lakabı takılacaktı. Devlette vergiyi belirleyecek veriler yoktu. Bu yüzden kimin, ne kadar vergi vereceğine karar verecek Servet Tespit Komisyonları kuruldu.
Artık birilerinin kaderi, bu komisyonların kaleminin ucundaydı. Bu durum, hukuksuz olduğu gerekçesiyle yasanın en eleştirilen taraflarındandı. 18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı
yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurt dışına kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1,229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.
20 Ocak’ta süre dolduğunda ödeme yapamayanların malları haciz edildi ve icra yoluyla satılmaya başlandı. Tan gazetesinde 2 Şubat 1943’teki şu haber olayın vahametini anlatıyordu: “…Bugün de birçok han, apartman ve depolarda haczedilmiş eşya satışı yapılacaktır. Avukat Şekip Adut’un Taksim Palas’taki ev eşyası, Simon Kayseriliyan’ın Acara Sokak Ada Hanı’ndaki dairesinde muhtelif ev eşyaları satılacaktır.”
Gayrimüslimlerin vergisi genellikle ödeyebileceklerinin çok üzerindeydi. Bu noktada pek çok haksızlık da yaşandı. Prof. Dr. Baskın Oran’ın İkinci ‘Varlık Vergisi Faciası’ yazısında anlattığı anekdot epey çarpıcıydı: “Kepenk yağlayan bir Yahudi’yi yağcı yazdılar. Bir Yahudi bakkal vardı, iki kavanoz akide şekeri de vardı, onu pastane yazdılar. İkisi de perişan oldu.” diye anlattığı haksızlıklardı.
Aralık 1942 ve Ocak 1943’te İstanbul’da -özellikle Beyoğlu’nda- gayrimüslimlere ait binlerce mülk, el değiştirdi. Binaların % 67’si Müslüman Türkler,
% 30’u resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alındı.
Süreçte, Almanların 4241 milyon liralık vergisi 3241 liraya, İngilizlerin 6447 milyon tutan vergisi 2828 milyon liraya indirilmiş, Amerikalılar hiç varlık vergisi vermemiş, Rusların hakkında da hiç takibat yapılmamış
Varlık Vergisi 16 ay yürürlükte kaldıktan sonra 15 Mart 1944 tarihinde yürürlükten kaldırıldı. TBMM o güne kadar tahsil edilemeyen vergiler ve borçların silinmesine karar vermişti. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine dönebildiler.
Varlık Vergisi, Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye uygulandı. Toplam 314 milyon 900 bin TL vergi toplandı. Bu paranın yüzde 70’i İstanbul’dandı. 1942 devlet bütçesinin 394 milyon TL olduğunu göz önüne alırsak, toplanan para devlet bütçesinin yüzde 80’ini buluyordu
1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı %1,98 olan gayrımüslim azınlıklar vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945'te %1,56'ya ve 1955'te %1,08'e düştü Cumhuriyet tarihinin tartışılan yasaları içerisinde yer alan Varlık Vergisi Kanunu, Milli Korunma Kanunu ve Toprak Mahsülleri Vergisi Kanunu’yla birlikte, Türkiye halkının büyük bir bölümünün CHP iktidarından soğumasına yol açmış, D.P’yi hazırlayan etkenlerden biri olmuştur. Ayrıca Türkiye’de ekonomik, sosyolojik ve nüfus açısından da değişimlere yol açmıştır. Varlık Vergisi bazılarınca ,verginin baş uygulayıcılarından Faik Ökte’ye göre “ Cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartan bir sahifesi” olarak nitelenirken, bazıları da devlet aracılığı ile milyonlar kazanan savaş vurguncuları ve azınlıkları hedef almasından dolayı vergiyi savunmuşlardır.
https://twitter.com/sigaramcamel/status/1207027422987767819
Kapheros@sigaramcamel
1930'lu yıllar Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara geldiği, İtalya'da faşist Musolini'nin tekrar seçimi kazandığı, dünyanın yeni bir savaşa adım adım yaklaştığı, Yahudilere olan nefretin arttığı bir karanlık çağdı.
https://twitter.com/sigaramcamel/status/1206660353104515075
Uluç Özüyener@ulucozuyener
“Azınlık” kelimesini hep itici buldum. Sağlıklı toplumlarda herkes çoğunluktur. Ama bizim toplum sağlıksız. Bu kelime eskiden Müslümanlık harici dinlere inananlar için kullanılırdı. Şimdilerde ise Atatürkçü modern insanları da kapsayarak “azınlık” nüfusu büyütüldü. Hayırlı olsun.
https://twitter.com/ulucozuyener/status/1208007088695398401
Ufuk Uras@UfukUras
Galata'daki Musevi müzesinde çok kıymetli eserler sergileniyor, ziyaret etmenizi öneririm. Kafası kızınca nedense orayı protesto edenlerin, bombalayıp cana kıyanların, bir kadim kültürden nasıl da habersiz yaratıklar olduklarını anlamanızı da sağlıyor bu müze.
https://twitter.com/UfukUras/status/1208870202571677701