İspanyol yazar ve şair Alejandro Casona´nın (1937 – 1965) 1949’da yazdığı, ülkemizde daha önce birkaç kez sahnelenmiş dramatik komedisi ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ yılın ilk günlerinden itibaren Tiyatrokare’de, Nedim Saban’ın çevirisi ve yönetmenliğinde sahneleniyor.
1903'te doğan, iç savaş sebebiyle Arjantin'e sürgüne gönderildiği 1937 yılına dek eğitmenlik ve yazarlık yaparak birkaç önemli ödül de kazanan Alejandro Casona, aralarında 1949’da yazdığı ünlü ‘Los árboles mueren de pie / Ağaçlar Ayakta Ölür’ de olan çok sayıda oyunu 1963 yılına kadar yaşadığı Arjantin’de yazmış ve sahnelemiştir.1963’te İspanya’ya giriş izni çıkınca Casona Madrid’e dönmüş, eserleri ancak o tarihten sonra İspanyol seyircisine ulaşabilmişti.
‘Ağaçlar Ayakta Ölür’, haylaz, sorumsuz ve paragöz yeniyetme torununu evden kovduktan sonra, eşi kalp krizi geçirip hayata küsünce, onu yeniden yaşama bağlamak için torununun ağzından eşine mektuplar yazan bir adamın öyküsü. Her mektup geldiğinde karısının daha da canlandığını gören adam bu oyunu yıllarca sürdürür. 15 yıl sonra eve gerçek bir haber ulaşır; kayıp torunun dönmek üzeredir. Haber geldiğinde büyükanne müthiş sevinir ama kısa bir süre sonra başının belaya girdiği ve uzun bir süre için hapiste olduğu anlaşılır. Son durumu karısından gizleyen büyükbaba, heyecanla torununu ve mektuplarda evlendiğini de yazmış olduğu için, gelinini bekleyen eşinin son günlerini mutlu geçirmesi amacıyla, sahte bir torun ve sahte bir gelin arayışına çıkar…
‘Ağaçlar Ayakta Ölür’, Türkiye’de defalarca sahnelenmiş, iki kez de sinemaya uyarlanmış olduğundan öykünün devamını hemen herkes bilir ama, bilmeyenlerin ağız tadını kaçırmamak için biz anlatıyı burada keselim.
Yazılışından 70 yıl sonra izlendiğinde, metnin epey eskimiş olduğu azar azar ortaya çıkıyor. Mantıksal açıdan, günümüzde cep telefonu ya da Skype ile dünyanın her yerindeki insanlarla bire bir iletişim kurulurken, anlatının omurgasını oluşturan mektup olayının oyuna neredeyse arkaik bir boyut getireceğini fark eden Nedim Saban, çevirdikten sonra oyunu uyarlama olarak yeniden ele aldığında zamansal olarak 1980’lere getirmiş. Bu dramaturgi oyunu hem mektupla haberleşmenin doğal olduğu döneme, hem de antifaşist Casona’nın, yaşamış olsaydı siyasi açıdan rahatlıkla eleştirebileceği bir zamana getirmiş. Casona’nın, onu hayalperestlikle suçlayan eleştirmenlere hak verecek kadar duygusal olan metni iyice ayıklanarak aşırı dokunaklı ve teatral temalarından da bir miktar arındırılmış ama yine de Ağaçlar Ayakta Ölür’ün biraz ‘demode’ bir tadı var. Ancak metnin esas büyük artısı başrolü üstlenen kadın oyuncuya unutulmaz bir performans gerçekleştirme fırsatı yaratması.
Oyun ilk kez 1962’de Ankara Devlet Tiyatrosunda sahnelendiğinde bir tiyatro efsanesine dönüşmüş, büyükanneyi canlandıran Macide Tanır’ın yorumu göklere çıkarılmıştı. Ondan sonra da tiyatroda ya da sinemada büyükanne yorumu her zaman ilgi çekmiş, hayranlık uyandırmış.
Tiyatrokare’nin kurucusu Nedim Saban’ın, yönettiği oyunları, hem sahneleme hem oyunculuk açısından çok başarılı bulduğumu, ancak onun modern klasiklere yatkın tiyatro anlayışının, çoklukla daha çağcıl ve hatta ayrıksı oyunlara yönelen kişisel beğenime her zaman uymadığını belirtmişliğim vardır. Ancak Nedim’in tiyatroya olan sevgi ve saygısına, bir vefa borcu ödercesine, tiyatroya adım attığı ilk günden itibaren, günümüz modernitesinin göz ardı etmeye ve unutmaya yatkın olduğu, belirli yaşa gelmiş oyunculara sahnesini açmak bir yana, repertuarına onları öne çıkaracak oyunlar koymasına, onlar için özel replikler yazmasına hep hayran olmuşumdur. Nedim Saban, 30 yıla yaklaşan tiyatro serüveni boyunca benzersiz bir kadirşinaslık örneği göstermiş, 1992’de Tiyatrokare’de yönettiği ilk oyun ‘Lost In Yonkers’da büyük oyuncu Macide Tanır’ı tekrar sahnelere kazandırmış, onun peşinden Türk Tiyatrosuna damgasını vurmuş, ancak bir yaştan sonra fiilen ya da dolaylı olarak emekliliğe zorlanmış, Pekcan Koşar, Çiğdem Selışık, Rüçhan Çalışkur, Celile Toyon, Suna Keskin, Serpil Tamur ve Melek Baykal gibi oyunculara yeniden sahneye çıkma olanağı yaratmıştı.
Devam etmeden önce, bir parantez açarak, Tiyatrokare’nin bazı oyunlarının tarzına uzak kaldığımı belirtirken bu yorumun bütün oyunları için geçerli olmadığını, örneğin Emir Özden’in nefes kesici yorumuyla, Asperger sendromlu başkişisinin algı dünyasını başarıyla sahneye yansıtan ‘Süper İyi Günler’in kesinlikle geçen sezonun en iyi oyunlarından biri olarak müthiş beğendiğimi hatırlatmak isterim. Hâlen Türkiye ve İstanbul içinde turnede olan bu oyunu sakın kaçırmayın.
Biz gelelim Nedim Saban’ın Ağaçlar Ayakta Ölür’ü yazılışından 70 yıl sonra, dönemsel bir uyarlama olarak yeniden yorumlayışına. Sahnelemede 1980’lerin modasını yansıtan kostümleri ve mobilyaların içinde yıllarca yaşanmışlık duygusu veren eskimişliğini çok etkileyici bulduğum Cihan Aşar dekor, Sadık Kızılağaç kostüm ve İsmail Sağır ışık tasarımlarını üstlenmişler. Nuri Gökaşan, Burcu Kazbek, Arif Güney, Oral Özer, Meltem Özlevent ve Mahir Akgündoğdu başarılı bir ekip oyunculuğu sergiliyorlar. Özellikle Oral Özer’in oyunun ‘kötü adam’ına derinlikli yaklaşan, karakteri yargılamaksızın onu bu hâle getiren etkenleri hissettiren, içinde kalmış bir nebzecik sevgiyi duyumsatabilen yorumunu çok beğendim.
Ama tabii ki Ağaçlar Ayakta Ölür her şeyden önce bir Nevra Serezli oyunu.
Ben Nevra Şirvan’ı ilk kez Dormen Tiyatrosu’nda, yanılmıyorsam Cengiz Han’ın Bisikleti’nde izlemiştim. Ardından da AST’ta, ‘Durdurun Dünyayı İnecek Var’ oyununda. Bu gencecik kızın, olağanüstü sahne hâkimiyetine, değme şarkıcıyı kıskandıracak müzikal yeteneğine hayran olduğumu söylediğime bir Kolejli arkadaşımız, “o henüz lise sondayken, cockney aksanıyla oynadığı ‘My Fair Lady’ ile okulda bir efsane olmuştu” demişti.
Sonrasında, 50 yıl boyunca, hemen hepsini izlediğim sayısız oyun, sayısını kendi de bilmediği ödül. Ayrıca sinema ve son zamanlarda dizi oyunculuğu ve dublaj sanatçılığı…
1968’de Dormen Tiyatrosunda tanıştığı Metin Serezli ile evlenerek meslek yaşamına kocasının soyadıyla devam eden Nevra Serezli’nin evliliği, eşinin, ne yazıktır ki 2013’te aramızdan erken ayrılışına kadar devam etti.
Nevra ile Metin’in bizim yaşamımızda önemli bir yerleri vardır.
1970’lerin ilk yarısında, İstanbul Tiyatrolarında birbirinden güzel oyunlar sahnelenir hepsi de dopdolu salonlarda oynanırken seyirci / tiyatrocu ilişkisi farklı bir boyutta gelişirdi. İtalyan dediğimiz klasik sahnenin, oyuncuları izleyicilerden ayıran o görünmez duvarı yüzünden biz, onları paralel evrende yaşayan uzaylılar, yarı tanrı varlıklar olarak algılardık. Eşimin Sander Kitabevinde beraber çalıştığı can arkadaşımız Esra Şirvan ile samimiyetimiz giderek artmış, evlerine gide gele Ulya ve Süreyya Şirvan’la nerdeyse kendi anne babamız kadar yakınlık hisseder olmuştuk. Esra’nın ablası Nevra Serezli ve eşi Metin ile tanışmak bizim için çift yönlü bir sürpriz oldu. Bir yandan o “uzaylıların” bizler gibi insan olduklarını fark etmek tiyatronun büyüsünü biraz bozarken, diğer yandan giderek samimi olduğumuz bu çiftin güzelliklerini keşfetmemize, onları farklı bir planda beğenmemize ve sevmemize sebep oldu.
O dönemlerde tiyatroculuk fiilen ağır işçilik sınıfına girerdi. Haftanın altı günü, üstelik hafta sonları matine ve suare oyun oynanır, repertuardaki oyunların çoğunda rol almış olan oyuncular, gece ile gündüzün yer değiştirdiği zorlu şartlarda çalışır ve yaşarlardı. Nevra ile Metin, böyle bir ortamda iki çocuk sahibi oldular ve harika bir anne baba olarak iki oğullarını yetiştirdiler.
Onları ilk tanıdığımda da, şen şakrak Nevra’nın yaşça bizlerden azıcık büyük olduğu için daha olgun duran Metin’i inanılmaz bir dengeyle tamamladığı, müthiş uyumlu, birbirinin yakın arkadaşı olmayı başarmış bir çifttiler ve bu birlikteliği hiç aksatmadan, 45 yıl sürdürdüler.
Bir oyunla ilgili izlenimleri paylaşırken anılarıma biraz fazla dalmış olduğumun farkındayım ama, dün geceki galada annesi ve babasıyla aynı mesleği seçmiş olan Murat Serezli’nin yüz hatlarında sevili dost Metin’in yakışıklılığının yansımasına dalıp giderken, ya da bembeyaz saçlarının daha da güzelleştirdiği canım Esra ile, fiziği bana bana hep dedesini anımsatmış olan, karşımızda iki çocuk babası koca bir adam olarak duran Selim Serezli için “biz Selim’in doğum haberini Büyükada’da sizdeyken almıştık” muhabbeti yaparken, doğal olarak o yılları anımsayıverdim.
Oyuna dönmeden, bu geçmişte yolculukta bir adım daha atarak, kısaca tekrar Metin’den söz etmem şart. Hasretle andığım, eksikliğini her an hissettiğim arkadaşlığımız bir yana, onu sahnede seyretmiş olduğumuz için, gala gecesi Nevra’yı hayranlıkla izleyen genç kuşak oyuncu ve seyircilerden çok daha şanslı, çok daha ayrıcalıklı bir kuşaktır bizimki. O unutulmaz ses tonu, bugünün gerçekçi oyunculuklarına taş çıkartacak doğallığıyla Metin, oynadığı her karaktere kendinden bir şeyler katabilen olağanüstü bir sahne insanıydı. Nurlar içinde uyusun.
Biz gelelim Nevra Serezli’ye…
Bunu kendisine kırk yıl önce de söylemişliğim vardır, Nevra büyük oyuncudur. Büyüklüğü de, büyük oynamamasından gelir. Bırakın kendi kuşağındaki kimi oyuncu gibi rol kesmeyi, Nevra sahnede “oyunculuk” yaptığını hiçbir zaman hissettirmez. O tanıdığınız, sevdiğiniz arkadaşınız sahneye adım atar atmaz yok olur, oyun bitene dek metindeki karaktere dönüşür, onu fiilen yaşar.
Ağaçlar Ayakta Ölür’de de aynen öyle oldu. İzleyicilerin hasretlerinin ifadesi olarak süregelen alkışları eşliğinde elinde bastonu, merdivenlerden inen yaşlı kadın, bir hafta önce başka bir galada karşılaşıp hasret giderdiğimiz Nevra değildi. Sanki bedenini 15 yıldır torununu bekleyen büyükanne devralmıştı.
Nevra, büyükanneyi tiyatroda ve sinemada oynamış olan kimi ünlü oyuncunun melodramatik öğeleri öne çıkararak izleyicileri duygularından yakalayan kolaycı ama “ağlak” yorumdan olabildiğince uzak durarak karakterine zor yoldan ulaşmayı yeğlemiş. Tüm aşırılıklardan arındırılmış, yalın, sade, her türlü yapay duygusallıktan kaçınan gerçekçiliği ve doğallığıyla izleyicinin gönlünün en derinine ulaşabilen bu iç burkucu yorum, üst düzey bir tiyatro dersi niteliğinde.
Kimi oyunlar mantığın, kimi de gönlün imbiğinden geçirilerek izlenir. Sonuç olarak her dem geçerli insani duygular üzerine kurulmuş olan Ağaçlar Ayakta Ölür, tiyatro açısından azıcık eskimiş bile olsa insanın gönlüyle iletişim kuracağı bir metin.
Ama onu yılın olmazsa olmazına dönüştüren, Nevra Serezli’nin 11 yıl aradan sonra asıl ait olduğu yere, tiyatro sahnesine görkemli dönüşü. Hoş geldi sevgili dost. Artık kendini bizlere özletme!!!.
31 Ocak, 23 Mart Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, 1 Şubat, 26 Mart, 3 Nisan Trump K.M. 3 Şubat, 10 Mart Ataköy Yunus Emre, 23 Şubat Kozzy K.M. 8, 29 Mart, 5 Nisan Profilo K.M. ve sezon boyunca Türkiye sahnelerinde. Sakın kaçırmayın derim.