Erdağ Aksel, heykel dünyasına yıllarını vermiş bir sanatçı. Kendisi yalnızca eserlerini üretmemiş, bu işin akademik dünyasında da yer almış, yüzlerce sanat öğrencisinin eğitimine katkıda bulunmuş bir isim. 2019 yılında Sabancı Üniversitesi Emeritus Profesörü olan Aksel, Bilkent ve Sabancı Üniversitelerinin kuruluşunda çalışırken, yurt dışında da iki üniversitede öğretim üyeliği yaptı. Dünyanın önde gelen modern sanat müzelerinden Tate Modern koleksiyonuna giren ilk Türk heykel sanatçısı Erdağ Aksel’in ‘Metres’ sergisini şubat sonuna kadar Teşvikiye’de 44a Sanat Galerisinde izleyebilirsiniz.
Cetvelleriyle bir dil oluşturan Erdağ Aksel, aslında ‘mutlak’ bir ölçüyü belirlemek için kullanılan bu alete eserleriyle hayat veriyor. Sergisinde izleyiciyi marangoz metresinden yapılmış bir zeminde yürümeye davet eden sanatçı, yine metreden yapılmış, ama parlak taşlarla süslenmiş bir ütü masası ya da ‘başarı grafiği’ gibi düzenlenmiş bir marangoz metresi ile toplumun bireyden beklediği ‘ölçülere’ mi işaret ediyor?
Aksel’in işlerinde kullandığı malzemeler arasında en çok dikkatimi çeken hep cetvelleri olmuştur. “Ölçme işleminde kullanılan otuz santimlik klasik ahşap bir cetvel ya da yine bildiğiniz gündelik bir malzeme olan üst üste katlanan sarı marangoz cetveli bir sanatçının eline geçerse ne olur, bir cetvel kaç şekle girebilir” diye düşünmüşümdür… Bu sefer kendisine sorma fırsatım oldu ve sanatçı ile son sergisi vesilesi ile işlerini, akademik kariyerini, sanatta ölçmeyi ve görmeyi konuştuk.
Serginizde duvara yazdığınız bir yazı var: “Ölçmek karşılaştırmaktır hâkim ölçüsüzlük ortamı ölçüyü kaçırma özgürlüğünü sınırlar.” Öncelikle buradan başlamak istiyorum. Bununla izleyiciye neyi anlatmak, neye dikkat çekmek istiyorsunuz? Burada bahsi geçen ‘ölçüden’ ne anlıyoruz, açabilir misiniz?
Sanat dünyası artık içinde birçok kişiyi, eylemi ve mekanizmayı barındıran çok büyük bir dünya. Kabaca iki kategoride ele alındığında, iç içe geçmiş bir sanatı üretme ve bir de sanatı gösterme dünyasından söz edebiliriz. Sözünü ettiğim ölçüsüzlük ortamı temelde sanatı gösterme dünyasına hâkim. Bu dünyada akademik mesafeyi koruyan, analitik, eleştirel bir yayın, değerlendirme ya da gösterme yaklaşımına pek rastlanmıyor. Sanat üretme eyleminin içinde barındırdığı ve barındırması da gereken özgürlük ortamının sanat gösterme dünyasına her şeyin yapılabileceği bir serbestlik ortamı olarak yansıdığı izleniyor. Sanat üretimi sürecinde tabii ki özgür düşünce, ölçüsüz yaratıcılık çok önemli ve gerekli. Ancak sanat gösterme dünyasında, özellikle sanat değerlendirme ve sanat göstermenin gerekçelendirilmesine yönelik metinlerin sosyal bilimlerle olan akrabalık ilişkileri nedeniyle farklı kriterleri vardır. Bu çalışmaların daha analitik, karşılaştırmalı ve ölçülü olması beklenir. Son kertede, sanat değerlendirme ve gösterme eylemi sanat üretme eyleminden farklıdır. Sevgili Murat Belge’nin özgürlükler ile serbestlik arasındaki farklılığa işaret eden kıymetli değerlendirmesinden yola çıkarsak sanat gösterme dünyasında, sanat üretme sürecinde gerekli olan içsel özgürlük ile her şeyin yapılabildiği serbestlik kavramlarının birbirine karıştırıldığı hissine kapılıyorum. Kaotik İstanbul trafiği tam anlamıyla serbesttir. Buna karşılık gece yarısı hiç trafik polisi olmayanı bir kavşakta kırmızı ışıkta, kemeri bağlı bir şekilde durarak yeşil ışığın yanmasını beklemek özgürlüğe tekabül eder. Sanat gösterme dünyasına giderek hâkim olan bu ölçüsüz serbestliğe en klasik örnek, aynı gazetenin kültür sayfasında bir gün kavramsal bir sanat sergisine övgüler dizen bir yazı, ertesi gün de kurutulmuş çiçeklere yapılmış düzenlemeler içeren amatör bir sergiye övgüler dizen bir yazının yayınlanabilmesidir. Benzer tutarsız davranışları birbiri ardından sergiler açan sanat gösterme mekânlarında da izlemek mümkün. Ölçmek karşılaştırmaktır. Görsel sanat alanında karşılaştırmak, görebilmeyi, bilgiyi, analiz yapabilmeyi gerektiriyor ve tabii emek istiyor. Ben sanat gösterme ve değerlendirme dünyasındaki tavrın İstanbul taksi şoförlerinin kolaycı ve kestirmeci serbestliğine fazla yaklaştığını düşünüyorum. Karikatürize olmuş klişe bir sanatçı serbestliği tavrının benimsendiği bu sanat gösterme dünyası kuşkusuz sanat üretimini de etkiliyor.
Bu yazıyı ‘geçici, hemen silinebilir’ bir malzeme olan tebeşir ile yazarken, ölçülerin de değişkenliğine, geçiciliğine mi işaret ediyorsunuz?
Açıkçası tebeşir kullanarak duvara bir yazı koyma kararı birkaç arkadaşımın önerisi üzerine oldu. Sanatçının küçük düşünce notlarını dünyanın en önemli sözleriymiş gibi kestirilmiş plastik harflerle yapıştırılması yaklaşımından farklı olması fikri de bana uygun geldi.
Heykel çalışmalarınızda çokça kullandığınız, gündelik bir malzeme olan marangoz metresi, bu serginizde de mevcut. İşlerinizde zaman zaman malzemenin kendisini, zaman zaman da farklı materyallerde ve boyutlarda yansımasını görüyoruz. Neden cetvel? Bu bizi yine ölçme kavramına mı götürmeli?
Yukarıda sözünü ettiğim gibi ölçmeyi yani karşılaştırmayı önemsiyorum. Son kertede hayatı hep karşılaştırarak yaşıyoruz. Bir odanın bir ucundan diğer ucuna yürümeye kalktığımızda bile karşımıza çıkan masaya bakıyor, boşluk ile masayı karşılaştırıyor, boşluğu seçip masaya çarpmadan yürüyoruz. Ancak çalışmalarımda da malzeme seçimimde de her zaman tek bir anlam yerine anlam katmanları olmasını önemsiyorum. O otuz santimlik klasik, ahşap cetvellerle ellerime vurulduğu mektep anılarım ya da yine o erkek ergenlik yıllarında o tahta cetvellerle penis boylarını ölçen arkadaşlarımın hikâyeleri de benim malzeme seçimimi ve işin arkasındaki öyküyü belirliyor, zenginleştiriyor.
Sanat eğitimindeki ‘ölçüler’ nelerdir?
Sanatçı kimliğiniz yanında hayli faal ve etkin bir akademik hayatınız da olmuş. Uzun yıllar görsel iletişim dili dersleri verdiniz, dolayısıyla birçok öğrencinin sanat eğitimine katkıda bulunmuş, sanatta kendi yollarını bulmaya yardımcı olmuşsunuzdur. Sanat eğitimindeki ‘ölçüler’ nelerdir? Bir hoca öğrencisinin yaratıcılığını ortaya çıkarmasına, sanat dilini bulmasına nasıl yardımcı olur, kendi katkısının ölçüsünü nasıl belirlemelidir?
Emekli olurken yaptığım konuşmada, Türkiye’ye döndüğümde bol miktarda overlokçu ihtiyacı gördüğümü, buna karşın kimsenin sanatçı ya da sanat aramadığını fark ettiğimi, dolayısıyla mecburen hoca olduğumu söyledim. Burada altını çizmek istediğim hocalığın benim için kutsal, ulvi bir amaç olmadığıydı. Bu tavrı önemsiyorum çünkü uzun süreli hocalığın mesleki deformasyonlarını izlemiş ve kendimi bunlardan korumak istemiştim. Son kertede, yıllar boyunca karşınızda gözlerinize bakan, ağzınızdan çıkan her sözü doğru belleyen bir sürü genç insanla çalışınca, hocaların gerçekten de söyledikleri her sözün mutlak doğru olduğuna kendilerinin de inanmaya başladıklarını izledim. Hafif bir megalomani içeren bu mesleki deformasyon hep aklımdaydı ve bundan hep uzak durmaya çalıştım. Hocalığı yüceltmeyi reddettim, profesyonelliği ise hep önemsedim. Sanat eğitimindeki ölçüler bu röportaj için fazla uzun bir konu. Elimden geldiğince öğrencilere görmeyi, görmenin bir dile benzediğini, her dilde olduğu gibi farklı görme düzeyleri olduğunu anlatmaya çalıştım. Nasıl sözel dilde kimi epik roman yazabiliyor, kimi de sadece elma fiyatını bir etikete yazmanın ötesine geçemiyorsa görmek eyleminde de farklı dereceler olduğunun altını çizdim. Son kertede romancıya da, etiket yazan manava da sözel dil açısından ‘okuryazar’ diyoruz. Ancak dili gerçekten bilme ve kullanma açısından arada dramatik farklar olduğunu da biliyoruz. Görmek konusunda da benzer bir durum söz konusu. Hemen herkes görüyor ama bazıları mümkünse formel bir görme eğitimi alıp, yine mümkünse görme dilinde roman ya da şiir yazma becerisine ulaşabiliyor. Tabii nasıl bir dili iyi öğrenmek insanı iyi romancı ya da şair yapmıyorsa, bu görme dilini öğrenmek de kimseyi sanatçı filan yapmıyor. Ancak bir dili bilmeden ya da az bilerek o dilde iyi roman yazmak da mümkün değil. Tabii biraz kinaye de içerse buna bir dili bilmeden ya da az bilerek eleştirmen ya da editör olmanın da zorluğunu eklemeliyim. Sanatçı eğitiminin yaklaşık 10-15 yıl sürdüğünü düşünüyorum. Bizler bu sürecin sadece dört yılında yer alıyoruz. Dolayısıyla katkımız oluyor ancak asıl işi sanatçı adayları yapmak durumunda. Yani dört yıllık bir eğitim sürecinden çok da fazla şey, hele hele sanatçı üretmesini beklememek lazım. Öğrencilerime en doğru bildiklerimi elimden gelen en profesyonel yaklaşımla anlatmaya çalıştım. Ama daha önemlisi doğru bilgi dediğim her şeyi de her zaman sorgulamalarını anlatmaya çalıştım.
Öğrencilerinizin ortaya koyduğu işlere bakarak Türkiye’nin çağdaş sanat geleceğine ilişkin bir çerçeve çizebilir misiniz? İçinden geçtiğimiz dönemin yaratıcılığa ve üretime yansıması nasıl gerçekleşmektedir?
Öğrencilerimin ürettikleri işlere, hatta mezun olduktan dört yıl içinde ürettiklerine bakarak sanatın geleceğine dair bir şey söylenemeyeceğini düşünüyorum. Mezuniyetlerinden on yıl sonra üretmeyi sürdürüyorlarsa ancak o zamanki yapıtları bize sanatın geleceği konusunda bir fikir verebilir. Maalesef hem Türkiye hem dünyada sanat eğitimi alan gençlerin çok ama çok büyük bir kısmı mezuniyet sonrası ilk beş yıl içinde sanat üretmeyi bırakıyorlar. Bu senelerdir böyle. On beş yıl önceki bienal kataloglarına bakarsanız, o zamanlar belli ki ümit veren, şimdi ise adı sanı kalmamış bir sanatçı deposuyla karşılaşırsınız. Ben sponsorsuz, koleksiyonersiz, küratörsüz ve gelecekte sergi yapma imkanı görünmeyen bir ortama ‘rağmen’ üreten bir kuşaktan olduğum için proje, sponsor, sergi temelleri üzerine yönelik, bu taleplerden ‘dolayı’ sanat yapılan yeni çalışma ortamının üretimi çok düşürdüğü görüşündeyim. Ama siz yine de bu dinozora bakmayın, yanılıyor olabilirim.