Tiyatro Pangar, sezona, ‘Hedda Gabler’ oyununun, Patrick Marber’in Henrik Ibsen’den uyarladığı, Mehmet Birkiye’nin yönettiği yepyeni bir yorumuyla girdi.
Norveçli oyun yazarı ve şair, tiyatroda “eleştirel rasyonalizm” anlayışının öncüsü, Henrik Ibsen (1828 -1906), izleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu bir dönemde gerçekçi oyunlar yazmış, eserlerinde kadının toplumdaki yerini ve sosyal hayattaki itilmişliğini ilk kez eleştirmiş, bireyselliğin önemini ve her bireyin yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurgulamıştır. Oyunlarında modern dünyaya ve insanlara getirdiği eleştiriler nedeniyle tepki gören İbsen’in 1890’da yayımlanan, ilk Almanya’da sahnelenen, ‘Hedda Gabler’ oyunu, görünürde dönemin ahlâk yapısına uymadığı gerekçesiyle, esasta ise burjuvaziye saldırdığı için epey olumsuz eleştiriler almıştı.
Günümüzde, burjuvaziyi paylaşılmış değerleri olan tek bir sınıf olarak görmek mümkün olmasa da, 19. yüzyıldan beri yaşamımızı kontrol eden, düzene sokan, tüm geçmişi çarpıtan burjuva tutku ve korkuları hâlen tüm toplumsal ve iktisadi sınıfların içine işlemiş olduğundan, Hedda Gabler güncelliğini koruyan yapısıyla, sadece 19. yüzyıl tiyatrosunun değil, çağcıl dünya dramasının da önde gelen klasiklerinden biridir.
Oyun, aristokrat ortamda yetişmiş, evlenme ve çocuk sahibi olma yaşının sınırlarına yaklaşmış güzel, iddialı, dik duruşlu Hedda’nın (Demet Evgar), biraz da istemeyerek evlendiği akademisyen kocası Jörgen Tessman’la (Tuğrul Tülek) altı aydan fazla süren balayı seyahatinden döndüklerinde başlar. Aslında ne eş, ne de anne olmayı istemeyen ancak yaşam amacı erkek egemen düzen tarafından belirlenen Hedda’nın özgürlük tutkusuna karşın, ataerkil toplumun baskısı yüzünden yaşı geçmeden yapmak zorunda kaldığı bu evlilik hiçbir beklentisini karşılamamaktadır. Umut verici bir geleceği olsa da, işine tutkuyla bağlı Tessman’ın maddi durumu karısının alıştığı lüksü ve refahı karşılayacak durumda değildir. Büyük olasılıkla hamile kalmış olması da Hedda’nın sosyal yaşamını sekteye uğratabilecektir. Tatminsizliğin onu sürüklemiş olduğu kırgınlık ve hırçınlık, romantik ideallerinin erkeği olmasına karşın parasal ve toplumsal açıdan koca olarak uygun bulmadığı için terk etmiş olduğu eski sevgilisi Ejlert Lövborg’un (Osman Karakoç) şehre dönüşüyle doruğa çıkar. Yakışıklı, yetenekli ama alkolik Lövborg, hem arınma sürecindedir, hem çok başarılı bir kitap yazmıştır, hem de Tessman’ın eski göz ağrısı, silik Thea Elvsted (Yeşim Koçak) ile birliktedir.
Burjuvazinin dayattıklarını kabullenmenin de işe yaramadığını gören Hedda, toplumun normlarına karşı gelerek, hayranlıkla karışık kıskançlık duyduğu Lövbog - Elvsted ilişkisini mahvetmeye yönelecek, ancak bu çaba, kendisine de yaşam alanı bırakmayan bir tragedyaya dönüşecektir…
Patrick Marber zaten çok çağcıl olan oyunu her türlü zamanın dışında bırakacağına, Hedda Gabler’i zamansal olarak da güncelleştirmeyi yeğlemiş. Kanımca günümüze uyarlama metne hak etmediği bir mantıksızlık getirmiş. Evin hizmetçisinin durmaksızın cep telefonuyla selfie çektiği bir ortamda, oyunun kilit elemanı Lövborg’un kitabının bilgisayarda değil elle yazılmış tek bir nüshasının olması metne gereksiz bir absürt anlam katıyor. Bu bakış açısı bana, son zamanlarda solistlerle koroya perdesü giydirerek operayı modernleştirdiğini sanan sahnelemeleri anımsattı. Zaten hâlâ çok güncel olan olay ve ilişkilerin görsel değil içsel çağcıllığı araştırılsaydı daha mantıklı olurdu kanısındayım.
Bu modernite çizgisinde Cem Yılmazer’in Sahne ve ışık ile Gamze Kuş’un kostüm tasarımları çok başarılı. Özellikle yaşananları doğal görünümlü ışıklandırma altında anlatırken, düşünülen ve hayal edilenlerin, Çağrı Beklen’in müzik ve Tuğçe Ulugün Tuna’nın hareket tasarımlarının desteğiyle, monokrom yeşil ya da kırmızı ışıkla neredeyse fantastik bir boyuta getirilmesi çok başarılı. Ancak burada da biraz ipin ucunun kaçtığını, fazla sık karşılaştığımız ‘düşlenenlerin’, giderek anlatıyı böldüğü ve izleyiciyi yormaya başladığı kanısındayım. Hizmetçinin, elinde telefonu, durmaksızın koşuşturarak hareket düzenine katılmasının da, olanların ya da duyumsananların altını çizmekten çok, izleyicinin dikkatini dağıttığını düşünenlerdenim.
Bunlar, benim sahneleme ile ilgili çekincelerim. Tabii ki son karar sizin olacak Ancak, önemli bir klasiğin, üzerinde çalışılmış bir prodüksiyon olarak sahnelenmesi bile çok önemli. Başta Demet Evgar’ın müthiş etkileyici Hedda’sı ve Tuğrul Tülek’in benzersiz Tessman’ı olmak üzere tüm ekibin toplu oyunculuğu çok başarılı. Bunun için bile görülmeyi hak ediyor.
25.02 Beylikdüzü Atatürk Kültür Merkezi, 01.03 CKM, 29.03 Zorlu PSM, 01.04 ENKA İbrahim Betil Oditoryumu ve sezon boyunca İstanbul ve Türkiye sahnelerinde
KADIKÖY THEATRON’UN YENİ OYUNU ‘DANSÖZ’
Theatron’un yeni yerinde yeni oyunu Şâmil Yılmaz’ın yazıp yönettiği, Sezen Keser’in oynadığı tek kişilik ‘Dansöz’.
Bakış üzerine bir hikaye bu. Bakış üzerine, fakat bakışın ufkunda kaybolmayı hedeflemiş bir hikaye. Severek yaptığımız işlerin başkaları tarafından nasıl bir cehenneme çevrildiğiyle ilgili bir hikaye. Yağmalanan bedenini ve ruhunu korumak için bir kadının açtığı cinnet kapılarıyla ilgili… İtibarsızlaştırılmış olan oryantalin asıl kökenleriyle ilgili… Oryantalin aslında neyle ilgili olduğuyla ilgili bir hikaye bu. Değişen zaman, dönüşen eğlence biçimleriyle ilgili… Kadınlarla hayvanların yan yana yürüdüğü bir hikaye bu.
Hiç kimsenin, annesinin bile dönüp bakmadığı kayıp bir kız çocuğunun; Meryem’in hikayesini anlatıyor ‘Dansöz’. Meryem, dünyanın ağırlığını gövdelerinde taşıyan çocuklardan. Fakat günün birinde, duyduğu bir müzikle, bütün hikayesi aniden değişiyor: Meryem, kökleri kadim ritüellere kadar uzanan oryantali ve dans ettikçe daha da büyüyen gövdesindeki hafifliği keşfediyor. Bakışlar ilk kez üstüne çevriliyor. Tüm bakışların üstüne çevrildiği andaysa, Meryem, bakışın da kendi ağırlığıyla geldiğini; hatta bazen görülmenin en ağır yük olduğunu, bakanın neredeyse her zaman gördüğünden fazlasını talep ettiğini fark ediyor… Buradan sonrası ise kıyamet!
Dansöz’de, oryantalin tek tanrılı dinler öncesi ritüellerle bağlantısından, dansçı ile seyircinin bakışarak ilişkisine, yukarıdaki tanıtım yazılarında değinilen her şeyi bulmak mümkün.
Ancak, oryantalle ilgiliyken çok katmanlı olan metin, iş dansözün karakterine gelince pek yüzeyde kalıyor. Üç kişiyi öldürdükten sonra elinde bıçak, kan içinde karşımıza çıkan, olasıdır ki anlattıkları bittiğinde başkalarını da öldürecek dansözün çığırından çıkmasının nedenleri hiç anlaşılmıyor. Öyküsünü anlattıkça, kişiliği hakkında herhangi bir ipucu vereceği anda dansöz “Bunu size anlatmayacağım” diyerek geçiştiriyor. Bu yüzden de, hem rolünü hem oryantal dansı çok iyi çalışmış olan Sezen Keser, karşımıza derinlemesine incelenmiş bir kişi olarak değil, çok güzel dans eden iki boyutlu bir anlatıcı olarak kalıyor.
Kanımca Dansöz’ün en büyük eksiği yazar Şâmil Yılmaz’la dramaturg Ozan Akgün’ün karakterin motivasyonunu belirleyemeyişinde. Yine de sahnelenmesi ve oyuncusunun başarılı performansı için izlenebilir. 21, 28 Şubat Kadıköy Theatron’da.
Yan Etki’de ‘10 Saniye’
Yan Etki’nin bu sezon ikinci yenisi Erdi Işık’ın yazdığı, Serkan Üstüner’in yönettiği, Algı Eke ve Nergis Öztürk’ün oynadığı ‘10 Saniye’.
Ülkenin prestijli okullarından William College’de okuyan bir çocuk, bir kediye işkence ettiğini belgeleyen video internette görüldüğünde yönetim tarafından kovulur. ‘10 Saniye’, çocuğunu okula geri aldırmak için her gerekeni yapmaya hazır Zeynep ile rehber öğretmen Elif’i karşı karşıya getiren bir oyun.
Erdi Işık iki kadının gerçeği arayışını ya da bulamayışını, top olarak şiddetin kullanılarak paslaşma olarak taciz ya da eşcinsellik dahil her türlü suçlamanın yapıldığı çok hızlı tempolu bir tenis karşılaşması gibi ele almış yazar olarak en büyük başarısı, her türlü yargılamadan ve kişilerini kalıplara sokmaktan ustaca kaçınarak, eğitimin sisteminin, çarpık aile ilişkilerinin ve etiket kavramlarının çocuk psikolojisini nasıl şekillendirebileceğini seyirciye bırakmasında.
Yazar olarak, sormakta tereddüt edebileceğimiz pek çok soruyu hiç çekinmeden soruyor. Zeynep, gerçekten sevgi dolu bir anne olduğu için mi arada bir çığırından çıkmaktadır, yoksa çocuğun mutluluğundan çok ailenin itibarını mı korumak için savaşmaktadır. Sevecen ve mantıklı Elif, gösterdiği gibi öğrencilerine fazlasıyla değer veren biri midir, yoksa bu dengeli görünüm baskı altına alınmış bir sapkınlığı mı gizlemektedir.
Işık’ın iki kadını sırat köprüsü gibi tehlikeli bir çizgide yola çıkardığı zekice yazılmış metnini Serkan Üstüner soluk soluğa oynanan ve izlenen bir maç olarak yönetiyor. Kimyaları müthiş uyuşan iki oyuncusunun performansları çok etkileyici. Pahalı rüküş giysisi içinde, zenginliği ve görmemişliği, burnu büyüklüğü ve kendine olan güvensizliği başarıyla iç içe geçiren uçuk Zeynep olarak Nergis Öztürk müthiş. Düzgün ‘öğretmen’ giysisi, sakin ve ölçülü duruşuyla sağduyuyu temsil ederken, alttan alta içindeki yangını hissettiren Algı Eke de çok iyi.
İyi yazılmış, iyi oynanmış çok düşündürücü bir oyun. Kaçırmayın.
25.02, 03.03, 17.03, 28.03 Toy İstanbul, 04.03 DasDas Sahne, 11.03, 12.03 Kadıköy Boa Sahne ve sezon boyunca İstanbul ve Türkiye sahnelerinde.
Hepinize iyi seyirler dilerim.