Meriç Aytekin
Teknolojinin hayal edebileceğimiz birçok şeyin ötesine geçtiği zamanlarda yaşıyoruz. Bazılarımız teknolojik değişimi hayatın her alanında sevinçle kucaklarken bazılarımız bu değişime karşı kuşku duymayı tercih ediyor. Teknolojinin etkilediği alanlara bağlı olarak bu kuşku ve kucaklama kamplaşması da değişiklik gösterebiliyor. Örneğin; iletişim alanındaki teknolojik değişimi savunan birisi genetik alanındaki çalışmalardan endişe duyuyor olabilir veya yapay zekâ çalışmalarına heyecanlanan birisi silah teknolojisindeki değişimleri ürkütücü buluyor olabilir.
Bu iki kampın neresinde duruyor olursak olalım teknolojinin geleceği herkesin mesele ettiği bir konu olarak güncelliğini koruyor. Teknoloji tartışmalarının belki de en önemli noktalarından birisi hastalıklar ve ölüm alanında karşımıza çıkıyor. İnsan ömrünün Sanayi Devrimi ile birlikte gittikçe uzadığını biliyoruz. Özellikle günümüzde ‘gelişmiş’ ülkelerde neredeyse sınıf farkı gözetmeksizin insan ömrünün oldukça uzun olduğunu gözlemliyoruz. Her ne kadar insan ömrünün uzaması anlamlı ve özgün bir hayat yaşamanın garantisi olmasa da birçok kişi için sağlıklı ve uzun bir yaşam oldukça cazip bir beklenti olmayı sürdürüyor.
İnsan ömrünün uzaması ve tıbbın ‘gelişmesi’yle birlikte ölüme ve hastalıklara bakış açımız oldukça değişmiş durumda. Modern tıbbın bu şaşırtıcı yükselişi birçok filozofun da ilgisini çekmiştir. Jacques Ellul, Ivan Illich ve Hans Georg Gadamer bu düşünürlere örnek olarak verilebilir. Ellul’e göre teknik akıl modern insanın yaptığı her şeyin içine yerleşmiş durumdadır ve insan artık teknoloji içerisinde kendi özerkliğini kaybetmiştir. Ellul’den oldukça etkilenen Illich’e göreyse modern insan baştan sona medikalize edilmiş bir hayat yaşamaktadır. Ona göre yaşamın kendisi artık medikal kavramlar dışında düşünülemez ve yaşanamaz haldedir. Gadamer ise Heidegger’in öğrencisi olarak bugün sağlıktan ve yaşamdan ne anladığımızı fenomenoloji açıdan sorgulamaya çalışır.
Teknoloji eleştirilerinin önemli bir kısmının muhafazakâr ve özcü hatta faşist korkulardan beslendiği aşikârdır. Örneğin Martin Heidegger meşhur ‘Siyah Defterler’inde (Schwarze Hefte) teknoloji ve Yahudi’nin bir ve aynı şey olduğunu; ikisinin de doğayı bozmaya ve doğal olanı yeniden şekillendirmeye dayandığını iddia eder.
Faşist ve muhafazakâr korkuları bir kenara bırakırsak teknolojinin tıp alanındaki etkileri her açıdan üzerine düşünülmeyi hak ediyor. Günümüzde hastalanmak düpedüz doğal olmayan ve ortadan kaldırılması gereken bir anormallik olarak görülüyor. Susan Sontag’ın ‘Metafor Olarak Hastalık’ eserinde ayrıntılı bir şekilde incelediği üzere hastalıklara karşı kullanılan dil uzun zamandır militarize bir dildir. Kanseri tedavi etmekten değil kanserle ‘savaşmaktan’ ona karşı elimizdeki tüm güçlü ‘silahları’ kullanmaktan bahsettiğimiz zamanlardayız. Artık hastalanmak kişinin bireysel suçundan ve başarısızlığından ötürü kaybettiği bir savaştır. Ölüme yaklaşan her deneyim ise istenmeyen bir kirlenme durumudur.
Ölümün ve hastalığın doğal ve gerekli olduğunu iddia etmiyorum. Modern tıbbın yükselişine karşı insanlığın hastalıklardan ve en nihayetinde ölümden kurtulma isteğini dışlayan bağnazlıklar bugün de kendine siyasi ve dini formlar bulmaktadır ancak aynı şekilde hastalıklardan kurtulma ve ölümsüz olma isteği de başka bir bağnazlık formu değil midir? Bedenin sürekli mükemmelleştirilmesi yani sağlıklı ve diri olması da dayatılan bir norm haline geliyor olamaz mı? Hastalığın ve ölümün insan türünden ‘söküp atılması’ arzusu da bir ütopya hayali içinde başka bir distopya tohumu taşımaz mı?
Ben insan ömrünün uzun veya kısa olmasına kendinde bir anlam yüklememeyi tercih ediyorum. Aynı şekilde ‘mükemmel’, sağlıklı bir bedene sahip olmakla hastalanmış bir beden arasında da kolay kolay bir ayrım yapmamaya çalışıyorum ancak nasıl coğrafya, din, dil, ırk ve sınıf gözetmeksizin sağlığın herkese ulaşılabilir olmasından bahsediyorsak aynı oranda insanlığın durumlarından biri olan hastalığa ve ölüme de yaşam dünyamızda yer açmamız gerektiğini söylüyorum.
Günümüzde sağlığa ulaşımda hem coğrafi ölçekte hem de sınıfsal ölçekte ciddi bir adaletsizlik olduğu inkâr edilemez bir gerçektir ancak bu ölümün ve hastalıkların gitgide dışlandığı bir kültürün özellikle batı toplumlarında yükselmekte olduğu gerçeğini değiştirmez.
Illich’e göre önceki çağlarda insanın ölümü kendi başına bir açıklamaya ve anlama sahipti bugünse her ölümün mutlaka ama mutlaka bir nedeni bulunmaktadır; artık bir insan sadece yaşlanarak ölmüş olamaz. Her ölüme aranan bir neden aynı zamanda ölümün kendisini de bir anormallik olarak görme eğiliminden kaynaklanmaktadır veya bu fikri güçlendirmektedir.
Bugün birçoğumuz hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için uzun ve sağlıklı bir yaşam istiyoruz ancak bu temenninin uç noktasında ölümü ve hastalıkları mutlak olarak doğal olmayan olarak görmek duruyor olabilir. Her ne kadar yaşamak ve sağlığa ulaşmak çok temel bir hak olsa da yükselmekte olan teknolojik çağ ile birlikte ölmenin ve hasta olmanın da bir hak olduğunu hatırlamamız gerekebilir.
Kaynakça:
Ellul, J. (1954). The Technological Society. New York: Vintage Books.
Gadamer, H.G. (2006). The enigma of health: the art of healing in a scientific age. Cambridge: Polity Press.
Illich, I. (1982). Medical nemesis: the expropriation of the health. New York: Pantheon Books.