Craft’ın muhteşem kadınları: ‘The Revlon Girl / Waterproof’

“Daha iyi görünmek istemiyorum!”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
4 Mart 2020 Çarşamba

Genç, güzel, bakımlı bir güzellik ürünleri temsilcisi, biraz kendini bırakmış görünen dört kadına, neredeyse törensel bir güzel görünme ve hissetme gösterisi yapmak, ürünlerini tanıtmak üzere, bir otelin tavanı akan odasına gelir. Kadınların temsilcinin etrafa Revlon ürünlerinin değil, bir Kızıl Haç ya da kadın derneği çalışanı olduğunu söylemesini istemeleri, toplantıyı sıra dışı ve biraz rahatsız edici bir havaya sokar. Şaşkın temsilci sunumunu yapmaya çalışırken, birbirlerini çocukluklarından beri tanıyan bu dört kadının kimi zaman karşısındakini açgözlülükle ya da sorumsuzlukla suçlayan saldırıları, kimi zaman da acı ve matem duygusu altında ezilmelerine şaşıran izleyici, azar azar oyunda yaşananların 1966 Aberfan Faciasından birkaç ay sonra geçtiğini ve dört kadının ölen çocuklarının acısıyla başa çıkmaya çalışan anneler olduğunu fark eder.

Her birini iyice tanımamız için sahneye teker teker giren, farklı yaş ve toplumsal kesimlerden bu çok farklı dört kadını, ömür boyunca yaşamlarının bir parçası olacak ‘o gün’ bir kardeşliğe, aileye dönüştürmüştür. Normal insanlar gibi davranıp, neşelenmeye niyetlendiklerinde de, birbirlerine acıtmaktan çekinmeden saldırdıklarında da karanlık bir bulutun güneşli bir günü karartması gibi, o günün anısı onları kederlerinde birleştirmektedir…

Günlerce süren yağışın ardından, Galler’in Merthyr Vale Kömür Havzasından çıkartılarak Aberfan köyünün yanındaki tepeye yığılmış maden atığı toprak ve şist, 21 Ekim 1966 sabahı kayarak heyelana dönüşmüş, köyün 20 eviyle ilkokul binası 40 bin m3 çamur ve toprağın altında kalmıştı. Faciada, heyelan sırasında köyün ilkokulunda eğitim gören 116 çocukla 5 öğretmen de olmak üzere, 144 kişi ölmüştü.

Çoklukla sinema ve televizyonda çalışan Galler kökenli İngiliz yazar, besteci ve yapımcı Neil Anthony Docking, çocukluğundan beri ailece konuşulan Aberfan Faciası ile ilgili bir oyun yazmaya karar verince, giriştiği araştırma sürecinde gerçekten yaşanmış ilginç bir olayla karşılaşmış. Çocuklarını yitirmiş birkaç anne haftada bir, konuşmak, acılarını paylaşmak, birbirine açılmak, belki de birlikte ağlamak amacıyla bir otel odasında buluşmaya başlamışlar. Toplantıların birinde birbirlerine bakıp, belki de etrafa umursamaz izlenimi vermemek için, kendilerini iyice salmış olduklarını fark etmişler. Bunun üzerine, kozmetik şirketi Revlon’dan, onlara güzelleşme önerileri verecek bir temsilciyi gizlice göndermesini istemişler.

Bu toplantılarda neler yaşanabildiği düşüncesi, Docking’in bizde ‘Waterproof’ adıyla sahnelenen ‘The Revlon Girl’ oyununun esin kaynağı olmuş.

Bu mahrem, kişisel ve çarpıcı oyun, kadınların ıstırabının neredeyse elle tutulur olmasına rağmen iç karartıcı değil. Yönetmen Çağ Çalışkur, hiç dinmeyen acı selini seyircinin içine akıtırken, her kadının yaşadığı trajediyle nasıl başa çıktığını, arada gülümseten bir-iki an da katarak anlatıyor ve sevgi, dayanışma ve empati duygusuyla umutlu sayılabilecek bir finale ulaşıyor.

Oyun alanını izleyicilerin ortasına alarak metindeki empatiyi oyuncularının hem birbirleriyle, hem de etraflarındaki seyircilerle paylaşmasını sağlayan Çalışkur’un en büyük başarısı, aşırı duygusallığa kesinlikle prim vermeden, melodramdan uzak, yalın ve neredeyse mesafeli oyunculuklarla kadınların acılarıyla mücadelelerinde dayanışmalarını ve birbirini desteklemelerini öne çıkarabilmesinde.

İçine kapanmış annede, tikleri ve muhteşem sesiyle Aslı İnandık, hırsını etrafına saldırarak almaya çalışan annede Bala Atabek, okula gitmediği için kurtulan diğer çocuğuna sevindiğini mi kızdığını mı çözememiş annenin ikilemini iki saat boyunca hamile beden dilini hiç aksatmadan yaşatan Başak Daşman, David’in Paul’u arayışını trajik bir sinematografik boyutta aktaran Hande Doğandemir ve ‘Revlon Kızının’ anlayamamaktan bilinçlenmeye, güçsüzden güçlüye geçişini başarıyla yansıtan, ‘Yen’den sonra tanımakta güçlük çektiğimiz İdil Sivritepe sadece bu sezonun değil, belki de son yılların en etkileyici toplu oyunculuğunu gerçekleştiriyorlar. Hem beşi de birbirinden iyi, hem hiçbiri diğerinden daha iyi değil!

Kayıpların acısıyla başa çıkmak üzerine müthiş bir metin, bir kadın elinden çıkma dört dörtlük bir sahneleme ve beş muhteşem kadının olağanüstü takım oyunculuğu. ‘Waterproof’ sezonda izlediğim altmışın üzerinde oyun arasında rahatlıkla ilk beşe girer, kaçırmayın derim. 6, 7, 23, 24 Mart ve sezon boyunca Craft Tiyatro’da.

 

 

Friedrich Nietzsche AltKat Sanat Tiyatrosunda ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’

Birbirimizi nasıl anlıyoruz? Kelimeler ya da gördüğümüz her şeye yüklediğimiz anlamların ne kadar doğru olduğunu sorgulamak istedik. Eğreti konumlarımız, yüzümüzde zorunlu maskeler ve asla kendinden tatmin olamayan insanlığımız! Peki, verdiğimiz kararlar; kişisel arzularımız mı yoksa dayatılan algının bir sonucu mudur? Bizler, kendi kararlarımızı alabilen bireyler miyiz? Belki öyleyiz… Belki de değiliz…

Alman filozof ve eleştirmen Friedrich Nietzsche (1844-1900), insanlara dayatılan yanlış psikolojik tanılara dayanarak, geleneksel felsefi düşünceyi, çağdaşlıkla ilişkili sosyal ve siyasal din görüşlerini, Avrupa’nın geleneksel ahlak ve din anlayışını sert bir şekilde eleştirmesiyle tanınmıştır. Felsefesinin merkezinde, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak “hayatın evetlenmesi” vardır. Felsefesinin ana yapıtı, Nietzsche’nin deyimiyle, “Yazılmış en yüce kitap, insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağan” olarak gördüğü, ‘Bengi Dönüş’ ve ‘Üstinsan’ kavramları üzerine kurulu, ‘Also Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu Zerdüşt’dür. Nietzsche Ebedi Dönüş kavramını, etik anlamda varoluştaki yaratıcılığın, en yüksek yaşama gücünü elde etmenin, acıyla başa çıkmanın ve Üstinsan’ı meydana getirmenin aracı olarak geliştirir. Bengi Dönüş veya Ebedi Tekerrür düşüncesi, zamanın döngüsel bir formda olduğu; olayların bu döngüsellikte sonsuza dek yinelenmiş olduğu, yinelendiği ve yineleneceği tezini içerir. Son İnsan, yalnızca maddi teselli ararken eylemlilik kavramını yenileyen Üstinsan, iyinin ve kötünün ötesinde durarak yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır.

AltKat Sanat Tiyatrosu’nun İKSV tarafından verilen Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü desteği ile ürettiği, dekorunu Feyyaz Yaman ve Serhat Yüksekbağ’ın, müziğini Cem Yarkın’ın, ışık tasarımın Alev Topal’ın üstlendiği ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü Müge Saut Nietzsche’nin Üstinsan, Güç istenci, Bengi Dönüş düşüncesini günümüz insanıyla bağlar kurarak deşifre ederek uyarlamış ve yönetmiş.

Günümüz dünyasına gelen Zerdüşt (Nevzat Süs), insanın doğayla, diğer insanlarla, hayatla, düşleriyle, cesaretiyle, iradesiyle arasına mesafe koyduğunu, etik değerlerin neredeyse yok olduklarını, saplantılı, huzursuz ve kıskanç yaşamlarında mutsuz olduklarını görür. Toplumsal yasa ve kurallar karşısında kendini kaybetmiş insanlığa (Özlet Ezgi, Selver Çavuş, Esra Kucur, Gizem Özgün, Müge Saut), devralınan geleneklerin sorgulanmasının şart olduğunu, insanlığın saf, güçlü ve gerçek kalma gereğini anlatmaya çalıştıkça dışlansa da, Zerdüşt inatla insanlara sevgiyle yaklaşmaya devam eder…

Eşi Nevzat Süs’le birlikte AltKat Sanat’ın kurucularından, 1978 Antakya doğumlu, genç yaşına karşın dağarcığında kapsamlı ve bol ödüllü tiyatro, sinema ve televizyon geçmişi olan, yazar, oyuncu, mim, yönetmen, eğitmen Müge Saut’un Nietzsche’nin edebi ve felsefi metnine getirdiği çağcıl teatral karşılık tek kelimeyle olağanüstü.

Çoklukla klasik sahnelemeden farklı bir yöntemle, stilize ve performatif sahnelemeyi yeğleyen Saut, performatif oyunculukları dans tiyatrosuyla iç içe geçirerek, oyunculara müziğe kendi vurmalıları ve bedenleriyle eşlik ettirerek, sahnelemesine bale ve şarkı katarak,  Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü giderek Zerdüşt’in söyleminin de oyunun müziğinin bir elemanına dönüştüğü, neredeyse tüm sahne sanatlarının başarıyla birleştiği, bir görsel işitsel şölene dönüştürüyor.   

Heyecanla, soluk soluğa izlenen benzersiz bir çalışma. Yılın tiyatro olaylarından biri. Sakın kaçırmayın. 14, 20, 28 Mart AltKat Sanat, 29 Mart Cem Karaca Kültür Merkezi –Bakırköy ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.

 

Apartman Sahne’nin yeni oyunu ‘Evin Kokusu’

“Tabii o zamanlar İspanya’da” diye başlayan cümleler kurmak istemedik bu oyunla. O cümleyi yarım bırakıp bugüne ve içimizdeki kadınlara döndük yüzümüzü. Bernarda’yı, kızları, Maria Jozefa’yı, Poncia’yı ve bizi o evin içine hapseden neydi, başka türlü olabilir miydi, olabilir mi diye sorduk kendimize. Aklımıza düşen soruları ve içimizden geçen cevapları paylaştık. Sonra her yeni hikâyeyle birlikte yeniden duyduğumuz o koku takıldı burnumuza, evin kokusu...”

Nagihan Gürkan’ın yazıp yönettiği, Ayşegül Tekin’in dramaturgisini yaptığı, Sıla Erkan’ın oynadığı, Apartman Sahne yapımı ‘Evin Kokusu’ Lorca’nın ‘Bernarda Alba’nın Evi’nden yola çıkarak, müthiş özgün ve kişisel bir oyun.

İnteraktif tonlamaları olan bu çok iyi yazılmış, çok iyi oynanmış oyunu anlatmak mümkün değil. Ama emin olun, izlerseniz kesinlikle çok keyif alacaksınız. 
8, 26 Mart Apartman Sahne, 13.Mart kumbaracı50 ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.

Hepinize iyi seyirler dilerim.