Eskiden dijital mahremiyet denince, kişisel bilgilerinizden ödün vermeden, interneti ve bağlı cihazları kullanabilmek akla geliyordu. Ancak bugün dijital mahremiyet bunun çok ötesinde, kişisel bilgilerinizin korunmasından çok daha büyük bir konu.
Doris Cemel- Akan Abdula
Dijital devrimle birlikte, algoritma çağına da girmiş olduk. Algoritma ilk olarak Judea Pearl tarafından 1982 yılında yayınlanan makalesinde duyuruldu. Böylece Judea Pearl algoritmanın vaftiz babası oldu.
Pearl kavramı duyururken, ‘Belief Propogation’ yani ‘İnanç Yayılımından’ da bahsediyordu.
Pearl’ün kavramı basit anlatabilmek için kullandığı bu tanım, bugün mahremiyetinizin en tehlikeli düşmanı haline gelmiş durumda.
Tehlike; çalınan şifreniz, mailinizin hacklenmesi veya girdiğiniz erotik sitenin birileri tarafından ifşa edilmesinde değil, bu inanç yayılımının hayli kontrolsüz ve etik dışı bir şekilde davranış değiştirebilme kapasitesine ulaşmış olmasında.
Tehlike; bıraktığımız izler üzerinden, biz farkında olmadan, bilinçaltımızın deşifre edilmesi, en derin korkularımızın saptanması ve bu saptanan korkularımızın manipüle edilerek, davranışlarımızın yönlendirmesinde kullanılması.
Biz en iyisi başa dönelim. Algoritmalar…
Bugün algoritmalar hayli sofistike ve insan etkileşimine duyarlı.
Hepimiz bu ağlara katkıda bulunuyoruz ancak bu ağlar artık kendisine katkı verenlerin toplamından büyük ve yarı-otonom.
Bu ağlar için insanın tek görevi tıklamak, beğenmek, beğenilmek, beğenmemek, çok kızmak, linç etmek ama tüm bu süreçlerde iz bırakmak, iz bırakmak, iz bırakmak…
Bu ağlar, görevlerimizden hangisini ifsa edersek edelim, bunu yaparken öngörülebilir olmamızı istiyor çünkü öngörmek bu ağdan beslenen farklı paydaşlar için hayatta kalmak demek.
Peki, bu öngörülebilirlik oyunu bugün nasıl oynanıyor?
Eskiden öngörülebilir olmanız için bolca iz bırakmanız gerekirdi. Ama bu süreç hem meşakkatli hem pahalı. Algoritmalar artık bizi yönlendirerek öngörülebilir kılmaya çalışıyor.
Sıfır risk. O kadar yönlendiriliyoruz ki, kesin öngörülür oluyoruz.
Ancak bu öngörülebilirlik oyununu sadece markalar oynamıyor. Hatta tüketim bu oyunun belki de en masum tarafı, çünkü çok daha karanlık tarafı da mevcut.
Karanlık tarafın son dönemin en iyi örneği Cambridge Analytica.
Bugün artık var olmayan ve yöneticileri dava edilmiş CA şirketi, ABD seçimlerini bariz bir şekilde manipüle etmiş gösteriliyor.
CA bir Deep Learning (Derin Öğrenme) veri şirketi[1].
CA’nın kendi yöneticilerinin iddiasına göre, bir kişi hakkında 65 ize sahip olduklarında, bu kişinin bilinçaltına kadar inebiliyorlar. Netflix’in The Great Hack belgeseline göre, CA herhangi ABD seçmeni hakkında ortalama 5000 ize sahipti. 65’in yeterli olduğu şartlarda, 5000.
Peki, bu verileri nasıl kullandılar?
Amerikan seçmenin nelerden hoşlandığını değil, nelerden korktuklarını saptamak için kullandılar. İşte o andan itibaren insanların bu algoritmalar önünde hiçbir şansı kalmamıştı. Makinenin önünde çırılçıplak duruyorlardı ve manipülasyona tümüyle açıktılar.
Peki, CA bu veriyle nasıl bir davranış değişikliği yarattı?
Seçime katılım sağlamayacak belli kitlelerin katılımını sağladı, katılması beklenen belli kitleleri de pasifleştirdi. Hem de bunu o korkuları depreştiren, ürettirdikleri gerçek dışı içeriklerle sağladılar.
İşte bugünün dijital mahremiyet mevzusu tüm korkularınızla algoritmanın önünde çırılçıplak durup durmamamız mevzusudur.
Tüm bunlar özgür irademizle yapacağımız seçimlerimizi elimizden alarak hali hazırda seçilenler arasından seçim yapmak zorunda bırakıyor. Algoritmalar bizi bizden fazla tanıyarak, biz farkında olmadan bizler yerine karar veriyor ve bizim yerimize seçim yapıyor. Algoritmalar bir nevi kendi kaderimizi belirleme hakkımızı elimizden alarak, bizim kaderimizi kendi belirliyor.
Devletin veya kurumların müdahalesi olmadan düşüncelerini gerçekleştiremeyen, karar veremeyen, iletişim kuramayan birinin sadece mahremiyet hakkı elinden alınmış sayılmaz aynı zamanda insanlık hakkı elinden alınmış sayılır. İrade ve seçim hakkı olmayan bireylerin toplumsal izdüşümünün gerçek bir demokratik ortam yaratması da mümkün değildir.
Dijital mahremiyet bir lüks değil bir hak. Eğer dijital mahremiyetlerimiz sağlanamaz, gerekli sınırlar korunamaz ise kurumların veya devletlerin dijital diktatörlüklerini kurma zamanı gelmiş demektir.