Avrupa Birliği uzmanı, Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sinem Akgül Açıkmeşe ile Türkiye-Avrupa Birliği kapsamında mülteci krizini, ikili ilişkilerin geleceğini, Suriye savaşının bu kapsamdaki etkilerini, Brexit’i, artan popülizmi ve Batılı değerlerinin erozyonu olarak tanımlanan Batısızlık kavramını konuştuk.
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri uzun zamandır mülteci konusuna indirgenmiş durumda. Avrupa Parlamentosunun önceki Raportörü Kati Piri de Medyascope’a verdiği röportajda kendi taahhütlerini yerine getirmemesine rağmen Türkiye’yi suçlayan AB’yi iki yüzlülükle itham etmişti. Yunanistan sınırında tanık olduğumuz insani dramı da görünce, AB’nin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendirebiliriz?
AB, Kati Piri’nin de söylediği gibi, 2016’dan beri verdiği sözleri tutmuyor. 2016’daki göç mutabakatının ardından Türkiye-AB ilişkileri mülteci meselesi üzerinden yürüyor. AB’nin o dönemde verdiği sözleri hatırlarsak, Türkiye ile müzakerelerin yeniden canlandırılması, Gümrük Birliğinin kapsamının genişletilmesi, vize serbestisinin sağlanması ve mülteciler için Türkiye’ye yardım yapılmasıydı. 2020’ye geldiğimizde, bu sözler üzerinden ilişkilere bakarsak, müzakereler resmi olarak sonlandırılmasa da, bir atalet içinde. Müzakere sürecinde bir arpa boyu yol alınamadı. Müzakere başlıklarının kapanmaması 2006’da limanların açılması konusu üzerinden alınan bir karardı. Özellikle Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının ardından 2019’da alınan kararla da hiçbir şekilde yeni müzakere başlığının açılmamasına karar verildi. Gümrük Birliği ise günümüz şartlarına uymuyor. Gümrük Birliği, AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı serbest ticaret anlaşmaları kapsamında Türkiye’ye karar hakkı vermiyor. Ayrıca Türkiye ile Gümrük Birliği sadece sanayi mallarını kapsıyor. Tarım, hizmetler, kamu alımları gibi konular kapsam dışında. Bunlara ek olarak, Gümrük Birliğinin modernizasyonu siyasi kriterlere bağlandı. Ayrıca Kıbrıs’ın da vetosu var. Dolayısıyla bu konuda da karne iyi değil. Vize serbestisinde ise, 72 kriterden altısı kalmıştı. Biometrik pasaportların gelmesiyle bu konuda bir ilerleme var. Ama kritik eşik aşılamadı; terörle mücadele kanunu ve Türkiye’nin terörle mücadele kapsamını genişletmesi konusunda işler tıkanıyor. Mültecilere verilecek 3+3 milyar Euro’luk destek söz konusuydu. Bu kapsamda, toplam 4,7 milyar Euro sözleşmeye bağlandı, 3,2 milyar Euro ise ödendi. 2016’daki göç mutabakatı, AB’ye mültecilerin gelmesini engelleyen, kendisi için sınır güvenliği sağlayan bir mekanizmaydı. Mültecilere yönelik birebir formülü kapsamında Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, Şubat 2020 itibarıyla AB’ye yerleştirilen Suriyeli mülteci sayısı 25 bin 940. AB’nin taahhüt ettiği ise 72 bin. Resmi rakamlara göre Türkiye’de 3,5 milyon civarında Suriyeli mülteci var. Dolayısıyla, AB’nin mültecilere dair çabası denizde bir damla. Sonuç olarak, 2016’dan bu yana, bu konudaki karnesine baktığımızda AB’nin sözlerini tutmadığını açık bir şekilde görüyoruz. Piri’nin söylemeye çalıştığı da esas itibarıyla bu.
Geçtiğimiz hafta İdlib’de yaşanan gelişmelerin ardından Türkiye’nin “Sınırları açıyoruz” demesiyle bu mutabakat tek taraflı olarak feshedildi diyebilir miyiz?
2019’da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bir açıklamasında, geri kabul anlaşmasını uygulamayacağımızı söylemişti. Orada zaten sorunlu hale gelmişti ama son gelişmelerle göç mutabakatı pratikte rafa kalktı. 9 Mart’ta Türkiye-AB arasında gerçekleşen üst düzey görüşmede AB tarafı mutabakatın uygulanması konusunda ısrarcı oldu. Bu amaçla, tarafların mutabakatın uygulanabilmesi için ayrı ekipler kurarak durumu incelemeleri kararlaştırıldı. Görüşmeden somut bir karar ya da pozitif bir sonuç çıkmadı. Fakat mutabakatın uygulanması, içindeki diğer maddelerin de uygulanmasını gerektiriyor. Bu tek taraflı bir süreç asla olamaz.
“2015 KRİZİNİN ARDINDAN AB ZAMAN KAZANDI”
Göç mutabakatı ile AB zaman kazandı, sorunu öteledi diyebilir miyiz? Bunun nihai çözüm getirmeyeceği belliydi…
2015’teki göç krizinin ardından AB, dediğin gibi, zaman kazandı. Bu çok kısa vadeli bir çözümdü. O dönemde özellikle mülteci hukuku çalışanlar bunun uluslararası hukuka ve temel insan haklarına uygun bir mutabakat olmadığını söylüyordu. Özellikle, her ne kadar içinde riayet edileceği söylense de, geri döndürmeme ilkesi bakımından soru işaretleri yaratıyordu. AB bir yandan zaman kazanmaya, sınırlarını korumaya çalıştı. Sağcı, popülist iktidarların söylemleri çerçevesinde kendini korumayı, her ne kadar doğru görünmese de ‘fortress’ Avrupa (Kalesi) imajını yerleştirmeyi hedefledi. Bir yandan da mülteci hukukuna, hatta Cenevre Sözleşmesi’ne çok da uygun olmayan bir mekanizma oluşturdu. Suriye krizi çözülmedikçe bunun yaşanacağı çok belliydi. Sadece Suriyeliler değil, Türkiye’deki farklı ülkelerden olan göçmenlerin de niyetleri Avrupa’ya geçmek. Son gelişmelerle birlikte bu isteği daha da artan biçimde görüyoruz. Yaşanan trajedilerle de 2016’daki mutabakatın gerçekçi olmadığını, sonuç yaratacak bir anlaşma olmadığını gördük.
AB’den gelen tepkilerde “Türkiye bize şantaj, baskı yapmak istiyor” deniyor. Ancak konu nihayetinde insani bir sorun, değil mi?
Evet, konuya biraz da insani bakmak lazım. Bu insanlar Avrupa’ya gitmek istiyor. Türkiye’yi bir transit ülke olarak düşünüyorlar. Mülteci meselesini bu kadar reel-politik seviyede düşünmek yanlış. Yunanistan ve Almanya’da insani tepkileri görmeye başladık. Halk sokağa çıkarak mültecilerle bir arada yaşayabiliriz dedi. Türkiye’de pek çok yardım kuruluşu veya örgütlenen insanlar sınır kapılarında o insanlara yardım elini uzattı. Mesele çok insani ve trajik ama AB, Yunanistan ve Türkiye’deki politika-yapıcılar bu meseleyi maalesef insani olmaktan uzaklaştırıyor.
AB DEĞERLERİ
Tüm bu görüntüler, insan hakları gibi AB değerlerini de erozyona uğratmıyor mu? Olanlardan sonra AB nasıl “Ben normatif bir aktörüm, bu değerleri savunuyorum” diyebilecek?
Hiçbir şekilde bunu yapamaz; AB normatif aktör olma iddiasını unutsun. AB’nin etik değerlere saygı duyan, dış politikasında insan haklarına, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne özen gösteren bir dış politika söylemi var. Özellikle yeni komisyon dış politikasını yürütürken bir takım ilkeler belirlemişti. Ve bu ilkelere saygı duymadığını göreve başlar başlamaz bu mülteci krizinde gösterdi. AB mülteci meselesini militarize etti; mülteci meselesini sınır güvenliğiyle özdeşleştirdi. Konuyu ciddi anlamda güvenlikleştirdi. Sınır güvenliğiyle bu kadar insani bir meseleyi bir araya getirmesiyle normatif dış politikasında sınıfta kaldı. Yunanistan’ın resmi devlet söyleminin tarafında yer aldı ve sınırların güvenliği konusunda Frontex’in yardımını da içeren destek mekanizmaları geliştirme fikrini tartışıyor. Frontex’in oraya gönderilmesi, AB’nin destek kuvvetler oluşturması, Yunanistan’ın başlattığı bu süreci daha da militarize hale getirir.
Bu gelişmeler, AB’deki popülist ve sağcı iktidarların yabancı düşmanı söylemlerine de çanak tutuyor…
Tüm bunlar AB’nin resmi olarak göçmen almayacağı anlamına geliyor. Göçmen almamak demek sağcı iktidarların ekmeğine yağ sürmek, söylemlerine hizmet etmek demek. AB, kendince homojen olan yapısını korumaya karar verdi. Bunlar insancıl bir dış politikanın yansımaları değil. Yaşananlar, AB’nin büyük sözlerinin bir tabanının olmadığını açıkça ortaya koydu. Şu anda Yunanistan hükümeti de halkı da, Türkiye veya gelen mültecilerden çok Avrupa’ya tepkili. Çünkü Yunanistan’a geçtikleri taktirde Yunanistan’dan başka bir yere gidemeyecekler. Yunanistan’da, özellikle adalarda zaten çok fazla mülteci var. AB Yunanistan’a da ciddi olarak maddi yardım yapıyor..
AB mülteci kabul etmek istemiyor ama bu kişiler de Avrupa’ya gitmek istiyor. Bu sorun nasıl çözülebilir?
Avrupalılar ellerini taşın altına koymalı, resettlement (üçüncü ülkeye yerleştirme) bağlamında. Eğer çeşitli Avrupa ülkelerine dağılabilseler mülteci sorunu daha sağlıklı bir şekilde çözülecek. Bunun da ötesinde, Suriye’deki gelişmeler buna izin vermiyor. Suriye’de güvenli bir bölge olsa, geri dönülecek, yaşanacak alanlar oluşturulsa - ki bunlar yapılamıyor - mültecilerin ülkelerine geri dönmesi sağlanacak. AB’nin kağıt üzerindeki arzusu da bu şekilde, ama buna sahada desteği yok.
AB’nin mülteci konusundaki tutumu böyleyken, Türkiye nasıl bir politika izlemeli?
Türkiye bu konuda ciddi bir politika izlemek zorunda. Bu politikada birincil ortak olarak AB’den destek ve yardım almak durumunda. Bunu bir şantaj olarak tanımlamamak lazım. Madem ki Avrupa ülkeleri mültecileri ülkesine kabul etmiyor, o zaman bu insanların Türkiye’de en iyi şartlarda yaşamaları için destek olması gerekir. AB elini taşın altına koymalı. Türkiye’nin hedefi Suriye sorunu çözülüp bir güvenli bölge yaratıldıktan sonra mültecilerin oraya dönmesi üzerine oluşmuş durumda. Zaten mutabakatın 9. maddesinde AB’nin Suriye’nin Türkiye sınırına yakın olan yerlerinde halkın daha iyi yaşam koşullarına erişmesi amacıyla destek vereceği yazıyor. Yerine getirilmeyen sözlerden biri de bu. Ama bunun için ne AB’yi suçlayabiliriz ne de Türkiye’yi. Bu tamamen bölgesel ve krizin kendi dinamikleri içinde gelişen bir konu. ABD’nin çekilmesi, Rusya’nın bölgeye artan biçimde angaje olması ve krizin dönüşümleriyle birlikte bu geri dönüşün gerçekleşmesi mümkün olmadı.
Onuncu yılına yaklaşan Suriye savaşında AB istese sorunun çözümüne destek olabilir miydi?
Hayır. Rusya bu kadar sahadayken AB giremez. AB’nin zaten bunun için yeterli enstrümanı yok, iradesi yok. AB için Suriye meselesi mülteci meselesi, onun ötesinde Suriye meselesine dahli yok. AB’nin bu tür kritik konularda dış politikası çok atıldır; Libya meselesine de girmez, Irak meselesinde de yoktur. Bölünmüşlük yaşar üyeleri arasında. AB’nin Suriye meselesinde tek dahli insani yardım anlamında. Bu yardım başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere, Suriyeli mültecilerin yoğun olduğu yerlere yönelik. Bunun ötesinde siyasi bir çözüm sağlayacak aktör olarak AB yok. Avrupa ülkelerinin tek meselesi şu anda mültecilerin Avrupa sınırından girmemesi.
TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİ
Bu yaşananlar Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir gelişmeyi tetikler mi?
3-4 yıldır olduğu gibi Türkiye-AB ilişkileri bir süre daha mülteci meselesi üzerinden konuşulmaya devam edilecek. Yürümeyen bir ilişki vardı; bu yürümemeye devam edecek. AB şu anda Türkiye ile ipleri koparıp gerilim yaşama lüksüne sahip değil. Türkiye’yi yakın ilişki içinde tutmaya çalışacak. Ama bu kısa ve orta vadede ilişkilerin üyelik kapsamında ilerleyeceği olarak düşünülmemeli. Türkiye’ye bazı tavizler verilecek gibi gözüküyor. Bu tavizler çerçevesinde yine mülteci konusu üzerinden ilişkiler ilerleyecek. Vize serbestisi konusu sıklıkla gündeme geliyor. Ama serbest dolaşım konusunda sorun yaşarken AB’nin bu serbestiyi vermesi kolay değil. İstenen kriterleri Türkiye’nin yerine getirmesi de kolay değil. Türkiye bu çerçevede belki geri adım atacak ve kaçak geçişleri durduracak. Ama bulunan yine geçici bir çözüm olacak. Bunun ötesinde AB tecrübe kazandı. Frontex kapsamında kara ve deniz sınırları güvenliği konusunda daha fazla kafa yormaya başlayacak. Yunanistan ile daha sık bu konuyu görüşmeye başlayacak. Türk-Yunan ilişkilerinin gerildiği, Türkiye-AB ilişkilerinin dip noktalarından bir tanesini yaşıyoruz. Özellikle sahte haber (Fake news) kapsamında üzücü gelişmeler yaşandı. İnsani facialara neden olan gelişmeler, eskilerden çıkarılıp servis edilen görüntülerle kriz, özellikle sosyal medyada vahim görünümlerle sonuçlandı. Yunanistan halkının ayaklanmasının temelinde de bu var.
Türkiye-AB ilişkileri mülteci konusu dışında nasıl geliştirilebilir?
Türkiye için mülteci meselesinden bağımsız bir model geliştirilmesi gerektiği çok açık. Üyelik çok uzun ve meşakkatli bir yol ve tünelin ucundaki ışık da gözükmüyor. Farklı bir şey olmalı. Bu farklılığın içinde ekonomik bağların daha da derinleştirilmesi, güvenlik, ulaştırma, ekonomi, kültürel vb. konularda ilişkilerin derinleştirilmesi hem akademik camiada hem de liderler arasında konuşulan konular arasında. Türkiye AB’nin direkt komşusu ve 1987’de üyelik başvurusu yapan, uzun yıllardır üyelik peşinde olan bir ülke. Türkiye AB için herhangi bir üçüncü ülke değil. İlişkiler için yeni bir model geliştirilmeli ama bunun için şartlar şu anda müsait değil. Bir süre daha, Türkiye’deki 3,5 milyon Suriyeli mültecinin nereye gideceği belli olana kadar, mülteci konusu üzerinden ilişkiler yürüyecek.
Birçok konuda fikir ayrılıkları yaşanıyor AB üyeleri arasında. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 100’den fazla ülkeye yayılmış durumdaki korona virüsü söz konusu olduğunda işbirliği yapabilirler mi?
Her devletin ulusal çıkarının farklılaştığı konularda, mülteci meselesinin kökeninde olan ülkelerden biri olan Libya konusunda olduğu gibi, üyeleri farklı politikalar izleyebiliyor. Ulusal çıkarlar özellikle yakın coğrafyada çok farklılaşıyor. Ama genel konularda mesela DAEŞ’e karşı AB ülkeleri birleşebiliyor. 11 Eylül’de birleşebilmişlerdi. Temel insani konularda birleşebiliyor, mülteci meselesi gibi. Korona virüsü de sağlık güvenliği kapsamında temel güvenlik meselelerinden biri. Ama birleşince ne yaparlar o ayrı bir mesele. Kağıt üzerinde birleşir, uygulanabilecek önlemler konusunda ortak tavırlar alınabilir, ama uygulamalarda ayrışabilirler.
AB’nin iç sorunlarına dönecek olursak, Brexit çok önemli bir dönüm noktası. Bundan sonra ilişkiler nasıl kurulacak, geçiş dönemi sonrasını nasıl görüyorsunuz?
AB Brexit sonrasına kağıt üzerinde epeydir hazırlanıyor. AB geleceğini uzun süredir tartışıyor. Özellikle 2019’da bu konuda birçok toplantı yaptı liderler seviyesinde. Geleceğini tasarlarken Brexit tetikleyici nedendi. Brexit müzakereleri sırasında AB tavizsiz bir politika izledi. Burada (Fransa Cumhurbaşkanı) Macron ve (Almanya Şansölyesi) Merkel’in çabaları var. AB’nin liderliğini bu iki isim paylaşmaya çalışıyorlar. Efektif bir liderlikten bahsedebilir miyiz bu ayrı bir tartışma konusu. Bundan sonra Britanya üçüncü bir ülke AB için. Ticaret politikası kapsamında Britanya nerede duracak, o belirlenecek bu süreç zarfında.
Farklılaştırılmış entegrasyon bir örnek olabilir mi Türkiye-AB ilişkilerine?
Türkiye Gümrük Birliği ile AB’ye bağlı. Türkiye açısından en önemli senaryo, ticari ve ekonomik anlamda Gümrük Birliği’nin modernizasyonu. Türkiye ticaretinin yarısından fazlasını AB ülkeleri ile yapıyor. Sermaye girişinin büyük bir çoğunluğu AB ülkelerinden geliyor. Türkiye’nin Britanya örneğine bu anlamda çok ihtiyacı yok. Britanya 1973’ten beri AB’nin bir üyesiydi. AB müktesebatına büyük ölçüde uyum sağlamış bir ülkeydi. Ve onunla yapılacak herhangi bir model başkası için örnek olmayabilir. Türkiye de 1963’ten beri AB’ne ortaklık statüsüyle bağlı bir ülke. O da kendi modelini AB içinde geliştirdi. Bu nedenle Britanya’nın durumunun Türkiye’ye örnek olması tartışmalarını çok anlamlı bulmuyorum. Her ülke kendi koşullarında değerlendirilir. Türkiye’nin zaten kendine ait bir örneği var.
Macron Economist’e röportajında “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” demişti. Münih Güvenlik Konferansında da ana tema Batısızlık olarak tanımladı. Batı değerlerinin erozyonu tartışılırken, bu değerlere yeniden güven duyulması nasıl mümkün olabilir?
Macron biraz daha Avrupacı bir bakış açısına sahip. Fransa’nın politikasının özünde de bu var; NATO’dan bağımsızlaşma. Macron’un söylediği, NATO artık ihtiyaçlara cevap vermediği, Avrupa’nın kendi başının çaresine bakan güvenlik ve savunma politikaları yaratması, kendi yapılarını oluşturması. Bu biraz da ABD’den uzaklaşma aslında. Bu olası değil. Avrupa’da bu çıkış yer bulmadı. Avrupa’nın kendini ifade edebileceği bir savunma ve güvenlik politikası oluşturma fikri yıllardır var. Bunu olgunlaştırmaya çalışıyor ama bu henüz bir Avrupa ordusu kıvamına gelmiş değil. Münih Güvenlik Konferansındaki fikirleri Avrupa’nın kendi Batısını yaratması amacı ile de birleştirebiliriz. Konferansta gündeme gelen Batısızlık ifadesi, Batı değerlerinin erozyonu ile tarif ediliyor. Batılı değerlerden uzaklaşma, Batının artık cazip yapısının ortadan kalkması. Batı ile Avrupa’yı özdeşleştirirsek eğer, Avrupa her bir krizde sınıfta kalarak zaten Batısızlığın altını çiziyor. Göçmen krizinde gördüğümüz insani değerlerinden uzaklaşarak, dış politikasında normatif bir aktör olmadığını ortaya koyarak, çok ciddi irade ayrışmaları sergileyerek değerlere dayalı uluslararası ilişkiler vizyonu çizmediğini ortaya koyuyor. Batısızlaşma kavramı biraz da Avrupa’nın sağcı iktidarları ile Avrupa’da yaşanan ırkçılık, popülizmin bir sonucu. Brexit de, göçmen karşıtlığı da bunun sonuçları. Bunun ters tepmeye başladığını en son Yunanistan’daki protestolarda da gördük. Almanya’ya da sıçradı. Bu Avrupa’da yayılır mı bilmiyorum ama halkta popülizme karşı bir tepki oluşmaya başladı. Tabii bir yandan da sağ iktidarlara destek verenler var. Göçmen krizinin artmasıyla sağcı iktidarların yerlerini daha da sağlamlaştıracağını düşünüyorum. Avrupa’nın gitgide artan sağ tandanslı biryapıya kayması, daha popülist politikalar izlemesi çok muhtemeldir. Hangisi hangisinden kaynaklanıyor; popülizm mi Batısızlığı besledi, Batısızlık mı popülizmi besliyor, yumurta tavuk hikayesine dönmüş gözüküyor.