Kalbin atıyor mu?... Hayır…
Küçük Salon’da üçüncü sezona giren ‘Angina Pektoris’, Çağıl Tekten’in yazdığı ve Emre
Tandoğan yönetmenliğinde Atakan Yılmaz’la birlikte oynadığı çok başarılı bir absürt oyun denemesi.
Angina Pektoris, ölümcül olmayan, genelde kronik bir kalp hastalığı. Göğüste ağrı, baskı, sıkışma hissiyle birkaç dakika süren nöbet sırasında; ölüm korkusuyla karışık bir iç sıkıntısı, ter solgunluk, konuşamama, ağrının sol kola yayılması semptomları görülür.
Tıkandığını hisseden yazarın yazamadığında hissettikleri, büyük olasılıkla ona bir Angina Pektoris nöbeti kadar ölümcül gelir. Ya yazamayan yazarın yazamadığı karakterler? Ya varlıkla yokluk arasında durmadan sendeleyen kahramanları? Tuhaf karakterler, karar verilememiş türler, değişken konular, bozulan biçimler…
Çağıl Tekten çok derin ve katmanlı metninde, arada bir daktilosunun tıkırtılarını duyduğumuz yazarın, “Yazamıyor, farkında mısın?” repliğinin çağrıştırdığı tıkanıklığında karakterlerin yaşadığı sıkıntıları kalp rahatsızlığı Angina Pektoris üzerinden seyirciye aktarıyor.
Emre Tandoğan oyunu sadece Elif Arman’ın kostüm tasarımının renk verdiği dekorsuz ve ışık oyunları olmayan mekânında sahnelerken, oyuncularla izleyiciler arasında farklı bir interaktif iletişim oluşturuyor. Arada bir seyircilerle konuşarak, ya da elinden tutup çekerek oluşturulan bir iletişim değil onunki. Angina Pektoris’i nefes kesici bir tempoda götüren Çağıl Tekten’le Atakan Yılmaz, karakterlerin kalakalmalarını, devinimlerini, birbirlerinin üzerine yıkılmalarını, birbirlerine dayanmalarını, sil baştanlarını, zihinleri yokmuş gibi hiçbir şeyin farkında olmamalarını, nerden gelip nereye gittiklerini anlamaya ya da anlamamaya çalışmalarını aktarırken izleyenlerle garip bir duygudaşlık kurarak, yaşadıkları absürt olayları seyircilerin gerçekteki hayatlarının anlamsızlığının aynasına dönüştürüyorlar.
Angina Pektoris birkaç kez izlendiğinde tadı daha da artan bir oyun. Terminoloji olarak ‘anlamsız’ demek olan absürtü anlamaya çalışmak absürt olur! Çok iyi yazılmış, çok iyi yönetilmiş, kimyaları müthiş uyumlu iki oyuncu tarafından büyük başarıyla yorumlanmış bu oyunu bilincin mantığıyla anlamaya çalışmaksızın, bilinçaltının algılamasıyla hissederek müthiş keyifli bir deneyim yaşamanızı öneririm.
20 Mart ve sezon boyunca Küçük Salon’da.
‘Garou’ bir kez daha İstanbul’da
1972 Quebec doğumlu Kanadalı şarkıcı Pierre Garand veya sahne adıyla Garou Türk seyircisinin iyi tanıdığı ve sevdiği bir sanatçı. Şair ve yapımcı Luc Plamondon'un Montreal'de bir barda elinde gitarıyla şarkı söylerken keşfettiği ve yazdığı ‘Notre Dame de Paris’ müzikalindeki Quasimodo rolünü verdiği Garou, çift dilli bir oyuncu/şarkıcı olarak müzikalin hem Paris hem Londra’daki prodüksiyonlarında başrolü oynadıktan sonra uluslararası bir stara dönüşmüş. Kanada'nın yanı sıra Fransa’da ve birçok Avrupa ülkesinde uluslararası bir pop, rock ve soul şarkıcısı olarak kariyerini sürdürdü.
Ülkemizde de geniş bir hayran kitlesine sahip olan Garou, kariyerinin 20. yılını kutladığı ‘Garou - 20 Years’ turnesi kapsamında 29 Şubat'ta Volkswagen Arena’da bir konser verdi.
Milletçe içimizin yandığı bir gün olmasına karşın, bir sanat olayını erteleyerek yas tutulacağını kabul etmeyen biri olarak, şehit haberlerinin moral bozukluğu ayaklarımızı geri geri çekse de, eşimle konsere gitmeye karar verdik. İyi ki de gitmişiz; dört dörtlük bir sahne insanı olarak izleyicileriyle anında birebir sımsıcak bir iletişim kuran Garou’nun sahne sempatisi ve empatik samimiyeti sayesinde üzüntümüzü bir nebze olsun unutturan bir gece geçirdik. Garou, olaylara çok üzüldüğünü belirterek bir barış temennisiyle başladığı konserini bir buçuk saat boyunca ara vermeden ve tempoyu hiç düşürmeden sürdürdü. Müthiş bir enerjiyle, zıplayarak, koşuşturarak dans ederek tüm hit şarkılarını seslendirirken Fransız ‘chanson’unu da selamladı ve chanson’un olağanüstü yaratıcısı Jacques Brel’e bir saygı duruşu olarak kendi tarzına mal ettiği müthiş bir ‘Amsterdam’ söyledi. Konser sonunda durmaksızın gelen alkışlara soluklanmadan karşılık vererek ‘Belle’ ile başladı ve bir yarım saat daha sahnede kaldıktan sonra yeniden İstanbul’a geleceğini söyleyerek seyircilerle vedalaştı.
‘Hayal Satıcısı’
“Erkek dediğin katil olur olmasına ama kurban olamaz asla.”
Bir fal kahvesindeyiz. Falcı Sepil, biz fal baktırmaya gelenlere, alt orta sınıftan Kadife’nin kendi hayalinden kendini yaratmasının, yavaş yavaş bilinçlenerek ünlü falcı Serpil’e dönüşmesinin öyküsünü anlatır. Fallarına baka baka bir insan sarrafına dönüşen Serpil, kadınların hapsoldukları dünyadan çıkmalarını engelleyen görme biçimlerini, özellikle eril dili ve yarattığı körlüğü sorguluyor. Kendi dâhil pek çok kadının kendine güvenmeyişiyle, arada bir kendisini dövse de güvence için bir erkeğe dayanma ihtiyacıyla tatlı tatlı dalga da geçiyor: “Güzelim kızlar, prensi bulmak için ne kurbağalar öpüyor.”
Aysa Prodüksiyon’un yeni yapımı ‘Hayal Satıcısı’, sadece konusuyla değil, yapım olarak da, (Dekor tasarımını üstlenen Serkan Kavurt haricinde) kadın elinden çıkma bir kadın oyunu.
Gerçek bir yaşam hikâyesinden yola çıkarak kadınlığın ezberlenmiş söylemlerine ayna tutan yazarı Zehra İpşiroğlu, yönetmeni Berfin Zenderlioğlu, reji asistanı Mia Elif Öcal, dramaturgları Berfin Zenderlioğlu ile Berna Laçin.
Müzik ve efekti Burçak Çöllü, ışık tasarımını Alev Topal, kostüm tasarımını Çolpan Butik üstlenmiş tek kişilik oyunu uzunca bir süre sonra tekrar sahnelere dönen Berna Laçin yorumluyor.
Berna Laçin’in çok başarılı interaktif oyunculuğuyla anında izleyiciyle iletişim kurduğu bu çok iyi sahnelenmiş, çok da iyi oynanmış oyun, çok önemli bir toplumsal ve insanî soruna parmak basıyor ama, özellikle İstanbul’da ulaştığı izleyici profili için çarpıcı ama bilindik bir konuyu ele alıyor. Bu sebeple, Samsun’da oyunun iptali için çabalayan bağnaz ve engelleyici takımın tüm uğraşına rağmen, Berna Laçin’in oyunu daha çok bilinçlenmeye ihtiyacı olan kitlelere ulaştırmak için verdiği ve kazandığı savaş, oyunun kendisinden bile önemli.
9 Mart’ta hep beraber Samsun’da Berna ile kalben birlikte olduktan sonra, 15 Mart 19.00 Kozyatağı Kültür Merkezi, 25 Mart 20.30 Yunus Emre Kültür Merkezi, 30 Mart 20.30 Kenter Tiyatrosu ve sezon boyunca sahnelerimizde keyifle izleyebiliriz.
‘Yan Rol’
Siz hiç geçtiniz mi karanlık tarafa?
Bunun için neleri göze alırsınız?
Neleri feda edersiniz?
Nelerden vazgeçersiniz?
Karanlık tarafa geçmek saliselik bir şey
Siz buna cesaret edebilir misiniz?
Deniz Madanoğlu’nun yazdığı, Pınar Çağlar Gençtürk’ün yönettiği, Başak Kara’nın oynadığı ‘Yan Rol’ 2018’den beri sahnelenen bir başka tek kişilik kadın oyunu.
1982 Ankara doğumlu, Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü mezunu Deniz Madanoğlu, 2011’den beri TV dizi sektöründe senaryo yazarlığı yapıyor. Senaryo yazarlığının yanı sıra ‘Poz’ (2014) ve ‘Medet’ adlı, İstanbul tiyatrolarında başarıyla sahnelenmiş olan çok sağlam sağlam iki de oyun yazmış. Hayatı boyunca başkalarının hikâyesinin yan rolü olan bir kızın kendi hikâyesinde başrol olma öyküsünü anlattığı Yan Rol, en azından ilk ikisi kadar çarpıcı ve etkileyici bir metin.
Yan Rol arkadaşlık ve baba kız ilişkilerine zekice ışık tutan çok güzel bir oyun. Sahneye çıktığı andan itibaren izleyiciyle interaktif bir iletişim kurarak, hem mantıksal hem duygusal açıdan doğru olan başarılı metni anlatıcı oyuncu olarak yorumlayan Başak Kara, uzun süredir canlandırdığı karakteri artık, ikinci bir benlikmişçesine kendine mal ediyor.
İyi yazılmış, iyi sahnelenmiş, iyi oynanmış, izlenmeyi hak eden çok keyifli bir oyun. Ayda bir kez Kültüral’da ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde… Hepinize iyi seyirler.