Kim derdi ki, uzay çağının ötesine geçmiş insan, gözle görülemeyecek büyüklükte bir virüse teslim olacak?
Kim derdi ki, uzay çağının ötesine geçmiş insan, gözle görülemeyecek büyüklükte bir virüse teslim olacak? Bu öylesine bir teslimiyet olmaya aday ki, kurulmuş olan tüm küresel sosyal altyapı – eğitimden sağlığa, güvenlikten ticarete, ulaşımdan turizme – allak bullak oldu, olacak. Yüzyıllar boyunca biriktirilmiş deneyimlerin sonucu ortaya çıkan, nitelikleri ne olursa olsun, ulusal veya küresel kazanımlar, aniden anlamsızlaşacak.
Böylesi kısa zaman zarfında, böylesi bir tehlike ile karşılaşan insan için, durum çok karmaşık… Global bir problemi yerel sayılabilecek önlemlerle dizginlemek olası mıdır? Devletler değil, toplumlar ilk aşamada, ‘tehlike’ konusunda hem fikir olmadıkça; bunun ‘küresel’ niteliğinde mutabık kalmadıkça, işin içinden çıkmak, sağlıklı sonuçlara ulaşmak kolay olmayacak gibi.
Dünya Sağlık Örgütünün krizi pandemi olarak ilan ettiği tarih itibarı ile ne devletler, ne toplumlar, ne de bireyler olaya aynı açıdan bakıyor. İçinde bulundukları dinamikler öylesine değişik ki, benzer çözüm önerileri ile ilerlemek mümkün değil: Nüfusları, devlet aygıtlarının işleyişi, kişi başına düşen gelirleri, bu gelirin dağılımı, bütçe kalemleri arasında sağlık sistemine, Ar-Ge çalışmalarına ayrılan paylar, ulusal çıkarlar ve öncelikler ile bunları sevk ve idare etmekle görevlendirilmişleri denetleyen unsurların – parlamento, basın, akademik çevrelerin – varlığı ve özgürlüğü!
Oysa siyasi olarak çizilmiş sınırlardan bağımsız, insan her yerde ve her koşulda insan. Yaşantısını idame ettirmek için ‘gerek şartları’ hep aynı. Sorun da burada: Yaşantısını sürdürmek için aynı gerek şartlara ihtiyacı olan insanın karşılaştığı böylesi bir salgına uygulanan reçete, devletin gücüne, aygıtın yapısına göre farklılıklar gösterebiliyor. Şu anda dünyada yaşanan tam da bu.
Sorunun karakteri aynı olmakla birlikte, önerilen çözümler ve bunların hayata geçirilmesinde hep farklılıklar var. Popülizmin yaygın olduğu günümüz dünyasında, problemleri bilimsel yaklaşımla çözmeye gözlenen direnç, belki de birkaç hafta – hatta gün – içerisinde, on binlerin enfekte olmasına, binlerin de ölmesine neden olacak. Oluyor da!
Toplumlara hizmet vermek için var olması gereken ilgililerin, devletlere yön veren politikalara imza atanların açık ve net mesajlar iletememeleri veya bunda zayıf / geç kalmaları da ayrı bir sorun. Her gün yüzlerce ölü veren İtalya’nın, kritik olmayan üretim tesislerini yeni yeni kapatması buna bir örnek olsa gerek. Daha geçen haftaya dek, İtalyan endüstrisi tüm hızı ile çalıştığını ilan eden sirküler yolluyordu müşterilerine.
Gelin görün ki benzer hatayı biz de Türkiye’de yapıyoruz. Bir yandan, her akşam yayınlanan raporların sonuçlarını, İtalya, İspanya gibi salgının bize yakın coğrafyalarındaki ülkelerle karşılaştırıyor, öte yandan, gündelik geçimin sağlanması aşamasında, “evde kal” önerilerine uymakta zorluk çekiyoruz. Kimimiz “Bana bir şey olmaz” kabadayılığı ile kimimiz de geçim kaygısı ile – içine düştüğümüz duruma isyan edercesine – sokağa atıyoruz kendimizi. Oysa bugün, bu konudaki seçimlerimizin yalnız bizi değil, tanıdık olsun olmasın, tüm çevremizde olanları ilgilendirdiğini unutmamamız gerekiyor. İnsan seçimleri ile var olur. Her seçim, bir fedakârlık, bir vazgeçiş demektir. Ancak kimse, bir başkasını kendi adına özveride bulunmaya, sağlığından ve belki de hayatından vazgeçmeye zorlayamaz. Göğüs germemiz gereken bir tezatlar yığını ile karşı karşıya kalıyoruz. Değerlendirme yapma yetimiz, içimizin derinliklerinden gelen bir çaresizlik duygusu ile köreliyor.
Düşman ortak
İstatistikler, bilgiler doğru ve eksiksiz bir şekilde kayıt altına alındığında analizlere temel oluşturabilir. Bugün ülkemizde ve dünyada görülen kaotik ortam içinde ilan edilen rakamların gerçeğe ne derece yakın olduğunu kestirmek zor. Ancak elde bu veriler var ve devletler stratejilerini bu veriler üzerine kurmak durumunda. Öyle de yapıyorlar. Bunu yaparken, gösterdikleri yaklaşım, kendilerini var eden toplumların içinden gelmekte olan kültürün yansımalarını barındırıyor.
Bir savaş yaşanıyor. Kimine göre bu savaş, II. Dünya Savaşından beri karşılaşılan en zor günlere gebe. Bu kez düşman ortak. Bu düşmanı bilimle, akılla, bilgelikle yenmek mümkün. Bunun başka çaresi yok!
Savaşın iki ayağı var. Bunların biri tıbbi olanı. Sağlık sistemi bir yandan taramalarını öte yandan araştırmalarını sıklaştırarak sonuca gitmek durumunda. Devlet aygıtının bu sisteme, savaşı kazanması için, gerekli tüm unsurları ne pahasına olursa olsun sağlaması gerek. Toplumun sistemi tıkayacak her tür hareketten sakınması gerek. Yoksa ilerleme kaydetmek olası değil. Bu sürecin teknik yanı…
Bir de sürecin yarınlara dönük bir yanı var… Bu ikinci ayak sosyal – ekonomik… Savaşın ne zaman biteceği, maliyetinin ne olacağı belli değil. Nereye, nasıl savrulacağımız, nerede duracağımız, hatta durup duramayacağımız da belli değil. Böylesi bir ortamda kim, neyi, nasıl öngörecek? Bireysel ve toplumsal davranışlar nasıl değişecek, nasıl şekillenecek? Devletleri ayakta tutan mekanizmalar bu değişikliklerden nasıl etkilenecek? Bir süredir bilimin önüne geçmiş inanışlar karar alma sürecinde önemini pekiştirecek mi, yitirecek mi?
Vatandaşlar devletlerinden böylesi fırtınalı dönemlerde kendilerine güvenli bir liman sunmalarını bekler. Bunu sağlamak, vatandaşı ile var olan devletin asli görevidir ve bu görevi en etkin şekilde planlamak, uygulamak politikaları uygulayanlara düşer. Toplumun değişik kesimlerinin sıkıntılara değişik derecelerde maruz kaldıklarının bilincinde, emekçisinden yatırımcısına, bilim insanından sanat üreticisine herkesi kucaklamak, o güvenli limana çekmek, onu korumak ve kollamak, politikacıların sorumluluğudur.
Bu anlamda, en küçüğünden en büyüğüne tüm yönetim kademeleri çok ciddi bir sınav vermektedirler tarihin önünde. Yürütülen çalışmalar elbette ki bizleri etkileyecektir, ancak bunları yargılamak bize değil, bizden sonra gelecek nesillerin işi olacak. Bizim işimiz, daha yaşanır bir dünya için çabalamak olacak. Uyum içinde, husumetleri bir kenara iterek…
Yeni bir Sodom - Gomora mı yaşanıyor? Kimine göre Yaratan, biz kullarını yanlışlıklarımızdan ötürü cezalandırıyor. Kimine göre ise ekosistem, limitlerini sonuna dek zorlayan insana dur diyor. Doğa, kendisinden gasp edilenler için öç alıyor.
Yaklaşım ne olursa olsun, belli ki yanlış giden neler varsa, yerli yerine oturtmak için önümüze yeni bir sayfa açılıyor. Kartlar yeniden karıştırılıp yeniden dağıtılacak. Belki de oyunun kuralları yeniden yazılacak.
Yoksa, bu virüs işine gereğinden fazla mı anlam yüklüyoruz? Yoksa, bu durum gelip geçici bir süreci mi ifade ediyor? Saldırı geçip bizler normal yaşantımıza dönünce, filmi geri mi saracağız? Her şey eskisi gibi olacaksa, hırs bireyleri ve toplumları yönlendirmeye devam edecekse, daha fazla nüfuz için insanlar yığınlaştırılacaklarsa, bu başkaldırı niye?
Tarihin değişik evreleri benzer kırılmalara tanık oldu elbette. Yalnız salgınlar değil, birçok doğal felaketler yaşandı geçmişte. Gelin görün ki, bunların hiçbiri insanın benliğine hapsettiği kabarmalara set çekmeye yetmedi. Umalım ki bu musibetten nasihatler doğmuş olsun…
Yüzyıldan fazladır Yahudiler ile Araplar, şu veya bu şekilde, aynı coğrafyayı paylaşmakta, çok da dost bir şekilde yaşamıyor olsalar da, yan yana, diz dize komşuluk yapmaktalar. Bu birlikteliğin tarihi gelişimi ne olursa olsun, günün siyasi polemiklerinden, sosyal dinamiklerinden bağımsız, bir gerçek var ortada: Başın dertte olduğu zaman, çalacağın ilk kapı, komşu kapısıdır.